Mersin Devlet Hastanesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mersin Devlet Hastanesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ekim 2022 Cumartesi

İLKOKUL 3. SINIF ÖĞRENCİSİ OLDUM

 

5 Kasım 1955 Cumartesi, Mersin…

Kuvayi Milliye İlkokulu’na başlayalı yaklaşık 6 hafta olmuş...

Zaman nasıl da çabuk geçiyor. Bu süre içinde okulu ve öğretmenlerimizi tanıdık. Sınıfımızdaki öğrencilerin bir bölümü zaten Göçmen barakalarından arkadaşımızdı. Uyum konusunda zorluk çekmedik.

Anam hala Mersin Devlet Hastanesinde tedavi görüyor. Hastane, evimize okulumuzdan daha yakın, sıkça ziyaretine gidiyoruz. Nenem anamın yokluğunu hissettirmemeye çalışıyor.

Bazı sabahlar bize kahvaltı hazırlamış oluyor. Biz de ona satamadığımız, elimizde kalan simitlerden veriyoruz kahvaltılık olarak. Babam henüz sürekli bir iş bulabilmiş değil. Günübirlik işçi statüsünde…

Babamızdan harçlık isteyip, zora sokmamak için simit satışlarımız devam ediyor. Tanyerinde fırından aldığımız simitleri saat 07,30’a kadar satmaya çalışıyoruz.

Saat 07,30’da eve gelip, satamadığımız simitleri okul sonrasına bırakıyoruz. Simit, peynir ve çay üçlüsüyle kahvaltımızı yapıyor, önlüklerimizi giyerek okula gidiyoruz.

Öğretmenlerimiz harika…

Derslerimiz zevkli geçiyor. Sınıfımızdaki öğrencilerin büyük çoğunluğu öğrenme sevdalısı. Bunun farkına varan öğretmenlerimiz de öğretme sevdalısı.   

Derslerin sona ermesiyle eve geliyor, karnımızı doyuruyor ve öncelikle ödevlerimizi yapıyoruz. Ödevlerimiz bittikten sonra da sabah satamadığımız simitlere odaklanıyoruz. 

Üzerlerini nemli bir tülbentle örttüğümüz  simitler taze gibi oluyor. Satmak üzere Yoğurt Pazarı ve çevresine gidiyoruz. Hala satamadıklarımız olursa ertesi sabah kahvaltısında simit, peynir, çay üçlüsü yapıyoruz.

Ödevlerimizi günü gününe yaptığımız için, Cumartesi Pazar günleri bol zamanımız oluyor.

Simit satışlarından sonra kalan zamanlarımızda Mersin Halk Kütüphanesi’ne gidiyorum. Derslerimizle ilgili kaynaklar varsa, önce onları gözden geçiriyorum. Yoksa, ben daha çok Jules Verne gibi yazarların bilim kurgu kitaplarını okuyorum.

Aya Seyahat, Deniz altında yirmi bin fersah, Bir Milli Piyango Bileti gibi kitaplar hoşuma gidiyor. Ufkum genişliyor. Hayallere dalıyorum. Bilgi edinme hırsım artıyor.

Özellikle Pazar günleri, sabah simitlerimizi sattıktan sonra arkadaşlarımızla sahile iniyor, denize giriyoruz. Yüzmeyi öğrendik bu arada. Bazen de yürüyüş yapıyoruz. Müftü deresi ve ötesine kadar gittiğimiz zamanlar oluyor.

Sosyal Bilgiler derslerinden öğrendiklerimize göre, Mersin Türkiye'nin en uzun kumsallarına ve en güzel koylarından bazılarına ev sahipliği yapıyor. Kıyılarının toplam uzunluğu yaklaşık 320 km olan Mersin kıyılarının 108 kilometresi ise doğal kum plajlarından oluşuyor.

1955'li yıllarda Mersin sahili alabildiğine bakir ve kilometrelerce uzanan tertemiz kumsalları var.

Bazen bu tertemiz kumsallarda oturup hayaller kuruyorum, kuruyoruz. Jules Verne’inin ‘’Deniz altında yirmi bin fersah’’ adlı kitabı hayallerimde canlanıyor, alıp götürüyor beni denizin engin derinliklerine.

Denizin derinliklerinde bambaşka bir dünya sarıp, sarmalıyor beni. Kendimi özgür ve mutlu hissediyorum.

Hayallerimden ayrıldığımda ise ‘’Hayat güzel be Akıncı’’ diyorum kendi kendime…





8 Ağustos 2022 Pazartesi

MERSİN DEVLET HASTAHANESİ 1955

 


21 Haziran 1955 Salı, Mersin…

Dün, Göçmen Barakalarındaki tek odalı sazdan yapılmış evimize yerleştik.

