![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiYHPKMkRsOs9qmKRTWMNTYX4VnHnP7gwnfZox-bLsGzanRFhrlt23SoB2GpEF9F_ipcE4lIis7To3VtSJvdAxFFrnn4_GqwpH_bzs3Xq1qzXZzSN3PKoD67OGftoyTrbB3GVsmAzlxVT951waqqXnxXTdqhAb4W0KHbnYkiU_h5_z8hX6FoRWbN8sN9w/w640-h360/InCollage_20230111_133449092%5B1%5D.jpg)
5
Haziran 1960 Pazar, Karabucak Tarsus…
Yanmış
kireç kokusu ve su şırıltılarıyla uyandım. Gözlerimi
araladığımda karşılaştığım bembeyaz duvarlar, ilk anda,
hastanede olduğum duygusunu uyandırdıysa da bir an için
nerede olduğumu anımsayamadım.
İvriz’de
miydim, Misli Köyü’nde miydim, yoksa Mersin’de miydim?
Mersin’de
olamazdım, barakaların duvarları böyle bembeyaz değildi. İvriz
aklıma geldiyse de ranzalardan birinde olmadığım gibi kardeşim
Mustafa yanımda yatıyordu?
Neredeydim
acaba?
Bulgaristan’dan
ayrıldığımız 1951’den beri sürekli yer değiştirdiğimiz
için, bazı sabahlar kalktığımda nerede olduğum konusunda
çekincelerim oluyordu.
Yatakta
doğruldum... Tavanıyla birlikte bütün duvarları bembeyaz ve
pencereleri olmayan oldukça küçük bir odadaydık.
Sineklik
olarak tanımlayabileceğim tel örgüden yapılmış kapısından
giren ışıkla aydınlanmıştı yattığımız yer. Yattığımız
odanın normal bir kapısı yoktu yani.
Yatakta
bir süre oturup, odaya göz gezdirdikten sonra zihnimi toparlamaya
çalıştım. Bir anda hatırladım. Zamanda geriye, Mersin'e, 2
Haziran perşembe gününe gittim.
Kardeşim
Mustafa Konya’dan gelmiş, babam da Tarsus Karabucak Okaliptüs
Orman Fidanlığı'nda başımızı sokacak bir yer ayarlamak için
gitmişti.
Döndüğünde
yüzü gülüyordu babamın…
Geçen
yıl Göçmen barakalarından Tarsus Karabucak Ormanına mevsimlik
işçi olarak giden Şerife Teyze ile eşi Halil Amca nın kızı
Zeynep Karabucak Fidanlık muhasebesinde çalışıyormuş. Yardımcı
olmuşlar babama. Üstelik konaklama yeri de gösterebileceklerini
söylemişler.
Cuma
günü toparlanmış, cumartesi günü de eşyalarımızı
yüklediğimiz bir kamyonetle, yaklaşık 40 km uzaklıktaki
Karabucak Okaliptüs Orman Fidanlığına hareket etmiştik.
Tarsus’a
girmeden, Berdan Nehri’nin kollarından birine paralel Karabucak
yoluna girdiğimizde, yolun iki tarafındaki okaliptüs ağaçlarının
üstü kapalı bir koridor oluşturduklarını gördüm. Bu koridoru
o kadar çok beğenmiş olmalıyım ki yıllarca aklımdan çıkmadı
bir doğa harikası olarak.
Muhteşem
okaliptüs ağaçlarının oluşturduğu koridordan gözümü ayırıp
geriye döndüğümde Toros Dağları, yaşamı sürdüren muhteşem
bir anıt gibi görünmüştü.
Bu
anıtsal dağların üzerindeki karlarının ilkbaharda erimesiyle
birlikte ortaya çıkan milyonlarca metre küp su Seyhan, Ceyhan ve
Berdan Nehirleriyle Akdeniz’e ulaşıyordu…
Akdeniz’e
ulaşmaya çalışan bu nehir suları kimi zaman coşkulu bir biçimde
akarken, kimi zaman da sel olup taşmaktaydı yataklarından.
Binlerce
yıl bu taşkınların sıkıntısını çekmişti tarihteki
Kilikyalılar ve şimdiki Çukurovalılar.
Berdan
Nehri ise önce yolu üzerindeki Regma Gölüyle Tarsus’u bir liman
şehri yapmış, sonrasında da taşıdığı alüvyonlarla bir
bataklığa dönüştürmüştü.
Karabucak
Okaliptüs Ormanı Regma Gölü bataklığı üzerine kurulmuştu.
Bu
kez insanoğlu doğaya verdiği zararı telafi etmek için Regma
bataklığını, ormana dönüştürerek, kurutma yolunu seçmişti.
Bataklıkta
yüzlerce kanal oluşturulmuştu fazla suyu tahliye etmek için.
