zeytin ve peynir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zeytin ve peynir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2022 Pazar

MEVSİMLİK İŞÇİ DİYARI ÇUKUROVA



26 Ağustos 1951 Pazar, Ceyhan…

Çadırımızın açık kalan yanlarından içeri giren Çukurova güneşinin gözlerimi yakıcı ve delici etkisi beni uyanmaya zorluyordu. Biraz daha uyumak istedim. Güneşten kurtulmak için bir taraftan diğer tarafıma döndüm.

Gecemin önemli bir bölümünde Gavur Dağlarındaki felaket yolu üzerine kabusa dönen rüyalar görmüştüm.

Bir tarafımızda uçurum, diğer tarafımızda aniden yükselen dağlar arasında oldukça virajlı yolda her an kamyonumuzun uçuruma yuvarlanacak kaygısı içindeydim.

Nasıl olduysa uçurumlar ortadan kalkmış, bir sivrisinek bulutunun içine girmiştim sanki.

Kan ter içinde uyandığımda kardeşim Mustafa yanımda yatıyordu. Derme çatma bir çadırın içinde, bembeyaz bir pamuk tarlasının içindeydik.

Çevremizdeki bataklıklarda yuvalanmış olan sivrisinek ordusu bütün gece benim gibi diğer muhacirlerin de kanlarımızı emme yarışına girmişlerdi.

İlk kez bu denli kalabalık ve can yakıcı bir sivrisinek ordusuyla karşılaşıyorduk.

Dün sabah Elbistan Hasanköy’deydik. Yaklaşık dört ay önce ise Bulgaristan’da Karagözler Köyündeydik. Olaylar ve yerler baş döndürücü bir hızla gelişmiş, gelişmeye de devam edecekti.

Sivrilerin ısırıklarından kaynaklanan yerleri kaşırken burnuma tandırda pişmiş bazlama kokusu geldi.

Bazlama kokusu, hızla kalkarak çadırdan çıkmama yetti de arttı bile. Anam sabah kahvaltısı için tandırda bazlama pişirmişti. Mis gibi bazlama kokusu vardı ortamda. Ama babam yoktu.

Ana babam nerede?

Dedim, anlattı. Bize kıyamamışlar, bugünlük uyandırmamışlardı. Kahvaltıdan önce, sıcaklar bastırmadan pamuk toplamışlardı babamla birlikte. Anam Elçi’nin getirdiği ekmek ve kahvaltılıklarla erken dönmüştü. Çay demlemiş ve yer sofrası kurmuştu. Babam henüz dönmemişti pamuk tarlasından.

Anamın anlattığına göre, tarla sahibinin temsilcisi ‘’Elçi’’ ya da diğer adıyla ‘’Çavuş’’ iki yardımcısıyla erkenden bir traktörle gelmişlerdi. Bütün ailelere nüfus sayılarına göre ekmek ve kahvaltılık getirmişlerdi.

Traktörün arkasındaki römorkör üzerinde pamuk çuvallarını tartacak bir de kantar bulunuyordu. Sonradan adının Muzaffer olduğunu öğreneceğim üniversite öğrencisi de mevsimlik işçi olup, topladığımız pamukları tartarak hanemize yazacaktı.

Nasırlı ellerle toplanan pamuklar, çuvalı doldurduğunda kantarın yanına getirilip, kantarda görevli Muzaffer Abi tarafından tartılıp not ediliyormuş. Bu işlem akşam tarladan çıkıncaya kadar devam ediyormuş.

Babam gibi diğer aile aileler de, güneş birkaç ağaç boyu yükselinceye kadar, bir iki saatlik çalışmayla topladıkları pamukları kantarda tarttırdıktan sonra traktörün römorkuna yüklemelerinin ardından ancak kahvaltıya oturmak istemişlerdi. Anam,

-Babanız biraz sonra gelir. Mustafa’yı da kaldır Mehmet. Sonra da derede elinizi yüzünüzü yıkayarak kahvaltıya gelin.

Dedi. Mustafa’yı kaldırıp, dere kenarına gittik. Uygun bir yerde zorunlu ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra elimizi yüzümüzü yıkayıp, su kabını da doldurduktan sonra geri döndük. Babam da tarladan gelmiş, yer sofrasında bizi bekliyorlardı.

Yer sofrasına oturduğumuzda, sıcak bazlamaların yanında çay ve zeytin vardı. Anam,

-Peynir de vardı ama yarınki kahvaltıda çıkarırım.

