18 Ekim 2022 Salı

YENİ KONAKLAMA YERİMİZ BOR NİĞDE

 


6 Temmuz 1957 Cumartesi, Bor Niğde…

28 Haziran Cuma günü Mersin’den Bor’a taşınma kararı alınca, birkaç gün içinde eşyalarımızı topladık.

Zaten ne kadar eşyamız vardı ki?

Yatak yorgan, kap kacak, her birimizin bir iki parça giyim eşyası, hasır ve çaputtan dokuma yer kilimleri, saman doldurulmuş yastıklar, soba, simit tablalarımız ve halka tatlısı yaptığımız malzemelerle birkaç kitap…

Evimizin süt ihtiyacını sağlamanın yanı sıra sosyal bilgiler anlattığım keçimizden ayrılmak zor oldu. Ders anlattığım bir arkadaşım olmuştu süt vermenin yanı sıra. Otlatırken Tarih, Coğrafya ve Türkçe derslerini sesli okuyarak keçimize anlatmanın öğrenmemi kolaylaştırdığının farkına varmıştım.

Babam satmıştı, satmak zorunda kalmıştı onu…

Başta nenem olmak üzere, dayılarım ve yengelerimle vedalaştık.

Okul ve Göçmen Barakalarındaki arkadaşlarımızdan da ayrılmak daha da zor oldu.  

Yine kara tren vagonları görünmüştü yolculuğumuz için…

3 Temmuz Çarşamba günü, Kerim ve Yusuf dayımın da yardımlarıyla, eşyalarımızı Mersin Tren Garındaki yük vagonuna yükledik. Saat 10,00 civarında Mersin’den ayrılan yük vagonunda ailemiz de yerini almıştı.

Yaklaşık 8 saatlik bir yolculuktan sonra, saat 16,00 civarında Bor Tren Garına ulaştık. İstasyon civarında bulunan bir atlı arabaya yüklenen eşyalarımızla babamın kiraladığı Rumlardan kalma evimize gittik…

Mahalle sakinlerinin Künkbaşı adıyla andıkları Sokubaşı Mahallesi’nin daracık sokaklarından birinde eski bir cumbalı evdi kiralanan.

Sokubaşı Mahallesi, Antik Bor’un ilk çekirdeği olan yerleşim birimiydi. Bütün tarih ve tarihi evler bu bölgede bulunmaktaydı.

Antik yerleşim bölgelerinin yerleşim alanı, surlarla sınırlanmış olduğundan, ev ve bina yapmak için yer darlığı vardı. Sokakların asgari bir genişliğin olması gerekirdi. Bu nedenle zemin katların duvarları sokağa taşmaz, sokağı daraltmazdı. Ferah evler için, zemin üstü katlar cumbalı olurdu.

Cumbalar, zemin üstündeki katlardan, oda ya da sofanın bina ana bedeninden sokağa doğru dışarı doğru taşan kısmıydı. Bir bakıma günümüzün camlı balkonlarıydı.  

Cumbalar sayesinde, odalarda zengin bir bakış açısı yaratılır, günün her saatinde gün ışığından yararlanma imkânı sağlanırdı.

Tokmaklı bir kapıdan girdiğimiz zemin katın oturmaya uygun olmadığını babamdan öğrenmiştik. Nemli ve yarı karanlık olmaları nedeniyle zemin katlar daha çok depo, ahır, kiler gibi ikincil önemdeki mekânlara ayrılmıştı.

Diğer taraftan İslam toplumundaki aile hayatının gizliliğine verilen öneme göre, mahremiyeti sağlama amacıyla ve iklimsel açıdan dış ortama oldukça kapalı tutuluyordu zemin katlar. 

Sokağı daha iyi görebilme ve algılama açısından üst katlar cumbalarıyla sokağa taşmıştı. Böylelikle, asıl yaşama alanı olan oda ve sofaların boyutları daha çok büyütülebilmiş, ev bu cumbalar sayesinde kendini sokağa bağlayan bir yaşam biçimine kavuşmuştu.