Osmaniye-Mersin arasındaki taşınmanın verdiği yorgunlukla, saat 21:00 sularında girdiğim yatakta adeta sızmışım.

Rüyamda anam kahvaltı hazırlamış,

-Mehmeeet…Mustafaaa…Kalkın artık.

Diyordu. Ben öyle algılamıştım.

-Ana biraz daha uyumak istiyorum.

Demiştim ki Mustafa beni sarsarak,

-hadi kalk artık birader. Nenem bizi bekliyor.

Dedi. Nenem de nereden çıktı derken zorla araladığım gözlerim sazdan bir barakada olduğumu anlamama yetti. Kardeşim Mustafa giyiniyordu.

Önümüzdeki barakada kalmakta olan nenem ‘’anasız kuzularım’’ diyerek hazırladığı sabah kahvaltısına bizleri çağırıyordu.

Hüseyin, Kerim, Yusuf ve Mustafa dayılarım erkenden evden çıkmışlardı. Kerim ile Yusuf dayım çırçır fabrikasında iş buldukları için, Hüseyin ile Mustafa dayım günübirlik iş bulmak için gitmişlerdi.

Kahvaltıdan sonra babam,

-Mehmet, Mustafa bu gün hastaneye, ananızı ziyarete gideceğiz. Bir yerlere ayrılmayın, saat 13,oo’de buralarda olun.

Dedi ve çıktı.

Hastane ziyaretleri saat 13,30 ile 14,30 arasında olurdu. Saat 13,00 e kadar çok zaman vardı.

Saat 13:00'e kadar evi sildik, süpürdük ve içecek su getirdik çevredeki çeşmelerden.

Babam tam saatinde geldi. Göçmen barakalarının yaklaşık 500 metre batısında bulunan hastaneye yaklaşık 5 dakikada ulaştık ve saat 13,30’da içeri girdik.

Anam birinci katta 10 kişilik bir hastane koğuşunda yatıyordu. Yataklar sürgülü bez perdelerle birbirinden ayrılmıştı.

-Herkese geçmiş olsun.

Diyerek yaklaştık anama. Bizleri görünce yüzü aydınlandı ve gözleri parladı. Yaklaşık iki aydır görmüyorduk anamı. Benim de sevinçten gözlerim yaşarmıştı.

Görevli hemşirenin uyarısıyla, elini öpemediğimiz gibi biraz da mesafeli kaldık.

Yatanların hepsinin verem teşhisiyle geldiğini söyleyen görevli hemşire,  

-Ne de olsa ince hastalık bulaşıcıdır. Tedbirli olunması gerekiyor. Bizler de, hastaların arasına sürgülü perdeler çekerek tedbir aldık.

-Hastalar birbirini görmeden konuşabilir, bazen de bizleri çağırarak diğer hastalara yardım etmiş olurlar.

Dedi ve bizleri anamla başbaşa bıraktı.

Babam aldıklarını anamın başucundaki çekmeceye koydu, başka bir ihtiyacının olup, olmadığını sordu. Anam da olmadığını söyledi.

İki ay öncesine göre anamı bir hayli toparlanmış gördüm. Bakımında görevli hemşireden edindiğimiz bilgilere göre, kan tükürmez olmuştu. Eskisi gibi ateşi çıkmaz olmuştu. Tedavi olumlu sonuç vermişti. Ne var ki bir süre daha hastanede yatması gerekiyordu.

Sonraki günlerde Mersin Halk Kitaplığında yaptığım araştırmalara göre, 1900’lü  yıllarda Mersin, sıtma ve verem hastalıklarının kol gezdiği, henüz kentleşmemiş köy tipinde bir yerleşim yeriydi.

İlk hastane inşaatına 1907 yılında başlanmıştı.

O tarihlerde Mersin Belediye Başkanı olan Hamit Hayfavi’nin ve halkın yardımları ile devam eden inşaat, Hamit Hayfavi’den sonra Belediye Başkanı olan Hacı Bey’in belediyenin mali katkılarını da sağlamasıyla, 1908 yılında hastane tamamlanmıştı.

İlk açılışında 40 yataklı olan hastanenin, tedavi gören bir Avusturyalının 100 altın lira bağışta bulunmasıyla, bahçe ve çevre duvarları yapılmıştı.

1923 yılında Zührevi hastalıklar bölümü, 1932 yılında Verem bölümü hizmete girmişti. 

1930’lu yıllarda bazı evlerin kapısında sarı bir kağıt bulunması Mersin’de sıkça rastlanan bir uygulamaydı.

