5 Ekim 2022 Çarşamba

DERS ANLATTIĞIM SÜT KEÇİMİZ

 


11 Mart 1956 Pazar, Mersin…

1955-1956 Eğitim ve Öğretim Yılının ikinci yarıyılı başlayalı bir aydan fazla oldu.

Birinci yarıyıl tatilinde asıl uğraşlarımızdan biri simit satmak olmuştu. Tatil olması nedeniyle fırınlardan aldığımız simitlerin tamamını satarak eve dönüyorduk. Ayrıca hangi bölgelerde daha kolay satacağımızı da öğrenmiştik.

Bundan 15 gün öncesine kadar anamızı evde bulabilmek büyük mutluluktu. Hastaneden çıkalı bir aydan fazla olmuştu. Ne var ki hastanede uygulanan beslenme evimizde pek geçerli değildi.

Her ne kadar sokaklarda kesilen büyükbaş hayvanların sakatatlarını ücretsiz alıyorsak da, her zaman denk gelmiyordu. Günübirlik işçi olarak çalışmakta olan babam ise haftanın ancak birkaç günü iş bulabiliyordu. Bulduğu işlerden alınan ücret ise oldukça düşüktü.

Yine de mutluyduk başımızı sokacak bir barakanın yanı sıra anamızın de evde oluşundan. Kardeşimle birlikte eve dönünceye kadar keçiyi otlatıyordu barakaların kuzeyinde kalan yeşillik alanlarda.

İkinci yarıyıl başladıktan 15 gün sonra anam tekrar hastaneye yatmak zorunda kaldı. Halk arasında ince hastalık olarak tanımlanan verem tedavisi için yaşamakta olduğumuz Göçmen barakalarının ortamı pek uygun değildi. Hem temizlik yönünden hem de beslenme yönünden yeterli değildi. Yine anasız kalmıştık evde…

Anam tekrar hastaneye yatınca, keçinin beslenme görevinin yanı sıra sütünü sağmayı da öğrenmek zorunda kaldım. Barakaların kuzeyi alabildiğine boş ve hayvan beslemeye uygundu.

Boynuna geçirdiğim oldukça uzun bir iple, geniş bir alanda otlanmasını sağlarken, kitap okuma ve ders çalışma olanağı da buluyordum. Tarih coğrafya derslerini keçiye anlatıyordum. Bazen kulaklarını kabartarak bana bakardı.

Keçiye ders anlatırken önemli bir şeyin farkına varmıştım. Çalıştığım konuları pekiştirmenin yolu birilerine anlatmaktı. Önemli olan anlatmaktı, kimin dinlediği pek önemli değildi. Sonraki yıllarda, anlatmanın yanı sıra Matematik, Fizik ve Kimya derslerinden, arkadaşlarıma yardım bahanesiyle, konulara hakimiyetim artacaktı.

Edindiğimiz arkadaşlar, okuldaki başarılarımız ve simit satmaktaki becerilerimiz anamın yokluğunu unutturuyordu. Bir süre sonra da evdeki yokluğuna alışmıştık zaten. Her şeye rağmen hayat güzeldi.

Gelecekteki hayallerime ulaşabilmek için bilgi dağarcığımı doldurmalıydım. Öğleden sonraları Mersin Halk Kütüphanesine gidiyordum. Kardeşim bazen bana katılmaz, arkadaşlarıyla sahilde gezintiye çıkardı.

Evin bir numarası olarak kendimi daha çok sorumlu hisseder, daha çok okur ve çalışırdım. Kardeşim Mustafa’nın arkasını topladığım da olurdu. Mustafa’yı çok sever, kendimden daha zeki bulurdum.

İkinci yarıyılda okula daha kolay uyum sağlamış ve öğretmenlerimizin de dikkatini çekmiştik. Bize biraz daha özenli davranmaya başlamışlar ve bilgimizi arttıracak kitaplar da vermişlerdi.  Mutlaka hazırlıklı gidiyordum okula. Hazırlıklı olduğumdan, bütün sorular için parmak kaldırıyordum.

Başarılı olmanın yolunun hazırlıklı olmaktan geçmenin yanı sıra anlatmaktan da geçtiğinin farkına varmıştım. Ders aralarında da bazı arkadaşlarıma o günkü konularla ilgili bilgilerimi aktarıyordum.

Geçtiğimiz günlerde İl Halk Kütüphanesinden ödünç aldığım Jules Verne’inin ‘’Denizler altında yirmi bin fersah’’ adlı kitabını, sanki ben de denizlerin altına gidebilir mişim gibi, sahildeki bir iskelede ayaklarımı denize sarkıtarak okumaya başladım.

Kitap ve denizle özdeşleşmeye çalıştım. Bu kitapla birlikte engin denizlerin altında bambaşka bir yaşam biçimi bulacaktım. Okuduğum her kitap dünyaya yeni pencereler açmamı sağlıyordu.

Okumak, öğrenmek, bilgilenmek, geleceğe yönelik pozitif hayaller kurmak güzeldi…

                                         

2 Ekim 2022 Pazar

BİRİNCİ YARIYIL TATİLİ 1956

 




22 Ocak 1956 Pazar, Mersin…

Dün karnelerimiz dağıtıldı.

Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu 1955-56 Eğitim ve Öğretim yılının birinci yarıyılını başarıyla tamamladık.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da notlarımız mükemmeldi. Bütün derslerden iki kardeş de Pekiyi almıştık. Düzenli çalışmamızın meyveleri ortaya çıkmıştı.

