Haydarpaşa Garı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Haydarpaşa Garı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2023 Perşembe

ASYA KITASINDAN ÇIKIŞ KAPISI HAYDARPAŞA


11 Eylül 1961 Pazartesi, Haydarpaşa…

İlk kez 1951 yılın Nisan ayının 26’sında, Bulgaristan'dan göç sırasında, Edirne’den Maraş Elbistan köylerine giderken görmüştüm Haydarpaşa Garını. 10 yıl sonra Üç imparatorluğa başkentlik yapmış bu tarihi ve gizemli kentle buluşmamı sağlayacaktı Haydarpaşa Garı.

Köyden kente göçün sembolü haline gelen Haydarpaşa Garı, henüz otobanların tam anlamıyla hayatımıza girmediği günlerde gurbetçilerin İstanbul’a varış noktasıydı.

Sıralanmış peronlar onlarca yıldır coşkulu kavuşmalara sahne olduğu gibi, sessiz ayrılıklara ve hayallerin yıkılmasına da tanıklık etmişti.

On yıl önce hüzünlü ayrılıklara sahne olan Haydarpaşa Garı bu kez benim için, İstanbul ile, coşkulu bir kavuşma sağlamıştı.

Kara trenden inip, elimdeki tahta bavulla Haydarpaşa Garı’na girdim. Bu anıtsal binanın içinde bir süre dolaştım. Garı’nın tavanlarındaki sanat eserlerini hayranlıkla gözden geçirdikten sonra dışarı çıkarak merdivenlerin üstünden Marmara Denizi ve Tarihi Yarımada’ya baktım.

Yıllar sonra farkına varacaktım. Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları şiirindeki ‘’Bir adam’’ gibi ‘’ben de, merdivenlerde duruyordum, bir şeyler düşünerek…’’

Haydarpaşa Garında

 1941 baharı saat on beş

 merdivenlerin üstünde güneş

yorgunluk ve telaş 

Bir adam

       merdivenlerde duruyor

                                  bir şeyler düşünerek   

                                                          (Nazım Hikmet)

Düşündüğüm şey, Çapa semtine ve Çapa Öğretmen Okuluna nasıl gideceğim konusuydu.

Bir süre Marmara denizi ve Tarihi Yarımada’yı seyrettikten sonra, Marmara kıyısına giderek geri döndüm ve beni İstanbul’la buluşturan tarihi ve anıtsal binaya baktım.

Benim gibi yolculuk etmiş çoğu insanın, İstanbul’un o muhteşem manzarası ile ilk tanıştığı yer olan gar binasının aslında klasik bir Alman mimari örneği olduğunu öğrenecektim sonraki günlerde. 

Haydarpaşa Garı’na kuş bakışı bakıldığında, bir bacağı uzun, diğer bacağı kısa bir “U” harfi şeklinde olduğu görülür.  Demişti sonraki günlerde Çapa İlköğretmen Okulu’ndaki tarih öğretmenimiz.

Haydarpaşa Garının içinde, kısa ve uzun bacakların arasında, geniş ve yüksek tavanlı odalar yer alıyordu. Zamanında bu odaların tavanları da ayrı bir sanat eseriydi.

Her bir odanın tavanında el işi göz nuru nakışlar vardı. Ama daha sonra üstleri sıvanmış ve bugün bu kalem işi nakışlardan bazılarını gardaki odaların sadece birinde görmek mümkünmüş. Mümkünmüş diyorum, herkes gibi ben de göremedim.

Odanın tavanının dört köşesine, TCDD’nin amblemi olan kanatlı tren tekerlekleri orijinal hâli ile resmedilmişti.

Haydarpaşa Garı 1906 yılında, İstanbul-Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak düşünülmüş ve yapımına başlanmıştı.

İki Alman mimar ve 1 500 İtalyan taş ustasının iki yıllık çalışması sonucu, 1908 yılında tamamlanan ve aynı yıl 19 Mayıs’ta hizmete açılan binada Hereke’ den getirilen açık pembe renkli granit taşlar kullanılmıştı. 

Padişah III. Selim, kendi adını taşıyan Selimiye Kışlası’nın yapımında çok emeği geçen Haydar Paşa’ya jest olarak, bu binanın bulunduğu semte ve civarına Haydarpaşa denmesine karar vermişti. 