Cumbanın bulunduğu üst kata çıktığımızda, cumbalı oda ile cumbanın bütün duvarlarını ‘’sedir’’ olarak adlandırdığımız ahşap oturma elemanlarının kapladığını gördük. Babam geçtiğimiz haftalarda kiraladığı evimize sedirler de almıştı.

Sedirlerin üzerine eski çaputlardan yapılmış kilimleri serip, duvar tarafına kanaviçe işlemeli kılıfları olan saman doldurulmuş yastıklar yerleştirildi. Sonra da kilimlerin üzerine seyyar minderler konuldu.

Cumbanın sedirlerine de artanlar konulduktan sonra mola verdik. Sevmiştim cumba ve cumbalı kiralık evimizi. Kollarımı yastığa dayayıp, rahatlıkla dışarıya bakabildiğimin farkına vardım. Bu durum daha da hoşuma gitti.

Cumbadan karşıya bakarken kelebekler gibi uçma taklidi yapan uzun saçlı sarışına çalan bizim yaşlarımızda bir kız dikkatimi çekti.

Bir süre sonra tanışacağımız bu kız Bor’daki 29 Ekim İlkokulu’nda arkadaşım olacak olan Filiz’di…

Daha sonraki yıllarda Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nda da arkadaşım olacak olan Filiz’in annesi Nazmiye Teyze ve kardeşi Hasan hala anılarım arasındadır.

15 Ekim 2022 Cumartesi

NİĞDE İLÇESİ BOR KASABASINA TAŞINMA KARARI



29 Haziran 1957 Cumartesi, Mersin…

Dün gece doğru dürüst uyuyamadım. Adeta birer kâbus olan rüyalarımda kendimi Bulgaristan’daki köyümüz Karagözler ’de buluyor ve Kerim dayımla Sakar Balkan’a tırmanıyorduk…

Derken birden Maraş’tan Elbistan’a gitmek için, üstü açık bir kamyon kasasında, diğer göçmenlerle birlikte Gâvur Dağlarına tırmanmaya başlamıştık.

Üzerinde bulunduğumuz kamyon birden stop edip geri kaymaya başlayınca, kamyon kasasından hooop diye atladığımda kendimi Ceyhan pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak buldum.

Bulut gibi çevremi sarıp beni apansız bırakan Akçasaz Bataklıklarının sivrisinekleriyle başa çıkmaya çalışıyordum…

Sarsılarak alaca karanlıkta uyandırıldım…

Bir an için nerede bulunduğumu anımsayamadım. Gözlerimi ovuşturarak şaşkınlıkla etrafıma bakınırken, başımda dikilmiş olan kardeşim Mustafa’yı gördüm. Mustafa,

-Kalk artık birader, simitçi fırınına geç kalacağız.

Dedi. Yorgun ve sersemlemiş olarak doğruldum. Gözlerimi ovuşturarak şaşkınlıkla,

-Sivrisinekler ne oldu Mustafa?

Dedim. Ayakta hayretle bana bakmakta olan Mustafa,

-Hangi sivrisinekler birader, onlar da nereden çıktı?

Dedi ve simit tablasını alarak dışarı çıktı. Birden ayıldım. Mersin Göçmen barakalarındaki sazlardan yapılmış evimizdeydik. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra, simit tablalarımı alarak ben de dışarı çıktım.

Simit fırınına doğru yürürken bir taraftan da karabasan haline gelmiş olan rüyalarımı anlattım Mustafa’ya…

Kendimi oldukça yorgun hissediyordum bütün gece beni uğraştıran karabasanlardan ötürü. Karabasanların nedeni de, dün akşam Niğde Misli Köyü’nden dönen babamın anlattıklarıydı.

İki gün önce babam Niğde Misli Köyüne gitmek zorunda kalmıştı aldığı bir haberden ötürü. Hazinenin bize sadece kullanım hakkını verdiği Misli ’deki mülkiyetsiz tarlalarla ilgi olduğunu söylemişti gitmeden önce. Biz de ‘’hayırdır inşallah’’ Demiştik.