Sarı kağıtta ” Bu evde sâri hastalık var” yazılmaktaydı.

Bu ‘’sâri hastalık’’ deyimi, her bulaşıcı hastalık için söylense de, en çok veremli olanlar için kullanılırdı.

Hastalığın yayılmasını önlemek için başvurulan bir uygulamaydı. Bir bakıma, üstü örtülü karantina uygulamasıydı aslında.

Halk arasında ince hastalık olarak tanımlanıyordu verem. Tedavisi için hastalara; bol gıdanın yanı sıra açık hava tavsiye edilir, kuvvet iğneleri yapılır, kalsiyum hapları verilirdi.

Anamın yatmakta olduğu Devlet Hastanesinin çevresinde portakal bahçeleri vardı. Veremliler için uygun bir ortamdı.

1938 yılında da hastanede Kadın Hastalıkları – Doğum bölümü hizmete girmişti. Bu tarihte hastane 50 yatak kapasitesine ulaştığı gibi bir adet röntgen cihazına da sahip olmuştu. 

İkinci Dünya Savaşından sonra Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bağlanan hastane, Devlet Hastanesi adını almış, 1945-1955 yılları arasında inşa edilen ek hizmet binaları ile genişletilmişti.

Yarım saatlik bir ziyaretten sonra hastaneden ayrıldık. Anamın tez elden sağlığına kavuşarak evimize dönmesi için dualar ettik kardeşimle.

Bekleyip, görecektik…

7 Ağustos 2022 Pazar

MERSİN TREN GARI 1955

 


20 Haziran 1955 Pazartesi, Mersin…

Bu sabah Osmaniye Mamure Tren garından başlayan yolculuğumuz Ceyhan, Yüreğir, Adana, Yenice, Tarsus rotası izlenerek, saat 14:00 sularında Mersin Garı’nda son buldu.

Vagondan eşyalarınızı indirdikten sonra gar ve çevresiyle ilgilenme fırsatı buldum.

Oldukça küçük bir tren garıyla karşılaşmıştım.

Güneyinde bir kilise ve daha ilerisinde Akdeniz sahili görünüyordu. Kuzeyinde, Toroslara doğru alabildiğine açık olan bölgede portakal bahçeleri vardı.

Babam kuzeybatıyı işaret ederek anamın yatmakta olduğu Mersin Devlet Hastanesi’ni gösterdikten sonra, Hastanenin yaklaşık 500 metre doğusundaki Göçmen Barakalarını gösterdi.

Göçmen barakalarına yerleşecektik.

Dikkatimi babamdan ayırarak Gar ve çevresine yoğunlaştım.

Garın yaklaşık 500 metre güneyinde Akdeniz sahili bulunmaktaydı. Günümüzde aynı yerde Mersin Uluslararası Liman İşletmesiyle Atatürk Parkı yer almaktadır.

Bir bakıma, tren garı ile sahil arasındaki bölge ticaretin kalbinin attığı yerleşim birimiydi.

Diğer taraftan Kiliselerin, sinagogların ve Ulu Cami’nin de yer aldığı bir alandı. Hem ticari hem de manevi bir bölgeyi temsil ediyordu.

Batısında, sahilde Gümrük Binası ve mal boşaltan mavnalar vardı.

Gar binasının güneyinden, Gümrük Meydanı’nın yanı sıra, Adana ve Tarsus’tan gelen malların fabrikalara kolay ulaştırılması için, Mesudiye Mahallesi ile Soğuksu Caddesi’nde bulunan Bodoski’ye ait fabrikalara dekovil hattı döşenmişti.

Sevmiştim tren garını. Dumanlarını çıkarıp, soluyarak ve kıvrılan bir yılan gibi gara giren kara trenleri severdim.

Oysa pamuk tarlalarında çalışırken kızmıştım çıkardıkları dumanların yağmura neden olduklarını düşünerek. 

Sonraki günlerde, Mersin İl Halk Kütüphanesindeki Mersin’i tanıtıcı kitaplardan öğrendiğime  göre,  eski garın açılış gününde Mersinliler istasyonu doldurmuşlardı.

Tren lokomotifini ve vagonlarını ilk kez göreceklerdi.

Düdüğünü çalarak soluya soluya, bütün heybetiyle istasyona giren lokomotif ve vagonlarını devasa bir çıngıraklı yılana benzeten halk çil yavrusu gibi dağılıp kaçmışlardı.  

Korkularından lokomotif ve vagonlara yaklaşmamışlar, bu garip aracı uzaktan izlemekle yetinmişlerdi.  