Zemin kat ve asma katlarda Lefke-Osmaneli taşından cephe kaplaması kullanılmış. Bu kaplama yeni yapıldığında açık sarı renkteymiş. Binanın Selimiye tarafına bakan yanının bazı kısımları taş kaplama, bazı kısımları da sıvalı.

Saçak kornişiyle, ikinci ve üçüncü kat kornişleri içinde kalan bölümde ahşap dikdörtgen pencereler bulunduğunu öğrenmiştim sonraki yıllarda.

Pencereler arasında dikdörtgen süs kolonları yer alıyordu. Ayrıca dış cephe çeşitli geometrik desenler ve çiçek desenleriyle süslenmişti.

Binanın denize bakan tarafında ise binanın her iki ucuna denk gelen yerlerde dairesel kuleler var ve bu kuleler tabandan çatıya doğru daralıyordu.

Çok sağlam inşa edilmiş olan gar binasının şiddetli bir depremde bile zarar görme ihtimali yok denecek kadar az olduğu söylenmişti.

Binanın çatısı ahşap ve klasik Alman mimarisinde çok sık kullanılan bir tarz olan ‘dik çatı’ şeklinde yapılmıştı.

İstanbul’la ikinci kez buluşmamı sağlayan tarihi ve Anıtsal Haydarpaşa Garı’nı içselleştirdikten sonra Haydarpaşa Vapur İskelesi’nde, beni Eminönü’ne götürecek olan şehir hatları vapurlarından birini beklemeye başladım.

Yarım saat sonra gelen vapura binerek, Asya Kıtasından Avrupa Kıtasına geçtim...

18 Mart 2022 Cuma

MARAŞ DEDİKLERİ YER NERESİ Kİ

 


3 Mayıs 1951 Perşembe, Maraş…

Uzunca çalan tren düdüğü ile gözlerimi açtım... Konuşmalardan, Maraş garına girmekte olduğumuzu anladım.

Gelenek ve göreneklerini bilmediğimiz, zorunlu olarak geldiğimiz, gurbetlik duygumuzun ağırlaştığı Maraş’taydık sonunda.

Köyümden, anam ve babamdan beni koparan Maraş’ı sevmemiştim çocuk aklımla…

İnsanların doğup büyüdükleri yerler, akrabalar, arkadaşlar ve anılarla kopmaz bağları vardır.  Yerinden, evinden ayrılan kişi kendini gurbette hisseder. Kalbi hasretle dolar. Doğduğu yere, anılarına, topraklarına dönmek ister.  Maraş’a inince aynen bu duyguları yaşadık Karagözlülerle.

Üstüne üstlük ‘’İnce hastalık teşhisiyle’’ anamın ve ona eşlik edecek babamın da Edirne’de kalmış olması katmerleştirmişti içimdeki gurbetlik duygusunu.

*****

Bilinemeyenlenler... Gizemli 0lanlar, gizemli yerler korkutur insanları... hakkında hiçbir şey bilmediğimiz Maraş dedikleri yere gelirken biz de korktuk.

Maraş yolculuğunda geriye, geçmiş yıllara gitmişti Halil Dedem. Güngörmüş biriydi... Balkanlar hakkında dinledikleriyle bilgi sahibi olanlardandı. 

Bulgaristan, Türklerin en yoğun yaşadıkları Balkan ülkesiydi. Savaştan, yani 93 Harbinden önce, Tuna vilayeti ile Edirne vilayetinin Filibe ve İslimye sancaklarında yaşayan Türklerin sayısı 1 milyon 500 bin ila 1 milyon 700 bin civarındaydı ve toplam nüfusun yarıya yakınını oluşturuyordu. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde gerçekleşen en büyük felaketlerden birisi, ’93 Harbi’ ydi.  Bu savaş, Osmanlı İmparatorluğu’na toprak ve itibar kaybettirdiği gibi İmparatorluğu da büyük bir göç dalgası ile karşı karşıya bırakmıştı.  

Sonra da arkası gelmiş, Şumnu ve çevresinde yaşayan Balkan Türklerinin göç hareketini başlatmıştı. Biz de onlardan bir gruptuk.

