Bulgar asimilasyonu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bulgar asimilasyonu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ağustos 2023 Salı

AYVAZ GÖKDEMİR İLE TANIŞIYORUZ

23 Şubat 1964 Pazar, 2. akşam etüdü...

Maltepe Demirtepe'deki geçici binamızda, akşam ikinci etüdündeyiz. Yarınki derslerin ödevleri bitirilmiş, sınıfta hafif seslerle koyu bir muhabbet başlamıştı.

Derken kapı açıldı. Uzun boylu sayılabilecek, oldukça yakışıklı, güler yüzlü ve güven duygusu veren biri girdi sınıfımıza.

Şaşkın bakışlarla kendisine bakan bizleri bir süre süzdükten sonra,

''Ben ağabeylerinizden biri, Ayvaz Gökdemir. Siz kardeşlerimle tanışmak ve herhangi bir isteğiniz, ihtiyacınız var mı? Diye sormaya geldim.

Ankara Üniversitesi Dil ve Coğrafya Fakültesi öğrencisiyim. Hazırlık liselerinin tedrisatından geçmiş biri olarak, yardımcı olabilir miyim diye geldim.

Biliyorsunuz, bu millet bizi bağrına bastı. Önce Yatılı Öğretmen Okullarında, şimdi Ankara Yüksek Öğretmen Okulu'nda eğitim ve öğrenim görmemiz için her türlü fedakarlığı yapıyor, yapmayı da sürdürecek.

Bizler de bunun karşılığını, öncelikle, sınıflarımızda başarılı öğrenciler olarak ödeyeceğiz. Sonra da kazandığımız fakültelerde, başarılı olmanın yanı sıra, birer Milliyetçi olarak mezun olacağız.''

Ayvaz Gökdemir'in güçlü bir hitabet gücü vardı. İlk 5 dakikada sınıfımızı avucu içine almış, soluksuz kendisini dinlememizi sağlamıştı.

Konuşmasına bir süre ara verdikten sonra,

''Biraz da Milliyet ve Milliyetçilik kavramı üzerinde durmak istiyorum.''

Diyerek konuşmasını sürdürdü.

''Ziya Gökalp Milleti; dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden meydana gelmiş bulunan bir topluluk” olarak görmektedir.

Zaten Türk köylüsü de Milleti, “dili dilime, dini dinime uyan” biçimde tanımlamaktadır.

Ben de milliyetçiliği, sosyolojik ve psikolojik bir olgu olarak kabul ediyorum.

Milliyetçilik, kökü insan ruhunun derinliklerine ulaşan, insana sağlıklı bir kişilik ve emin bir kimlik kazandıran psikolojik ve sosyal bir gerekliliktir.”

Doğaldır ki, insan psikolojisinin ve topluluk yaşamının sadece doğal bir sonucu değil, aynı zamanda bir ”gerekliliktir”tir milliyetçilik.

Herhangi bir nedenle milliyetçiliği reddedenler,

“…bunalımda olanlardır. Kişinin bir topluma aidiyet hissinde görülen belirsizlik, kültür karışıklığı demek olan kozmopolitliktir ve bu bir psiko-sosyal hastalıktır.”

Kişinin milliyet duygusundan uzaklaştırılması, millî kültürlerin bozulması ve yozlaştırılması, insan doğasının bir bakıma tahribidir.

Millet, milliyet ve millî kültür aleyhtarı tutum ve davranışlar, ya bir suikastın, yahut da patolojik bir hâlin ifadesidir.”

Ayvaz Gökdemir'e göre, Milli Duygu ya da Milliyet Duygusu yeterli değildir. Milliyetçilikte, kişinin yeni bilgiler edinmesini ve deneyimlerinden ders çıkarmasını sağlayan  bir “şuura” sahip olması gerekir.

Milliyetçilik; aslını, neslini, cinsini, cibilliyetini bilmektir. Fert ve toplum olarak bir şahsiyet ve izzetinefis sahibi olmaktır.

Başka bir deyişle, hangi milletten olduğunu bilmek, milletini sevmek ve onun amaçlarını gerçekleştirmektir.

Sadece ülkemi ve milletimi seviyorum demek yetmez. Milletimizin iç ve dış tehlikelerden korunması ve gelişmesi için çalışmak, çalışmak ve yeni bilgiler edinilmesi gerekir.

Demişti ki etüd bitiş zili çaldı.

Bir başka akşam devam etmek üzere, iyi geceler kardeşlerim...Unutmadan söyleyeyim. Herhangibir sıkıntılı durumunuzda bana ve arkadaşlarıma çekinmeden ulaşabilirsiniz.