Ayrıca diğer ağaç türlerine göre daha çok su tüketen
Okaliptüsler aracılığıyla bataklık kurutulma yoluna gidilmiş,
Karabucak Güresin Ormanı ortaya çıkmıştı.
Ormanın
neredeyse tamamını oluşturan ağaçların Okaliptüs cinsi de 1885
yılında ilk kez Türkiye’ye girmişti.
Akıncı
Ailesi olarak, bataklık sonrası ortaya çıkan bu ormanın
kanallarından birinin çevresindeki bir barakada yaşamakta olan
Halil amcaların yanına eşyalarımızı indirmiştik.
Hoşbeşten
sonra Halil Amca ile Şerife teyze bize konaklama yeri olarak
barakanın yanında oldukça büyük bir tavuk kümesini
göstermişlerdi.
Kardeşim
Mustafa ile benim hayal kırıklığımız yüzümüzden okunmuştu
ki Halil Amca,
-Burasını
yaşanacak hale getirip, yağmur çamurdan korunabilirsiniz. Sonraki
günlerde daha iyi bir konaklama yeri bulabiliriz…
Hayal
kırıklığımızın farkına varan babam da bir süre bizi
izledikten sonra,
-Hadi
bakalım çocuklar, burasını yaşanacak hale getirelim.
Demişti.
Babam oldukça becerikli ve tevekkül sahibi biriydi. Ben de İvriz’de
pek çok el becerisi edinmiştim.
Yaklaşık
12 metrekare büyüklüğündeki üstü kapalı tavuk kümesini
başımızı sokacak hale getirebilirdik, getirmeliydik diye
düşünmüştüm.
Kümesin
içindekileri temizlemiştik ki Halil Amca bir teneke sönmüş kireç
getirmişti duvarları mikroplardan arındırmak için. Kireç
kullanılmış ve kümesin içi bembeyaz olmuştu.
Zaten
pek fazla olmayan eşyalarımızdan, öncelikle yatak ve
yorganlarımız yerleştirilmişti.
Havalar
da oldukça güzeldi, eşyaların bir bölümü dışarıda
kalabilirdi. Öyle de olmuştu.
Şerife
Teyze bize akşam yemeği niyetine, Allah ne verdiyse bir şeyler de
hazırlamıştı. Yemekten sonra bir demlik çay da ikram edince
keyfimiz yerine gelmişti.
Tavuk
kümesinden de olsa orman içindeki bir kanal kenarında başımızı
sokacak bir yer edinmiştik.
Gecenin
oldukça geç bir saatinde yataklarımıza girdiğimizde ‘’Bakalım
yarın nelerle karşılaşacağız.’’ Demiş ve derin bir uykuya
dalmak üzere yer yatağına girmiştim.
Anamın
”Mehmeeet, Mustafaaa…” sesiyle başlangıçta hastane odası
sandığım tavuk kümesinden çıktım.
Okaliptüs
ağaçlarının dalları ve yaprakları neredeyse gökyüzünü
kaplamıştı. Meltem rüzgarlarıyla salınan yaprakların arasından
şifreleme yapar gibi gözüme giren güneş ışığından yüzümü
çevirince suyu şırıldayarak akan kanalı gördüm.
Kümesten
bozma 12 metrekarelik bir odadan çıkmama rağmen içimde bahar
havası esti. Mersin’deki teneke mahallesindeki gecekondudan sonra
burası biraz da cenneti andırıyordu.
Bulunduğum
durumdan o an için mutluluk duymak gibi bir özelliğim vardı.
Sorunlarla başa çıkmamı kolaylaştırıyordu bu özelliğim.
Anam
yanmış kireç badanalı kümesten bozma yeni evimizin önündeki
hasıra koyduğu siniye kahvaltılık hazırlamıştı.
Ortalıkta çay ve çaydanlık yoktu. Ocak olmayınca çay da yoktu
tabi.
Dere
kıyısında elimi yüzümü yıkayıp, Mustafayı uyandırmaya
giderken yerleşmemize önayak olan Şerife teyze Günaydın
diyerek elindeki demlikle yandaki barakadan çıktı. Bize çay
demlemişti.
Yüzüm
aydınlandı, minnet duygularım kabardı. Anamın hazırladığı
siniye demliği bıraktıktan sonra ‘’Başka bir ihtiyacınız
olursa çekinmeden söyleyin.’’ Deyip yanımızdaki barakaya
girdi.
Bir
süre sonra da oldukça alımlı olan kızı Zeynep evden çıkıp
‘’Günaydın, afiyet olsun’’ Deyip fidanlık işletme
şefliğinin yolunu tuttu. Orada çalıştığını söylemişti
annesi.
Sessizce
ve hızlıca kahvaltımızı yaptık. Halil Amca bizi Fidan dikim
sahasına götürüp, Derviş Çavuşla tanıştıracaktı.
Ahmet
Akıncı Ailesi için yeni bir dönem başlamıştı...