Rumeli türküleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rumeli türküleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mayıs 2022 Cuma

ÇUKUROVA AKÇASAZ BATAKLIKLARI

 


     16 Eylül 1951 Pazar, Ceyhan…

Yatmadan önce babam tarafından alınan bütün önlemlere rağmen, gece sivrisinek ordularının hışmına uğramış ve gözlerim çapaklı olarak kalkmıştım yine.

Kalktığımda anamın da babamla birlikte pamuk toplamakta olduğunu düşünerek, yanımda pamuk ve su bulunduruyordum.

Islak pamukla gözümdeki çapakları sildikten sonra, Mustafa’yı da kaldırıp, dere kenarına gittik.

Yıkanıp yunduktan sonra belimize bağladığımız torbalarla katıldık pamuk toplayanlara.

Söylenmekte olan Rumeli Türküleri ile canlanarak, belimdeki pamuk torbasını hızla doldurdum.

Torbamdaki pamuğu dolmakta olan harar adı verilen çuvalımıza boşalttıktan sonra, kardeşimin yardımıyla, sırtıma alarak kantara götürdüm.

Kantar görevlisi  Muzaffer Abi güler yüzle karşıladı. Tartı sonucunu kayıt defterindeki Akıncı Ailesi bölümüne işledikten sonra bana dönerek,

-Yine yüzün yara bere içinde, gece sivrisinek istilasından kurtulamadın herhalde Mehmet.

Dedi. İlgisi beni sevindirmişti.

-Öyle oldu Muzaffer Abi. Bulgaristan’daki köyümüz Karagözler’ de olmadığı gibi Elbistan Köylerinde de yoktu bu sinekler. Neden Çukurova’da, özellikle pamuk topladığımız buralarda bulutlar halinde saldırıyorlar geceleri?

Muzaffer Abi biraz düşündükten sonra,

-Sivrisinek ordularının yuvası bataklıklardır Mehmet. Meraklı bir çocuksun, soruların hoşuma gidiyor. Sorarsan öğrenirsin. Mola verdiğiniz uygun bir zamanda bana gel. Anlatayım neden bu kadar çok sivrisinek olduğunu.

-Teşekkür ederim Muzaffer Abi.

Benim gibi Muzaffer Abi de meraklı bir üniversite öğrencisiydi.

Bulgaristan’dan Çukurova’ya gelinceye kadar olan göç hikayemizi bana anlattırmış, mutlaka okullu olmam gerektiğini her fırsatta vurgulamıştı bana.

Kendisinin de fukara bir ailenin çocuğu olduğunu, üniversite giderlerini yazın mevsimlik işçi olarak çalışarak kazandığını anlatmıştı.

İlk fırsatta, Muzaffer Abi’nin de uygun olduğu bir zamanda, yanına giderek dinledim sivrisineklerin yuvasının hikayesini.

Muzaffer Abi’nin anlattıklarının yanı sıra, sonraki yıllarda Yaşar Kemal’in romanları da tanıttı bana Akçasaz Bataklıkları ve olumsuz sonuçlarını.

Adana’nın ilçesi Kozan sınırları içerisinde, Ceyhan, Kadirli, Kozan ilçe sınırlarının kesiştiği yerde, Tarihi Kilikya bölgesindeki  antik kent Anavarza önünde yerleşmiş, ağaların sahiplendiği 17 köy varmış.

Köylerin yerleşim alanlarına komşu yüzlerce dönümlük arazilerde çeltik ekimi için, yakınından geçen Ceyhan Nehri’nden kanallar açılmış arazilerin bulunduğu ovaya.

Şiddetli yağmurlar ve seviyesi yükselen Ceyhan Nehri bu köylerin üstüste birkaç yıl su baskınları altında kalmasına neden olmuş.

Çözüm bulamayan köylüler evlerini bırakıp ovanın başka yerlerine taşıyıp, oralarda köyler kurmuşlar. Ertesi kış da öteki köyler, daha ertesi kış da bütün Anavarza ovası su altında kalmış.

Sonraki birkaç yıl içinde de binlerce dönümlük ova bataklık olmuş, bataklığın büyük bir bölümünü de sazlar kaplamış.

Bataklığın adına da Akçasaz demişler. Bulutsu sivrisinek ordularının karargahı Akçasaz Bataklıklarıdır dedi Muzaffer Abi.