Okul aile birliği yardımlarını aldığımızda verdiğimiz sözler yerine getirilmişti. Mutluyduk, kendimize olan güvenimiz bir kez daha kanıtlanmıştı.

Bayrak merasiminde İstiklal Marşı okunduktan sonra okulumuzun Başöğretmeni Mustafa Kirazcı kısa ve öz konuşmasında, tatillerin biraz da eksiklerin tamamlanma fırsatı yarattığını vurgulayarak,

-Dinlenmeyi ve kendinize zaman ayırmayı, arkadaşlarınızla oynamayı hak ettiniz. Ancak gelecekteki hayallerinizi gerçekleştirebilmek için üretime ve çözüme yönelik bilgilere ihtiyacınız var. Hayallerinizin ufkunu geliştirecek kitaplar okumalısınız. İyi tatiller.

Dedi. Böylece birinci yarıyıl tatili başladı. 6 Şubat 1956 Pazartesi günü başlayacak olan ikinci yarıyıla kadar 15 gün tatil yapacaktık.  

Karnelerimiz ellerimizde büyük bir coşkuyla Göçmen barakalarına, evlerimize geldik.

Anam akıtma yapmıştı yine. Az daha unutuyordum, yaklaşık bir ay önce anam hastaneden çıkmış, babam da sütünden yararlanalım diye bir keçi almıştı daha önce.

Çevremizde yeşillik ve ot boldu. Bir taraftan keçiyi otlatırken bir taraftan da okumaya dayalı derslerimizle ilgili ödevlerimizi yapmıştık.

Anamın yaptığı akıtmalara-kreplere keçi sütü de eşlik edince bir ziyafete dönüşmüştü tatilin ilk anlarında kardeşimle yediklerimiz.

Akşam geç vakitlerde gelen babamın da günü verimli geçmişti. Bir haftadır çalıştığı iş yerinden ücretlerini almış ve elleri dolu gelmişti. Karnelerimizi de görünce gülümsedikten sonra,

-Başardığınız her şey kendiniz için çocuklar, bizim sizlerden beklediğimiz başarılı ve ülkemize faydalı kişiler olmanızdır.

Dedi, sonra her ikimizi de alnımızdan öptü.

Akşam yemeğinden sonra, babamın da izniyle, Göçmen barakalarındaki arkadaşlarla buluşarak sinemaya gittik. Sinemayı hak etmiştik.

Günümüzdeki Belediye binasının karşısında Güneş Sineması vardı. Üstü yazlık sinema olarak kullanılırdı.

Güneş Sinemasında, senaryosu Hüseyin Peyda’ya ait olan ‘’Mezarımı Taştan Oyun’’ adlı film oynuyordu. Yapımcılığını da üstlenen Hüseyin Peyda ile birlikte Atıf Yılmaz, Tekin Akmansoy, Sabiha İzer ve Nurhan Nur diğer oyunculardı.

Hüseyin Peyda 1952 yılında Urfa’da çevirdiği bu filmle bir efsane olmuş ve Hintli Raj Kapoor’ un ulaştığı şöhreti yakalamıştı. Tam da birinci yarıyıl tatiline girdiğimiz günlerde Güneş Sinemasında gösterime girmesi bizim için bir şans olmuştu.

Film Urfa’nın daracık taş sokaklarında eşeğe ters binmiş, ağasını arayan biriyle başladı. İçkili dansözlü bir hamam sefasında filmin başkahramanı Abdo Ağa ile devam etti.

Abdo Ağayı canlandıran Hüseyin Peyda başında örtüsü, sırmalı giysileri ve çizmeleriyle hamamda gerçek bir ağa görünümündeydi. Yardımcısının babası tarafından istendiğini belirtmesi üzerine hamamdan ayrıldı.

Abdo, eşraftan Bekir Efendinin sefahat düşkünü oğluydu. Ailesinin evlendirmek istemesine rağmen aklı fikri içki, kadın ve dansözlü hamam sefalarındaydı.

Bir düğünde tanıştığı kız kardeşinin arkadaşı Mircan, genç adamın bütün dünyasını değiştirmişti.

Birbirlerine âşık olan gençler evlilik planları yapmaya başlar. Ancak, Abdo’nun amcasının oğlu Zülfikar da genç kadını sevmektedir.

Amcasının oğlu Zülfikar ve babası sevgililerin peşini bırakmaz. Abdo’yu aradan çıkarmak isterler. Abdo ’ya kurulan tuzağın tetiklediği olaylar gençlerin felaketine neden olur.

Filmin son sahnesini asla unutmadım. Kıskançlık uğruna öldürülen Abdo Ağa’nın tabutu omuzlarda mezarlığa götürülürken, fon müziğini oluşturan keman acıyla inliyordu.

Sinemada gözyaşları sel olmuştu. Ben de ağlarken bulmuştum kendimi. Sadece ben mi, birlikte geldiğimiz arkadaşlarımın hepsi ağlıyordu.

Sinemadan çıkıp evlerimize giderken gözlerimizi silmiş ve birbirimize ”amma da yufka yüreklisin” diye takılmaya başlamıştık. Bu film sonrasında, ağlamanın da güzel bir yanının farkına varmıştık. Vicdanlı olmanın bir göstergesiydi  ağlayabilmek…          



MERSİN'İN DÜŞMAN İŞGALİNDEN KURTULUŞ YILDÖNÜMÜ

 


3 Ocak 1956 Salı, Mersin…

Bugün, Mersin’in düşman işgalinden kurtuluşunun 33. yıldönümü.  