Yaklaşmadıkları gibi ilk günler trene kimseler binmemiş, Mersin-Adana arasında vagonlar boş gidip gelmişti. İşletme zarara uğramıştı.  

Trenleri işleten şirket, trene alıştırabilmek için bir ay süreyle halkı ücretsiz taşımıştı. Sonraları da Mersinliler düşük ücretlerle tren yolculuğuna alıştırılmıştı. 

Mersin oldukça önemli bir ticari merkez olmak üzereydi. Bu nedenle, Mersin Tren Garının ilk hizmete girdiği yıllarda başta Amerika Almanya, Fransa, İngiltere ve Rusya olmak üzere, Mersin’de 12 ülkenin konsolosluğu açılacaktı.




5 Ağustos 2022 Cuma

OSMANİYE'DEN MERSİN'E GÖÇ KARARI

 


20 Haziran 1955 Pazartesi, Osmaniye…

   17 Haziran Cuma günü karnelerimizi almış, okullar da yaz tatiline girmişlerdi.

Osmaniye sağlık kuruluşlarında yeterli donanım olmadığı gerekçesiyle anamın Mersin Devlet Hastanesi’ne sevkinden sonra kendi başımızın çaresine baktığımız gibi, okul ödevlerimizi de hiç aksatmadan yapmıştık.

   Başta sınıf öğretmenimiz olmak üzere, durumumuzu yakından izleyen öğretmenlerimiz vardı. Kardeşimle bana her türlü yardımı yaptıkları gibi kolaylıklar da sağladılar Ufak tefek hatalarımızı görmezden geldiler.

  Okuldaki bu olumlu şartların da etkisiyle 1954-55 Eğitim ve Öğretim yılının ikinci dönemini de başarı ile tamamladık ve üçüncü sınıf olduk.

  Okulun tatile girmesiyle birlikte babam, işten geldiği Cumartesi akşamı kardeşimle bana, anamın Mersin Devlet Hastanesindeki tedavisinin oldukça uzun süreceğini, Mersin’e göç etmemiz gerektiğini söyledi

 Alıştığımız Karaçay Mahallesi, Karaçay Deresi, okulumuz ve arkadaşlarımızdan ayrılmak bizi hüzünlendirecek olsa da başka seçeneğimiz yoktu. Kabullendik…

   Osmaniye Karaçay kıyısındaki, kiralık da olsa, evimizi ve ev sahibini de sevmiştik. Ev sahibimiz Halil Amca ile eşi Ayşe Teyze Mustafa ile beni çocuklarıymışız gibi sevmiş ve adeta korumaya almıştı. Ayrılmak zor olacaktı…

  Ayrıca iyi anlaştığımız arkadaşlarımız da olmuştu.

Mersin yeni bir bilinmezdi bizim için.

Yeni bir çevre, yeni bir okul ve arkadaşlar. Üstelik hastanede olan ve ne zaman iyileşeceği bilinmeyen anam…

Üzgün ve kırılgan olduğumuzu gören babam Mersin’e yabancılık çekmeyeceğimizi söyledi.

Misli ‘den sonra Bursa Karacabey taraflarına giden anneannem ve dayılarım da Mersin’e gelmişlerdi.

Bu haber içimizi ferahlattı biraz. Cemile teyzem, Karagöz Soyadını alan ve Karacabey’e yerleşen aileye gelin gitmişti.

  İstemeyerek de olsa, arkadaşlarımız ve bize çocukları gibi sahip çıkan ev sahibi ve komşularımızla vedalaştık.

Yine Ev sahibimizin yardımıyla tutulan bir arabaya yüklenen eşyalarımızla Osmaniye Mamure Tren istasyonuna gittik.

  Mamure Tren İstasyonu oldukça büyük ve heybetli bir yapıydı. Bir o kadar da sağlam görünüyordu. Hayranlık duydum.

Hayranlık duyduğum Mamure tren istasyonunun Osmanlı döneminde, 1898 yılında İstanbul-Bağdat tren yolu kapsamında Almanlar tarafından yapılmış olduğunu öğrendim görevlilerden.

  Her zaman meraklı, öğrenmeye istekli bir çocuk olmam bazen başımı belaya sokuyorsa da genelde olumlu sonuçlar doğuruyordu.

  Hayranlıkla seyrettiğim istasyonda, yaklaşık bir saat bekledikten sonra gelen kara tren vagonlarından birine eşyalarımız yüklendi ve Mersin’e yolculuk başladı.

 Osmaniye, Ceyhan, Yüreğir, Adana, Yenice, Tarsus rotası izlenerek, yaklaşık 5-6 saat yolculuktan sonra Mersin Garına ulaşacaktık.

Mersinli olacaktık böylece...

 

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...