Dedi. Elçi, parasını sonraki ücretlerimizden kesilmek üzere, sabahın erken saatlerinde peynir, zeytin ve çay getirmişti bütün ailelere. 

O yıllarda zeytin ve peynir en ucuz gıda maddeleriydi. ’’zeytin-peynir ekmekle idare ederiz.’’ Cümlesi yoksulluğun dile getirilişiydi.

Torbalarını bellerine bağlayıp günün ilk ışıklarıyla çavuşlarımızın gösterdiği yerlerde pamuk toplayan Karagözlülerin asıl zorlu mesaisi, kahvaltıdan sonra, yakıcı güneşin kendini gösterdiği ve nemin oldukça arttığı saatlerde başlıyordu.

Anam sofrayı toplarken babamla birlikte, bellerimize bağladığımız küçük çuvallarla, beyaz altın olarak bilinen pamuk denizine girdik.

Zoru kolaylaştırmak gerekiyordu...

Üstelik Karagözlüler 4 ay sonra bir araya gelmişlerdi. Elbistan Köylerinden kurtulmanın ve bir araya gelmenin şerefine, Rumeli Türküleri söylenmeye başlandı gelinlik çağındaki kızlarımız tarafından. Giderek analarımız da katıldı bu koroya.

Söylenen türküleri düğün derneklerde de söylemişlerdi analarımız genç kızlarla birlikte. Bir an için zamanda geriye, Mart ayının son günlerine ve Karagözler Köyüne gittim.

Karagözler'de sıkça söylenen ve Rumeli türküleri adı altında toplanan eserler beş yüzyılı aşkın bir Rumeli yaşantısının özetiydi sanki.

Serhat” denilince aklımıza hep Avrupa ile olan sınır boyları gelmekteydi. Bu nedenle bu türkülerin bir bölümü “Serhat Türküleri” adı altında toplanmıştı ki, “Kahramanlık Türküleri” olarak anılmaktaydı.

Söylenmekte olan Rumeli Türküleri ile kendimi Serhat boylarında varsaymış, Karagözler Köyünün kokusunu hissetmiştim.

Benimle birlikte bu duyguyu hisseden yaşıtlarımla, kafalarımızı kaldırmadan topladığımız pamukları bellerimize bağladığımız çuvalların içine koyma yarışına girdik. Yaşıtlarımızla yarışıyorduk adeta. Oyun haline getirmiştik pamuk toplamayı.

Ne var ki nefeslenmek istediğimiz anlarda güneşten korunmamızı sağlayacak gölgelik, gölge yapacak ağaç yoktu.

Dümdüz bir araziye sahip Çukur Ovasındaki pamuk tarlalarında güneş yükseldikçe kavurucu sıcaklar tepemize vuruyordu. Sanki kafatasımızı delip, beynimizin içine işliyordu.

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen herkes gücü oranında pamuk toplama işine sürdürüyordu, sürdürecekti. Sürdürmek zorunluydu çünkü topladığımız pamuğun ağırlığına göre ücret alacaktık.

Sıcakların iyice bastırdığı öğle saatlerinde ara verildi. Doldurduğumuz çuvalları kantarda tartan görevli Akıncı Ailesi adına kaydettikten sonra çadırımıza döndük.

Derme çatma da olsa, dün akşam kurulan çadırlarımızın gölgelerine sığındık. Bir süre çadırların gölgesinde dinlendik.

Bütün yaşıtlarım biraz olsun güneşten kurtulmanın keyfini çıkarırken analarımız öğle yemeği için bir şeyler hazırlamaya başlamıştı.  Allah ne verdiyse onlar konacaktı öğle sofrasına.

Kardeşimle bana da dereden su getirme görevi düştü.  Dereye su almaya gittik. Döndüğümüzde yer sofrasında yerimizi alarak karnımızı doyurduk.

İkindiye kadar dinlenme molası verilmişti.  Güneşin etkisinin nispeten azaldığı ikindiden sonra tekrar daldık pamuk denizine. İlk günün hevesiyle var gücümüzle çalıştık.

Havanın kararmaya başladığı saat 21’e kadar toplanan pamuklar göz doldurmuştu. Akıncı Ailesi adına kaydedilen pamuk miktarı yüzümüzü güldürmüştü.

Akşam yemeğinden sonra benim gibi diğer çocuklarda yataklarımıza uzandığımızda yorulduğumuzun farkına bile varamadan, derin bir uykuya dalmıştım.  


BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...