Dün Sosyal Bilgiler Öğretmenimiz Mondros Mütarekesi sonrasında Kilikya olarak adlandırılan Adana ve çevresindeki yerleşimlerin İngiliz ve Fransızlarca işgalini ve sonuçlarını anlattı.

Kuvayi Milliye İlkokulu olarak, eski Halkevi önündeki Cumhuriyet Meydanı’nda düzenlenen etkinliklere katılacağız.

Bütün öğrenciler en temiz önlükleri ve Türk Bayraklarıyla harekete geçmemizi bekliyor heyecanla.

Birinci Dünya Savaşı  sonunda Osmanlı İmparatorluğu  ile İtilaf Devletleri arasında ateşkes ya da bırakışma, Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey  tarafından,  Limni adasının Mondros Limanı’nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalandı.

Bu antlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu fiilen sona ermişti.

Ateşkes Anlaşması hükümleri uyarınca Osmanlılar, Hicaz, Yemen, Suriye, Mezopotamya, Trablusgarp ve Sirenayka’da kalan garnizonlarını teslim ettiler.

Müttefikler Çanakkale ve İstanbul Boğazı’nın yanı sıra Batum’u ve Toros tünel sistemini işgal edeceklerdi.

Osmanlı ordusu terhis edildi ve Türk limanları, demiryolları ve diğer stratejik noktalar Müttefiklerin kullanımına açıldı.

Mustafa Kemal Paşa, antlaşmanın imzalanmasından bir gün sonra Liman Von Sanders’ten ordunun komutasını Adana’da devralarak VII. Ordu Komutanlığını üstlendi.

Adana’ya bağlı sancaklardan gelen temsilcilerle görüşüp, alınması gereken tedbirler konusunda bilgi verdi.

Bu görüşmelerden sonra da, 5 Kasım 1918’de Mersin’e gelerek burada mutasarrıfla, jandarma bölük yüzbaşısı ile görüşmüş ve depodaki silahların bol cephane ile dağ köylerine dağıtılmasını tavsiye etmişti.

Asker ve silah bakımından Milli kuvvetlerimizden kat be kat üstün olan Fransızlar, Mersin, Adana, Urfa, Aritep ve Maraş gibi geniş bir cephede tutunarak Ermenilerle ortak bir devlet hayali içindeydiler.

17.12.1918 günü sabahı İngilizler Mersin’i işgale başladılar.

Saat 09’da Mersin iskelesine bir filikadan çıkan İngiliz Subayı, iskele komiser muavinine bir zarf vererek, “Ateşkesin 7. maddesi uyarınca ve son anlaşmaya göre, güvenliği sağlamak amacı ile, Kilikya’nın-Adana işgaline Mersin’den    başlanacağını” bildirmişti.

Saat 10 civarında Müslüman bir Hint bölüğü Alman iskelesinden çıkarak İngiliz fabrikasına yerleşmişti. Ardından “iskele civarı, İngiliz fabrikaları, istasyon binası ve Amerikan Kolejinin işgal edildi.

Olaysız geçen 16 günden sonra 2.Ocak.1918 günü Fransız işgal askerleri ve Ermeni Lejyon alayı, Gümrük iskelesinden çıkarak Taşhan’a yerleşmiştiler.

Mersin ve civarında işgal kuvvetlerinin içinde yer alan Ermeniler2 , Fransız ordusunun önemli bir bölümünü oluşturuyordu

Fransız işgal kuvvetlerinin Ermeni gönüllüleri Taşhan, Araplar köyü, Hristiyan köyü ile Zeytinlibahçe’ de çadırlara, yerleşirken Tunuslu ve Cezayirli askerler de askeri kışlaya ve Müftü Medresesi’ne yerleşmişlerdi.

12.11.1919 tarihinde İngiliz kuvvetleri çekilmiş ve işgalci olarak Fransızlar kalmıştı.

Amaçlarına ulaşmak için Birleşik Ermeni Cemiyeti’nin öncelikli hedefi Mersin’de kaos ortamı yaratıp, terör eylemlerini organize etmekti.

Başkanı Manolyan, İkinci Başkanı Mıgırdıç Zelveyan’dı.

Toplantı yeri olarak Ermeni Kilisesi’ni seçen bu cemiyetin nihai amacı, merkezi Adana-Saimbeyli olmak üzere, Fransa himayesinde bir Ermeni Krallığı kurmaktı.

Bu amaçla Mağara bucağı, Silifke’nin merkez ve ilçelerinde şubeler açmıştı. Buralardan toplanan istihbaratı Paris’teki Ermeni cemiyetleri genel merkezine ulaştırıyordu.

Sünni Araplar tarafından kurulan İslam Arapların Hayır Cemiyeti’nin Başkanı Abdullah Dehlevi, İkinci Başkanı Hamit Hayfavi idi. Rum ve Ermenilerle işbirliği yapan bu cemiyetin üyeleri ev ve işyerlerine Fransız ve Ermeni bayrakları asarak taraflarını belli ediyorlardı.

Rum Cemiyeti de Türkler aleyhine çalışıyordu. Başkanı Yusufaki Tiryakidis, İkinci Başkanı Haralem Gedikoğlu, Guvernörlük Mümessili Aslanoğlu Corci’ydi. Kurulduğu günden itibaren Fransız yönetimini destekleyen bu cemiyet, King-Crane Komisyonu’na Fransız Mandasını lehinde oy verdi.