Dedi ve gitti. 

Ardından bir süre baktıktan sonra, zamanda geriye, 1951 yılına gittim. Bulgar Asimilasyonundan kurtulmanın yanı sıra milliyetimizi ve dinimizi kurtarmak amacıyla, bedelsiz olarak, bütün mal varlığımızı bırakarak Türkiye'ye göçmüştük.

Sevmiştim Ayvaz Gökdemir'i. Duygularıma tercüman olmuştu. Sonraki buluşmayı heyecanla beklemeliydim...

7 Mart 2022 Pazartesi

DÖNDURUCU BİR MART SABAHI

 

5 Mart 1951 Pazartesi, Karagözler…

Alaca karanlıkta gözümü araladığımda, anam evdeki sobayı çoktan yakmış, bir köşede babam sabah namazını kılıyordu. 

Odun sobasının önündeki hava deliğinden  çıkan ateşin alevi beyaz badanalı duvara, duvardan da tavana yansıyarak odayı aydınlatıyordu. Kuzine sobasıydı yanan…

Üzerine en az iki tencere sığan kuzine sobaların fırınları da vardı. Ekmek, börek, yemek pişirmenin yanı sıra mükemmel ısınma araçlarıydı kuzineler…

Gerinerek yan döndüm. Biraz daha uyumak istiyordum. İstiyordum ama uykum bitmişti…Hiç tanıma fırsatı bulamadığım, vefat eden Durgud Dedemden kalma evimizdeki kuzineli odada yatıyorduk.

Üç odalı bir evdi dedemden kalan. Sadece yattığımız  odada soba yanıyordu. Kışın hem oturma hem de yatak odası olarak kullandığımız kuzineli odaya   serilmiş  olan yataklarda üç kardeş yan yana yatıyorduk.

Kardeşlerimden Mustafa 5 yaşında, Şaban  ise 2  yaşındaydı.

Babam Ahmet ve anam Emine ile birlikte 5 kişilik bir aileydik…

*****

Babaannem ile dedemi hiç tanımadım. İkisi de bizler doğmadan vefat etmişlerdi.

Babamın babası Mustafa Durgud dedem köyde varlıklı birisiymiş, soyağacı ”Durgud” sülalesi olarak bilinirmiş.

Rahmetli anamın deyimiyle dedem ”Deli Durgud” olarak anılırmış köylüler tarafından.

Durgud dedemizden kalma Evimiz kerpiç duvarlıydı. Çamurla sıvanmış ve değişik renklerdeki toprakla boyanmıştı. 

Odaların zeminindeki tahta üzerine hasır, üstünde de kilim serilmişti. Odaların duvar diplerinde, 5 yastık ve 3 minderden oluşan berde takımları kullanılmıştı.

Genellikle odaların kapı arkalarında perde ile kapatılmış üçgen raflar bulunurdu. Duvarlardan biri boydan boya  ahşaptan yüklük dolabı olarak düzenlenirdi. Kalktıktan sonra yataklar buraya konulurdu.

Kışın bizim yattığımız odanın duvarlarından birinde uzun bardak rafı,  peçe ve soba borusu bacası olurdu.

Bir başka duvarda ise gösterişli  nitelikli eşyanın konulacağı özel raflar ve  çiçeklik olarak da kullanılan, evin salonuna bakan küçük bir pencere bulunurdu.

*****

Babamın namazı bitirdiğini gören anam, “kalkın artık, kahvaltı edilecek, ev süpürülecek ve hazırlıklar yapılacak” dediyse de  ancak soba iyice harlayınca kalkıp giyindik.

Kara şalvar, evde örülmüş yün kazak ve  yün çorap…

İlkbahar başlangıcı Mart ayı olmasına rağmen, sanki Kara kışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Pek görülmeyen bir durumdu…Kar ve tipi yüzünden evden pek çıkamadığımız zamanlardı.

Böyle bir havada neyin hazırlığı yapılacaktı? Anlatmamışlardı yapmakta oldukları hazırlıkları. Sabah kahvaltısından sonra babam ”arkadaşlarla göç hazırlıklarını görüşeceğiz.” Diyerek evden ayrıldı.

-Neyin hazırlığı yapılacak ana ?

-Göç var yavrularım göç...

 Dedi anam.

Göç nedir bilmiyordum ki, anamın söylediklerinden bir anlam  çıkaramadım. Mahalle arkadaşlarımla kartopu oynamak için  dışarı çıktım…



BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...