Akçasaz bataklığı Ceyhan Nehri’ne yakındı. Eğimli bir kanal açılarak, bataklık kurutulabilirmiş. Ne var ki, çeltik ekimi için uygun olan bataklığın kurutulması, Akçasaz Toprak Ağalarının işine gelmediğinden, kurutulma yönüne  yönüne gidilmemiş.

Akçasaz’ daki toprak ağaları, ekimi kolay ve çok para getirdiği için her yıl daha geniş bir alana çeltik ekip, daha çok su basıyorlarmış çeltik sahalarına.

Akçasaz’ da ekonomik getiri çok büyüktü, çünkü Toprağı sürmek yoktu, işlemek yoktu…

Akçasaz bataklıkları ve çevresinde zamanla sivrisinek bulutları oluştu. Sıtma yaptı. Sıtmadan ölenler oldu, kalanlar da başlarını alıp dağlara sığındılar. Diye yazmıştı Yaşar Kemal romanlarında.

Sivrisinek bulutlarının dışında, bataklıklardaki buharlaşan milyonlarca galon su, Çukurova’nın nem oranını olağanüstü arttırmıştı.

Akdeniz’deki buharlaşma nedeniyle zaten ağır olan havası, Akçasaz yüzünden bir kat daha ağırlaşmış, nefes alınamaz, yaşanılmaz bir cehenneme dönüştürmüştü Çukurova’yı. 

Nefes almayı bile zorlaştıran ağır nem oranı, Akçasaz Bataklıklarından kaynaklanan sivrisinekler ordusu ile birleşince, alınan bütün önlemlere rağmen çocukların ve yaşlıların nefesleri tükeniyor ve sıtma hastalığı hızla yayılmaya devam ediyordu.

Yeterince güçlü olmayan çocuklar ve yaşlıların ölümlerine neden oluyordu. Halil Dedemin ölümüne de, oldukça ağır nem oranı ve sivrisinekler neden olmuştu.

Kısa sürede öbür dünyaya göçtüğünden, sıtma olup olmadığını bile bilememiştik.

Özellikle Yaşlı ve çocukların ölümlerinin yanı sıra, mevsimlik işçilerin de ölümlerine  rağmen, Akçasaz Toprak Ağaları toprağın yüzüne çeltikleri ekip basıyorlardı suyu.

Oluşan bataklıklar bir yandan sivrisineği çoğaltıp halkın sıtmadan kırılıp geçmesine bir yandan da ağalar arasında su kavgalarına yol açıyordu. 

Aralarındaki su kavgalarından başkası ilgilendirmiyordu Akçasaz’ın Toprak ağalarını.

Çeltik ve pamuk tarlalarında çalışan mevsimlik işçilerini, çocuklarını ve yaşlılarını düşünen yoktu. Hala da öyledir.

Sonraki yıllarda, İvriz Öğretmen Okulu’nda okuduğum, ‘’Ölmez Otu’’ adlı romanında Yaşar Kemal,

-Çukurova tekin değildir. Bir uçsuz bucaksız düzlüktür, bataklıktır, büklüktür, akarsular, ulu denizlerdir.

-Bulut gibi gelen sivrisineklerdir…

-Çukurova bir sonsuz aklıktır. Göğe yükselmiş, ulu devler gibi ayağa kalkmış yürümüş, bin bir renkli ulu devlercesine uçan, akan toz bulutlarıdır.

-Çukurova sarı sıcaktır. Toz dumandır. Sıtmadır, hastalıktır. Sızlayan kemik, akan terdir.

Demekteydi…

Bizler… Karagözler Köyü muhacirleri Yaşar Kemal’in romanlarında anlattığı Çukurova’sında yaşama savaşı veriyorduk. Vermek zorundaydık çünkü, evimiz barkımız olmadığı gibi hiçbir gelirimiz de yoktu burada yaşam savaşı vermesek…

Sadece Karagözlüler miydi  yaşama savaşı verenler?

Yanıtımız ‘’hayır’’ olacaktı.

Çukurova Bölgesinde mevsimlik tarım işçisi olarak çalışanların tamamı Yaşar Kemal’in romanlarındaki Çukurova’sını yaşama savaşı vermekteydi, vermeye de devam edecekti…

5 Nisan 2022 Salı

RUMELİ TÜRKÜLERİ EŞLİĞİNDE BEYAZ ALTIN


27 Ağustos 1951 Pazartesi, Ceyhan…

Rumeli Türkülerinden biriyle uyandım. Torosları aşarken güneşin bulutlardan yansıyan kırmızı, turuncu ve sarı renklerini göndermişti pamuk tarlaları ve çadırlarımızın üzerine. Sıcaklığını hissetmiştim.