Türklere saldırmak için her fırsatı değerlendiren Rumların bir de gizli cemiyeti vardı. Bu cemiyetin başkanlığını, sonraki yıllarda bütün dünyanın yakından tanıyacağı meşhur silah tüccarı Prodromos Bodosakis-Athanasiadis yürütüyordu. Cemiyetin amacı İzmir’i işgal eden Yunan ordusuna yardım ve Rum gönüllü toplamaktı.

Milli kuvvetlerimizin verdikleri çetin bir gerilla savaşı karşısında tutunamayacaklarını anladılar. Ankara’da kurulan yeni Türkiye devletini tanıdılar. 20 Aralık 1921 tarihinde Ankara’da, Fransa ile Ankara Antlaşması imzalandı.

Ankara Antlaşması, özerk bir yönetime sahip olmasını öngördüğü İskenderun Sancağı dışında, bütün Kilikya’nın, bu arada Mersin ve içel’in Türkiye’ye bırakılmasını öngörüyordu.

Ankara antlaşmasının taraflarca onaylanmasından sonra, Fransızlar işgal altında tuttukları Kilikya kentlerim kısa süre içinde boşalttılar.

Fransızların Tarsus’u boşalttıkları gün 27 Aralık 1921 “de, Adana’daki Türk alayının bir taburu ve bir süvari bölüğü Tarsus’a, 3 Ocak 1922’de de Mersin’e girdi.

Böylece Mersin ve Tarsus’un kurtuluşu sağlanmış oldu


1 Ekim 2022 Cumartesi

İLKOKUL 3. SINIF ÖĞRENCİSİ OLDUM

 

5 Kasım 1955 Cumartesi, Mersin…

Kuvayi Milliye İlkokulu’na başlayalı yaklaşık 6 hafta olmuş...

Zaman nasıl da çabuk geçiyor. Bu süre içinde okulu ve öğretmenlerimizi tanıdık. Sınıfımızdaki öğrencilerin bir bölümü zaten Göçmen barakalarından arkadaşımızdı. Uyum konusunda zorluk çekmedik.

Anam hala Mersin Devlet Hastanesinde tedavi görüyor. Hastane, evimize okulumuzdan daha yakın, sıkça ziyaretine gidiyoruz. Nenem anamın yokluğunu hissettirmemeye çalışıyor.

Bazı sabahlar bize kahvaltı hazırlamış oluyor. Biz de ona satamadığımız, elimizde kalan simitlerden veriyoruz kahvaltılık olarak. Babam henüz sürekli bir iş bulabilmiş değil. Günübirlik işçi statüsünde…

Babamızdan harçlık isteyip, zora sokmamak için simit satışlarımız devam ediyor. Tanyerinde fırından aldığımız simitleri saat 07,30’a kadar satmaya çalışıyoruz.

Saat 07,30’da eve gelip, satamadığımız simitleri okul sonrasına bırakıyoruz. Simit, peynir ve çay üçlüsüyle kahvaltımızı yapıyor, önlüklerimizi giyerek okula gidiyoruz.

Öğretmenlerimiz harika…

Derslerimiz zevkli geçiyor. Sınıfımızdaki öğrencilerin büyük çoğunluğu öğrenme sevdalısı. Bunun farkına varan öğretmenlerimiz de öğretme sevdalısı.   

Derslerin sona ermesiyle eve geliyor, karnımızı doyuruyor ve öncelikle ödevlerimizi yapıyoruz. Ödevlerimiz bittikten sonra da sabah satamadığımız simitlere odaklanıyoruz. 

Üzerlerini nemli bir tülbentle örttüğümüz  simitler taze gibi oluyor. Satmak üzere Yoğurt Pazarı ve çevresine gidiyoruz. Hala satamadıklarımız olursa ertesi sabah kahvaltısında simit, peynir, çay üçlüsü yapıyoruz.

Ödevlerimizi günü gününe yaptığımız için, Cumartesi Pazar günleri bol zamanımız oluyor.

Simit satışlarından sonra kalan zamanlarımızda Mersin Halk Kütüphanesi’ne gidiyorum. Derslerimizle ilgili kaynaklar varsa, önce onları gözden geçiriyorum. Yoksa, ben daha çok Jules Verne gibi yazarların bilim kurgu kitaplarını okuyorum.

Aya Seyahat, Deniz altında yirmi bin fersah, Bir Milli Piyango Bileti gibi kitaplar hoşuma gidiyor. Ufkum genişliyor. Hayallere dalıyorum. Bilgi edinme hırsım artıyor.

Özellikle Pazar günleri, sabah simitlerimizi sattıktan sonra arkadaşlarımızla sahile iniyor, denize giriyoruz. Yüzmeyi öğrendik bu arada. Bazen de yürüyüş yapıyoruz. Müftü deresi ve ötesine kadar gittiğimiz zamanlar oluyor.

Sosyal Bilgiler derslerinden öğrendiklerimize göre, Mersin Türkiye'nin en uzun kumsallarına ve en güzel koylarından bazılarına ev sahipliği yapıyor. Kıyılarının toplam uzunluğu yaklaşık 320 km olan Mersin kıyılarının 108 kilometresi ise doğal kum plajlarından oluşuyor.

1955'li yıllarda Mersin sahili alabildiğine bakir ve kilometrelerce uzanan tertemiz kumsalları var.

Bazen bu tertemiz kumsallarda oturup hayaller kuruyorum, kuruyoruz. Jules Verne’inin ‘’Deniz altında yirmi bin fersah’’ adlı kitabı hayallerimde canlanıyor, alıp götürüyor beni denizin engin derinliklerine.