Dün simitlerimizi sattıktan sonra eve döndüğümüzde babam evdeydi. Anamla sessiz ve çaresizce konuşuyorlardı. Elini öperek,

-Hoş geldin baba, hayır mı?

Dedik…

Hayırlı bir sonuçla dönmemişti…

1952 yılında iskân edildiğimiz Misli ’deki, sadece kullanım hakkı verilen mülkiyetsiz tarlaları, bize sunulan yasal süreç içinde kullanmadığımız, köye dönüp ekim dikim yapmadığımız takdirde kullanım haklarını kaybedeceğimiz bildirilmişti babama…

Mülkiyetsiz tarlalarımızın kullanım haklarını kurtarmak için Misli ’ye dönmemiz gerekecekti.

Misli ‘ye dönebilmek için, konaklayacağımız ev dışında, ekili dikili ve hasat edilmiş ürünlerimizin olması gerekiyordu.

Oysa evimiz dışında, yakacak saman ve tezeğimiz bile yoktu…

Evimiz diyordum ama Misli ’den ayrılalı üç yıl olmuştu.

Ev, ev olmaktan çıkmış da olabilirdi…

Babam beni doğruladı. Evin ve avlusunun yeniden yapılanması gerekiyordu. Evi biraz derleyip, toparlamış ve kapısına bir de kilit vurarak gelmişti.

Bu koşullarda köye dönemezdik…

Köye dönmemek için babam kendince bir çözüm üretmişti.

Niğde ili sınırları içinde olmamızın yeterli olacağını düşünmüş, köyümüzün yaklaşık 40 km güney-batısında ve Niğde’nin de 14 km güney-batısında olan Bor kazasında mevsimlik iş bularak, Sokubaşı (Künkbaşı) Mahallesinde Rumlardan kalma cumbalı bir ev kiralamıştı.

Bize yine göç görünmüştü…

Yeni bir mekân, yeni bir ev, okul, arkadaşlar ve tanımadığımız yeni öğretmenler…

Başka seçeneğimiz yoktu…

1957 yılı Temmuz ayı ortalarında Bor’a taşınma kararı aldık Akıncı Ailesi olarak…

Bakalım zaman neler gösterecekti, Bor’a taşınıp görecektik…

14 Ekim 2022 Cuma

İLKOKUL BEŞİNCİ SINIF ÖĞRENCİSİ OLDUM

 


23 Haziran 1957 Pazar, Mersin…

Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu dördüncü sınıfı da başarıyla tamamladık ve 15 Haziran Cumartesi günü öğleden sonra yaz tatiline girdik.

Geriye dönüp baktığımda; 1953-54 Eğitim ve Öğretim yılında, Niğde Misli’ de ilkokula başlamıştım. 1954-55 döneminde ikinci sınıfı Osmaniye’de okuduktan sonra, 1955 yılı haziran ayı sonlarında Mersin’e gelmek zorunda kalmıştık.

Mersin’de, Kuvayi Milliye İlkokulu’nda iki yıl üst üste okumanın ayrıcalığını yaşadık kardeşimle. Okulumuza iyice alışmış, uyum sağlamış ve geniş bir arkadaş çevresi de edinmiştik.

Üstelik ayakkabı boyacılığının yanı sıra susamlı simit, halka tatlısı satarak harçlığımızı çıkarmanın yolunu da öğrenmiş ve ailemizden para istemek zorunda kalmayacak hale gelmiştik.

Özgürleşmiştik yani…

Uzun kumsalları, gizemli koyları ve ardında yükselen Toros dağlarıyla ovalarında portakal çiçeği kokan Mersin’i sevdik. Türkiye’nin en iyi limon ve portakal bahçelerinin bulunduğu, Toros Dağlarının alçak eteklerini üzüm bağlarının sardığı güneş kenti Mersin aynı zamanda fakir fukaranın yanı sıra bizim de ekmek kapımız olmuştu.