Rumeli Türkülerini gözüm kapalı dinledim bir süre uyuyor taklidi yaparak. Burnuma mis gibi tandır ekmeği kokusu gelince kalkmak istedim ama gözlerimi açamıyordum bir türlü. 

Çapaklanmıştı yine, acıyordu ve etrafımı görmekte zorlanıyordum. Anlaşılan, pamuk tarlasındaki ikinci günümüze tatsız başlayacaktım. 

Gözyaşı kanallarının tıkanıklığı nedeniyle ortaya çıkan gözdeki çapaklanma, sarımtırak ve yapışkan olan rahatsız edici bir iltihaplanmaydı. 

Çapaklanmadan kurtulmalıydım. Anam silerdi gözümdeki çapaklanmayı. Yarı kör çıktım çadırdan.

Anam yine bizi kaldırmaya kıyamamış, gün doğmadan pamuk toplamaya gitmişti babamla. Güneş Torosları aşıp, ortalığı kavurmaya başlayınca kahvaltı hazırlamak için çadıra dönmüş, çay demlemişti.

Yer sofrasını hazırlarken çadırdan çıkan beni gördü. ‘’Gel bakalım Mehmet, ne olmuş gözlerine?’’ Dedikten sonra ılık çay suyuna batırdığı pamukla gözlerimi silmeye başladı.

Gözlerimizin açılmasını beklerken bir taraftan da kaşınıp duruyordum. Gece boyunca yine sivrisineklerden kurtulamamıştım. Bütün gece kanımızı emmişlerdi.

Pamuk tarlalarına komşu dere kenarlarında konaklayan mevsimlik diğer işçilerde olduğu gibi bizim de derme çatma olan çadırlarımız pek korunaklı değildi. Kum ya da toprak üzerine kurulduğu için böcek, yılan, yağmur, soğuk, toz gibi zeminden gelen birçok risk altındaydı.

Anamın gözlerimi silmesi bitmişti ki Mustafa da kalktı. Onun gözleri etkilenmemişti. Anamın uyarısı üzerine dere kenarına giderek, zorunlu ihtiyaçlarımızı giderdik, elimizi yüzümüzü yıkadık ve kovaya su doldurarak geri döndük.

Bu arada babam da gelmiş, yer sofrasında bizi bekliyordu. Tandır ekmeği, çay ve peynirden oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra daldık Beyaz Altın tarlasının içine. 

Bir taraftan pamuk toplarken, diğer taraftan söylenen Rumeli Türküleriyle hasret gideriyorduk 4 ay önce ayrıldığımız Karagözler Köyüne…

Ergenlik çağındaki gençlerin, özellikle genç kızlarımızın söylediği Rumeli Türküleri hepimizi rahatlatıyordu.

Rahatlamamızda Elbistan Köylerinden ayrılmış olmamızın da payı vardı bunda.

Balkanlardaki bölge insanının karakterinde var olan yiğitlik, çalışkanlık, nezâket, espri, saygı, neşe gibi özelliklerin yanı sıra aşk, hasretlik, sevdiğine kavuşamama gibi konular da türkü güftelerinde kendini göstermekteydi.

İşlenen olaylar ya da duygular olayın geçmiş olduğu yerlerin adı anılarak besteye bağlanmıştı. “Estergon Kalesi”, “Kırımdan Gelirim Adım da Sinan’dır”, “Buna Er Meydanı Derler”, “Mert Dayanır Namert Kaçar” gibi türküler bunlara örnekti. 

Gazi Osman Paşa türküsü olarak bilinen Kürdî makamındaki türkü de kazanılan bir zafere istinaden bestelenmişti.

Tuna Nehri’nin, Rumeli’ndeki Türk toplumunun ve Türk askerinin hayatında unutulmayan hatıraları vardı. Bunun için bu grup Rumeli türküleri “Tuna Türküleri” adı ile de anılmaktaydı.

Bu türkülerde, elden çıkan kaleler, Tuna boylarına serpilmiş ve sık sık el değiştiren şehirler, buralarda yaşanan mutluluklar ve pişmanlıklar, aşklar, hasret ve umutsuzluklar gibi türlü beşerî duygular ifade edilmişti.

Hep birlikte söylenen Balkan Türküleri hayatımızı kolaylaştırıyordu…


BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...