Denizin derinliklerinde bambaşka bir dünya sarıp, sarmalıyor beni. Kendimi özgür ve mutlu hissediyorum.

Hayallerimden ayrıldığımda ise ‘’Hayat güzel be Akıncı’’ diyorum kendi kendime…





5 Eylül 2022 Pazartesi

MERSİN KUVAYİ MİLLİYE İLKOKULU

 

24 Eylül 1955 Cumartesi, Mersin…

19 eylül pazartesi günü Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu üçüncü sınıfa, biraz tedirgin başlayıp, ilk haftayı tamamladık.

Göçmen barakalarından bir hayli arkadaşımız var okulda.

Birinci sınıfa yeni kayıt yaptırmış olanların dışında, hepsi okulun eski öğrencileri. Kardeşim Mustafa ile ben okulun yeni öğrencileriyiz.

Okulun genel işleyişini ve öğretmenlerini tanımıyoruz. Öyleyiz çünkü anamın hastalığı ve ekonomik nedenlerle sürekli okul değiştiriyoruz.

Birinci sınıfı Niğde Misli Köyünde, ikinci sınıfı Osmaniye’de okuduk. Kuvayi Milliye üçüncü okulumuz oldu.

Anam hala hastanede ve babam da sürekli bir iş bulamadı hala.

Her ne kadar simit satarak biraz harçlık biriktirmiş isek de ayakkabı, önlük, kitap ve defter için yeterli paramız yoktu.

Bu kez de okul aile birliğinin yardımlarıyla eksiklerimiz tamamlandı.

Bu tür yardımları unutmuyordum, unutmamalıydım.

Misli ve Osmaniye’deki başarılarımızı burada da sürdürmeliydik.

Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu Göçmen barakalarının yaklaşık 1200 metre kuzey-batısında, Mersin Şehir Mezarlığı yolu üzerinde bulunuyor.

Barakalardan da rahatlıkla görülebilen bir okul. Hızlı ve tempolu bir yürüyüşle 10 dakikada ulaşıyoruz.

1952 yılının Ekim ayında temelleri atılmış okulumuzun. 1953 yılının Ekim ayında eğitim ve öğretime başlamış.

Bizim kaydımızın yapıldığı 1955 yılında üç yıllık okuldu, bu yüzden sadece birinci, ikinci ve üçüncü sınıfları vardı. Şanslıydık diyesim geliyor.

Neden Kuvayi Milliye adını almış sorusunun yanıtı, ülkemizin Kurtuluş Savaşı ile ilgili. Sosyal Bilgiler dersi öğretmenimiz anlatacaktı sonraki haftalarda…

30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında, 17 Aralık 1918’de Müslüman Hintli askerlerin çoğunluğu oluşturduğu İngilizler tarafından işgal edilen Mersin, daha sonra gönüllü Ermeni birliklerden oluşan Fransızlara terk edilmişti.

1918 yılında başlayan işgalin, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile sona ermesi sağlanmıştı.

Fransa 21 Aralık 1921 tarihine kadar Çukurova’yı boşaltmayı kabul etmiş, Mersin’in Türk askerine devir-teslimi ise 3 Ocak 1922’de gerçekleşmişti.

Bu nedenle 3 Ocak Mersin’in kurtuluş günü olarak kutlanmaktadır.

Bölgenin düşmanlardan temizlenmesi için canlarını seve seve veren Kuvayi Milliyecilerin anısına ithafen, Mersin İl Genel Meclisi’nin almış olduğu bir kararla, okulumuzun adı “Kuvayi Milliye İlkokulu” olarak belirlemişti.

Kuvayi Milliye İlkokulu başlangıçta İhsaniye, sonra Osmaniye ve nihayetinde Sağlık Mahallesi sınırlarına dâhil edilecekti.

Okulumuzun ilk Başöğretmeni Mustafa Kirazcı idi. Öğretmenler kadrosundaki Kadriye Özmen, Türkan Mutluay, Naciye İkizoğlu, Fatma Yılmaz, Hilmi Yılmaz ve İbrahim Allahtan bulunmaktaydı.

İbrahim Allahtan hala belleklerimdedir.

Göçmen Barakaları ile Tren garı arasındaki evine gider gelirdi bizim oralardan.

İsmini anımsayamadığım ”Napolyon” olarak adlandırdığımız bir öğretmenimiz daha vardı.

Öğretmenlerimizin hemen hepsi Köy Enstitüleri ya da ardılları olan Öğretmen Okullarından mezun olmuşlardı. Bütün öğrencilerine, kendi çocukları gibi, özen gösteriyorlardı.

İlk haftamızı tamamladığımızda tedirginliğimiz kaybolmuştu. Saat 13:30’daki bayrak merasiminden sonra eve dönerken mutluluktan içim içime sığmıyordu..


2 Eylül 2022 Cuma

ESKİ MERSİN URAY CADDESİDİR

 


23 Temmuz 1955 Cumartesi, Mersin…

Bugün simitlerimi sattıktan sonra uğradığım İl Halk Kitaplığında yaklaşık 2 saat araştırma yaptıktan sonra Aziz Antuan Katolik Kilisesi önündeki Alman İskelesi’ne uğradım.

Denizin içine yaklaşık 20 metre girmiş olan iskele ve çevresi Mersinlilerin plaj alanı olmuştu.

İskele üzerinden denizi ve Uray Caddesi ekseninde yapılanmış olan bölgeyi gözledim uzun süre.

İnşaa edildiğinde deniz kıyısında olan kilise, 1930’lu yıllarda denizin doldurulması çalışmaları sonucunda, şu an denizden 300 metre kadar içeride bulunmaktaydı. 