ATAŞ Rafinerisi, çırçır ve tekstil fabrikaları ve Uluslararası deniz ulaşımını sağlayan Mersin Limanında on binlerce işçi çalışıyordu. Babam da ATAŞ’ ta çalışmasını sürdürüyordu. İlk kez uzun soluklu bir işi vardı.

Hafta sonu tatillerinde, simitlerimizi satıp ödevlerimizi yaptıktan sonra, bazen Göçmen barakalarındaki arkadaşlarımızla sahile indiğim olurdu. 1950-60’lı yıllarda Mersin sahili alabildiğine bakir kilometrelerce uzanan tertemiz kumsalları vardı.

Güle oynaya gittiğimiz Müftü Deresi Mersin’in batı sınırındaydı. Bazı hafta sonu tatillerinde, Müftü (Efrenk) deresine ulaştıktan sonra, dere boyunca sahilden bir hayli uzaklaştıktan sonra karşılaştığımız Höyüğün Yumuktepe Höyüğü olduğunu öğrenecektim zamanla.

Hafta sonlarından birinde, sahilden oldukça içerideki Höyük ve Höyükteki kalıntılar dikkatimi çekmişti.

Her zaman öğrenmeye meraklı bir çocuk olarak, Kuvayi Milliye İlkokulu Tarih ve Coğrafya öğretmenlerimizden bilgi istemiştim. Öğretmenlerimden edindiğim bilgileri yeterli görmeyince, hiç aksatmadan gittiğim İl Halk Kütüphanesi’nden de bilgi edinmeye çalıştım.

Gördüm ki, Müftü Deresi’nin diğer adını oluşturan “Efrenk”, Mersin şehir merkezinden yaklaşık 40 km içeride, Torosların eteklerindeki Aslanköy’ ün eski adıydı.

Haçlı seferlerinden birinde, orada yerleşip kalan Franklar için İslam akıncılarının koyduğu ad “El Frenk”. Zamanla halk dilinde Efrenk’e dönüşmüştü.

Yumuktepe Höyüğü yanından geçerek denize ulaşan bu akarsu Efrenk ya da Müftü Deresi, günümüzdeki adıyla Aslanköy’ ün Başpınar Mahallesinde doğar. Çok geçmeden Yedigöz’un suyu karışırdı.

Torosların karstik yarıklarında biriktirdiği kar sularını yedi gözeden yeryüzüne çıkardığı Pınarın adıydı Yedigöz. Birleştiğinde bir küçük dere olurdu ki, Şekerce ve Göldeviren’den inen diğer kollarıyla Aslanköy göletini doldururlardı. Aslanköy göletini aşarak, Yumuktepe Höyüğü yanından geçerek sahile ulaşan derenin adı da “Efrenk Deresi” olmuştu. 

Muhtemelen birkaç bin yıl önce, Höyük deniz kenarındaydı. Büyük coğrafyacı, Ord. Prof. Dr. Besim Darkot’un Yumuk Irmağı olarak adlandırdığı günümüzdeki Müftü ya da Efrenk Deresi sürekli alüvyon taşıdığından, höyüğün komşusu olan deniz bölümü alüvyonla dolmuş ve höyük içeride kalmıştı.

Kuvayi Milliye İlkokulu çok yönlü sosyal etkinlikleri olan bir okuldu. Öncelikle, öğrencilerini kitapların dünyasına sokmanın yanı sıra, Milli oyun ekipleri, izci grubu, voleybol takımı ve tiyatro grupları da oluşturmuştu.

Sosyoekonomik durumumuzdan ötürü ben bu etkinliklerden birçoğunda yer alma fırsatı bulamadım. Para harcanması gerekmeyen sahil gezintileri ile İl Halk Kütüphanesi bana yeterli olmuştu geleceğimin alt yapısını hazırlamak için.

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...