*****

Edirne Karaağaç Garından hareketle, dört gün süreyle bilinmeyene yapılan bir yolculuktan sonra, yaklaşık 1300 km kat yol alarak ulaşmıştık Maraş İline.

29 Nisan 1951 Pazar günü Edirne Karaağaç Garından başlayan yolculuğumuz süresince, İstanbul Sirkeci Garına ulaşıncaya kadar, kardeşim Şaban sıkça ağlama krizlerine girdi ‘’anamı isteriiiim, anamı’’ Diye. Bereket Cemile teyzemin yanı sıra 4 tane de dayım vardı kardeşimi oyalayabilecek.

Sirkeci tren garından, araba vapurlarının bir benzeri olan ama sadece tren vagonu taşıyan vapurlardan biriyle Haydarpaşa Garı’na geçtik.

Görevlilerden biri Sirkeci ile Haydarpaşa arasında yapılan bu tür seferlerin tarihi epeyce eskilere uzanmaktadır demişti Hüseyin dayıma. Söylediğine göre İstanbul'un iki yakası arasında gerçekleşen ilk tren vapuru seferi 5 Ekim 1926'da gerçekleşmişti.

Hayatımızda ilk kez deniz görmenin heyecanıyla bütün Karagözlüler, hava oldukça soğuk olmasına rağmen, Marmara Denizi’ni seyrederek geçtik Anadolu yakasındaki Haydarpaşa’ya.

Avrupa kıtasından Asya kıtasına geçerken üşüdüğümüzün farkına bile varmamıştık. Vapurumuz Haydarpaşa iskelesine yanaştı ve vagonlar gardaki demiryoluna aktarıldı. Maraş yolculuğu başladı.

Trendeki görevliler yaklaşık 1300 km’lik yolumuz olduğunu söylemişlerdi Halil dedeme.

Halil dedem ve diğer aile reislerinin trendeki görevlilerle yolculuk boyunca yaptıkları konuşmalarından anladığım kadarıyla, 1948 yılında faaliyete geçen Maraş Tren Garına kadar gidilecek ve Maraş İli emrinde ne olacağımıza karar verilecekti.

Trendeki 4 günlük yolculuğumuzda, başta Halil dedem olmak üzere, aile büyüklerimiz tren görevlileriyle haşır neşir olmuştu. Üstelik görevlilerden biri de Maraşlıydı.

Onlar Bulgaristan’ı ve göç hareketine neden olan asimilasyonu sormuşlar, büyüklerimiz de Maraş ve Elbistan köyleri hakkında bilgi edinmek istemişlerdi. Maraşlı olan tren görevlisi oldukça ayrıntılı bilgiler de vermişti.

Kulak misafiri olduğum bilgilerden Maraş, Elbistan ve köylerinin coğrafi koşullarının yaşama pek elverişli olmadığı duygusuna kapılmıştım. Her ne kadar dedem, ninem, teyzem ve dayılarımla birlikte olsak da küçük iki kardeşle anasız babasız nasıl yaparım? Sorusu beynimi burgu gibi delmeye başlamıştı.

Kömürle çalışan buharlı lokomotifimiz astımlı bir hasta gibi soluyarak ve düdüğünü çalarak, bütün heybetiyle girdiği bazı garlarda kömür ve su takviyesi yapmak amacıyla duruyordu. Diğer taraftan, eğimi oldukça büyük yerlerde de adeta nefesi tükeniyordu. Yürümekte zorlanan astımlı hasta gibi oluyordu.

Böyle zamanlarda dayılarımdan bazılarıyla akranlarının vagonlardan inerek trenle yan yana yürüyorlardı hareketsizliklerini gidermek için. Bu nedenle ancak yolculuğumuzun 4. gününde Maraş tren garına giriş yaptık.

Görevlilerce eşyalarımız indirildi, gardaki depolara yerleştirildi. Aileler de korunaklı sayılabilecek bazı çadırlara yerleştirildi. Kişi sayısına göre ailelere kumanya dağıtıldı.

Zorunlu bazı ihtiyaçlarımız giderilip, bir süre dinlendikten sonra muhacir ve doğum kâğıtları toplandı...

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...