Eskiden Mersin limanına yanaşan gemilerin uzaktan ilk gördükleri yapı, kilisenin çan kulesiydi, bunun içindir ki liman inşa edilene kadar çan kulesinde bir de deniz feneri bulunmaktaydı.

İl Halk Kütüphanesi’nde edindiklerimin yanı sıra  iskeleden gördüklerim,  Eski Mersin’in Uray Caddesi ekseni çevresinde yapılanmış olduğuydu.

Bir başka deyişle Uray Caddesi ve çevresi Eski Mersin idi…

Mersin’in ekonomik ve sosyal merkezi olan Uray Caddesi; ticari hayatın gelişmesini, cadde etrafındaki kurumları, kuruluşları ve işyerleri ile kucaklamıştı.

1900’lı yıllara doğru, Anadolu’nun güneyinde, Akdeniz kıyısında, bir bucak, diğer adıyla Mersin Mutasarrıflığı doğmuştu.

Göçlerle Mersin’e yerleşenler Kentleşmenin olmazsa olmazlarını sür’atle yerine getirmekteydiler.

Regma Gölü’nün bataklığa dönüşmesiyle birlikte Tarsus’un liman özelliğinin kaybetmesi üzerine gözler büyük bir liman olabilme  özelliği gösteren Mersin Bucağına çevrilmişti.

1886’da Adana Mersin Demiryolunun açılması ile de Mersin’in bölgesel, ulusal ve uluslararası ticaret dünyasına açılması sağlanmıştı.

Aynı yıl Mersin Ticaret Odası’nın kurulması Çukurova’da bir ilkti.

Ardından, 1896 yılında, 12 ülke Mersin’de temsilcilik ve konsolosluk açmıştı.

Böylelikle Mersin her inanç, etnik yapı ve farklı kökenden gelenlerle bir mozaik oluşturmuştu. Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Türk, Arap, Kürt, Süryani, Ermeni, Beyrutlu, Niğdeli, Lazkiyeli, Girit kökenli, Çerkez’i, Nusayri’si, Maroni’ si, Alevi’siyle.

Ovalarındaki portakal çiçekleri kokusunun yanı sıra, Akdeniz rüzgarına eşlik eden balık ve yosun kokuları ile yaşam keyfi veren mahallelerini, evlerini, ibadethanelerini, ekmek teknelerini kurmaya başlamışlardı. Ahenkli bir topluluk oluşturmuşlardı.

Uray Caddesi’nin doğusunda, 1898’de kurulmuş olan, Latin Katolik Kilisesi, caddenin  ortalarında 1865’te yapımı tamamlanmış Eski Camii ile Ezan ve Çan seslerinin birlikte dinlendiği bu köy kasaba karışımı  bu yerde, dünya kardeşliğinin hüküm sürmesini sağlanmaktaydı.

Akdeniz’e uzanan taş, tuz ve gümrük adları ile anılan iskelelerinin hamalları, açıktaki gemilerden yük, yolcu taşıyan teknelerin tayfaları, tüccarlar, simsarlar kardeşlik ve barış içindeydiler.

İstasyondan iskelelere ulaşan yolların sağında ve solunda açılan işyerlerinin ilk ticari adları Frenkçeydi .

İskelelere paralel İskele yolunun adı zamanla Uray Caddesi olurken devamı da Atatürk Caddesi olacaktı.

Kentleşmenim bütün gereksinmeleri Uray Caddesi üzerinde, kuzeyinde ve sahilinde gerçekleşecekti.

İskele yolunun en doğusunda yer alan Kalafathane, Mersin limanı yükleme boşaltma hizmetlerini sağlayan mavnaların, römorkların, teknelerin bakım onarım tesisi olarak yerini almıştı.

Latin Katolik Kilisesinin Çan’ı ve Bezmi Alem Valide Sultan adına yaptırılan Eski Camii’nin Hilal’i arasındaki yolun, Uray Caddesi’nin, tam ortasına 1901 yılında, ön cephesinin mermeri dantel gibi işlenmiş Hükümet binası yapılmıştı.

İstasyonla Hükümet binası arasında trafiğe açılmış yol “İstasyon” Caddesi olarak adlandırılacaktı. Sonradan adı İstiklal Caddesi olacaktı.

Mersin’e, 1886’da buharlı trenin ulaşması milat olarak alınırsa Mersin, Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte tam 39 yıl boyunca yerel ve Uluslararası iş dünyası olmanın zenginliğini de yaşamıştı.

Valilik Makamının yanı sıra, Adliye ve Devletin en seçkin kurumları Hükümet Binası içinde ve çevresinde saygın yerini almışlardı.

Hükümet Binasının hemen yanı başındaki Defterdarlık kurumu Türk maliyesi ve hazinesinin göz bebeği olarak işlevini sürdürmekteydi.

Muhteşem bir mimariye sahip, Türkiye’nin en eski kuruluşu T.C. Ziraat Bankası da 1892’de caddenin ortasında yerini almıştı.

Aynı cadde üzerinde, 1926 yılında, yabancı sermaye temsilcilerinden Selanik Bankası yerini alacak ve ticari hayatın gelişmesine güç verecekti.

Mersin kent yönetimi, Belediyenin ilk binası da bu cadde üzerinde kendini gösterecek ve İskele Caddesi’nin adını Belediye Caddesi anlamında, Uray Caddesi olarak değiştirecekti.

Uray Caddesindeki ticari faaliyetleri sürdüren tüccarlar ve ortaklıklar çevredeki illerin ve ülkelerin en seçkin müteşebbislerinden oluşmaktaydı.

Kayseri kökenli Mersinliler demir ve inşaat sektörü malzemeleri ticareti, Güneydoğu illeri kökenli Mersinliler bakliyat ve hububat ticareti, Beyrut ve Halep kökenli Mersinliler pamuk ve bakliyat üzerine uluslararası ticaret ve deniz lojistik işlevinde Mersin ve ülke ekonomisine güç katmaktaydı.

Mersin’in narenciye ürünleri üretim ve pazarlaması ile güçlenen yaş sebze ve meyve sektörü temsilcileri Uray Caddesinin bir diğer yüzü olarak, Uray Caddesi ekonomik yaşamında yerlerini almaktaydılar.

Uray Caddesi Mersinlilerin eskilerine ve yenilerine bir ekmek kapısı cadde olmuştu.

Mersin’in nüfusunun ve Mersin hedefli Anadolu’dan göçlerin hızla artışının temel nedenleri arasına Uray Caddesi ve çevresindeki iskelelerdeki istihdam imkanları girmişti .

Uray Caddesinde iş ve ticaret hayatının sağladığı kazançlar Mersinlilerin sermaye birikiminin başlangıcı olarak Mersin ekonomi tarihinde yerini almıştı.

Bu yoğun ekonomik ve ticari hayatın içerisinde Azakhan, Taşhan gibi anıtsal mekanları önemli rol oynamıştı.

Uray Caddesi ve çevresinde konuşulan diller de Mersin’de uluslararası ticari hayatın en önemli göstergesiydi.

Uray Caddesi ticari sakinlerinin dili Türkçedir, Arapçadır, Fransızcadır, İngilizcedir, Rumcadır.

Uray Caddesindeki yoğun ticari faaliyetler ve bu caddedeki Devlet kurumlarının varlığı birçok yan sektöre de mekan olmuştu.

Konsolosluklar, avukatlar, gümrük komisyoncu yazıhaneleri, noterler, seçkin kırtasiyeciler ve matbaalar, yerel gazete hazırlık ve basım evleri, kibar ve titiz berberler, tüccar terzilerin hepsi Uray Caddesi çevresinde yerlerini almışlardı. 

Ortadoğu ve Çukurova mutfağının en leziz tatlarını sunan aşevleri, lokantalar.

Uray Caddesi sakinlerinin dinlenme ve hoşça vakit geçirme mekanları da Uray Caddesinin yakın çevresinde yerini almıştı.

Sahilde iskele manzaralı Ziya Paşa Gazinosu, Mersinli Ahmet Kıraathanesi, Millet Bahçesine Uray Caddesinin batı ucundaki Tüccar Kulübünü  de ekleyebiliriz.

Uray Caddesinde Latin Katolik Kilisesi, eski Maroni Kilisesi olan Nusratiye Camisi, Eski Camisi, Ziraat Bankası külliyesi, İl Kültür Müdürlüğü binası ve son olarak Hükümet binası çok başarılı restorasyon ve yenileme çalışmaları sonucu geleceğe taşınacak sağlam bir yapı ve görünüme kavuşacaktı.


1 Eylül 2022 Perşembe

MERSİN GÖÇMEN BARAKALARINDA YAŞAM

 


16 Temmuz 1955 Cumartesi, Mersin…

İlkokul ikinci sınıfı okuduğumuz, Yer fıstığı ambarı Osmaniye’den geleli yaklaşık 35 gün olmuştu.

Anam hastanede, babam günübirlik iş bulursa çalışan biriydi. Sabahın erken saatlerinde amele pazarına giderdi. Gümrük Meydanı amele pazarlarından biriydi.

Arkadaşlarımızdan bazılarının ana-babaları çırçır fabrikasında çalışıyordu. Babam da çalışmak için başvurmuştu ama işçi alım mevsimleri geçmişti.

Okuma yazması olmadığı gibi herhangi bir dalda uzmanlığı da yoktu. Amele pazarında, bulabilirse, günlük işlere gidiyordu.

Her biri farklı meslek gruplarında olsa da verilecek herhangi bir işi yapmaya hazır durumdaki ameleler, pazara işçi alımı için gelecek olan işverenlerin yolunu gözlerdi.

İçlerinde en şanssız olanlar, mesleği olmayan beden işçileriydi. Babam onlardan biriydi…

Bir günlüğüne de olsa evine ve çocuklarına ekmek götürebilmenin telaşı içinde olan işçiler, İşverenin, işçi pazarına gelmesiyle umutlanırlar, öne çıkmaya ve işverenin gözüne çarpmaya çalışırlardı.

İşverenler, bazen bir günlük bile olsa, yapılacak işe göre pazarda bulunan işçilerin fiziksel özelliklerini inceleyip kendine uygun olanları yanına alarak götürüyordu.

Seçilen işçiler, bir günlüğüne olsa da ekmek parası kazanmanın mutluluğuyla işe koyulurken, seçilmeyen babam gibi işçiler ise hüzünle, boynu bükük olarak bir sonraki günü beklerlerdi.

Göçmen Barakalarındaki çocukların büyük bir bölümünü tanımış ve 10-15 arkadaşımız olmuştu. Aralarında, uzun yıllar en iyi arkadaşım olacak olan İsmail Tunalı da vardı.

Hastanedeki anamı günaşırı ziyarete gidiyorduk. Her geçen gün sağlığının daha iyiye gittiği görülüyordu. Öyleydi çünkü hastane ortamında iyi beslendiği gibi ilaçları da dozunda ve zamanında veriliyordu.

Bir aya kalmaz taburcu olur demişlerdi hastane yetkilileri. Edirne Göçmen Misafirhanesinde kaldığı iki ayda yenmişti ince hastalığı. Burada da yenecek ve evimize dönecekti inşallah…

Göçmen barakalarında anasız yaşam zorluyordu. Yıkanmak, çay pişirmek, yemek yapmak, çamaşır ve bulaşık yıkamak için evimizde, evlerimizde çeşme yoktu. Büyük bir su sorunumuz vardı.

Yanımızdan geçen derenin suyu yeterli olmadığı gibi, bir süre sonra bazı aileler keneflerini derenin üzerine kurdular. Oldukça uzak çeşmelerden kovalarla taşıma zorunluluğu doğmuştu.

Çırçır fabrikasında ustabaşı durumuna geçen Kerim Dayımın ekonomik durumu biraz daha iyiye gidince, 12 metreden su çıkaran bir tulumba kurdu bahçesine. Böylece su sorunu çözüme kavuştu.

Barakalarda yaşam zordu çünkü çırçır ve iplik fabrikalarına vardiyalı işe gidenlerin küçük çocukları da evde yalnız kalmak zorundaydı.

Bereket imece usulünün ve yardımlaşmanın geçerli olduğu yıllardı. Aileler birbirini yakından tanıdıklarından, çocuklarını rahatlıkla emanet ediyorlardı işe gitmeyenlere. Anam hastanedeydi ama nenem sahip çıkıyordu bize.

Çırçır ve tekstil fabrikalarında uygulanan vardiyalı çalışma sisteminde uykuya uyum sorunları da ortaya çıkardı. Saat 16-24 vardiyası bir süre sonra 24-08 vardiyasına ve sonrasında da 08-16 vardiyasına dönüşürdü.

Sürekli olan bu zaman döngüsüne uyum sağlamak hem zor, hem de zaman alırdı.

Nenem dayımlarla birlikte bizimle de ilgileniyordu gücü yettiği oranda. Biz de O’nu yormamaya çalışıyor, bazı işlerinde yardımcı oluyorduk. Eve su getirme, ekmek alma, çöpleri uygun bir yere götürüp dökme gibi işlerde yardım ediyorduk.

Barakaların ön cephesinde, Beşyol Kahvesine bakan küçük bir bakkal vardı. Nezir Ağa dediğimiz, babam yaşlarında biri tarafından işletiliyordu. Hüseyin dayım, babamla beni tanıştırmıştı Nezir Ağa ile.

Nezir Ağa’nın bir veresiye defteri vardı. Babam Ahmet Akıncı adına açılmış bu veresiye defteriyle bakkala gider, asgari ihtiyaçlarımızı alır, Nezir Ağa da deftere yazdıktan sonra tekrar bize geri vererek eve dönerdik.

Aybaşından aybaşına hesap kesilirdi. Anamın hastanede olduğunu bilen Nezir Ağa, bazı aybaşlarında yaptığımız ödemelerdeki yetersizlikleri bir sonraki aya aktarma nezaketini gösterirdi.

Ekonomik yönden fukara olan insanların gönüllerinin zengin olduğu yıllardı. İyi ki öyleydi. Fukaralığımızı ve çaresizliğimizi unutturuyorlardı…


30 Ağustos 2022 Salı

ÇUKUROVALI ELİYEŞİL VE KARAMEHMET AİLELERİ

 

15 Temmuz 1955 Cuma, Mersin…

Teneke Mahallesi olarak da bilinen Göçmen Barakalarında konaklayanların büyük bölümü Karamehmetlerin tekstil ve çırçır fabrikalarında çalışmaktaydılar.

Türk sanayiine, Eliyeşil ailesi ile birlikte Çukurova Sanayi İşletmeleri’ni kurarak giren Karamehmet ailesi, bölgede gayrimüslimlerden sonra sanayine adım atan ilk Türk ailesi olarak biliniyor.

Çukurova Grubu’nun kurucularından biri olan Eliyeşil  Ailesi Tarsus’ta büyük toprak sahipleriydi.

İki ailenin ilk ciddi girişimi, 1887’de kurulan azınlıklara ait Mavromati ve Şürekâsı İplik Fabrikası’nın 1925’te devralınmasıydı.

Tarsus’ ta 1890 yılında iplik ve çırçır fabrikası olmak üzere iki önemli yatırım yapan Konstantin Mavromati, aslen Kıbrıs’ ın güney batısında yer alan Baf’ tan gelerek mersin’ e yerleşmiş bir Rum’ du.

Mersin’ in sayılı tüccarlarından olan Mavromati’ nin asıl adı Karagöz oğlu Koskiki idi.

Zamanla Mersin’ deki Ortodoks Rum cemaatinin en zenginlerinden birisi olan Mavromati, gemi acentalığı, emlak simsarlığı, sarraflık, bankerlik gibi işlerin yanında özellikle tekstil sektörüne yönelik sanayi yatırımlarını da gerçekleştirmişti
.

Türkiye’nin en eski ve en büyük tekstil yerleşkelerinden biri olan bu tesisler, 1925’te sadece 50 çırçır ve 5 bin iğlik kapasiteye sahipti.

1932’de büyük bir değişim geçiren fabrika, Türkiye’nin ilk modern tesisi hüviyetini kazandı.

İki aile, 1940’lara doğru tarım araçları temsilciliği işine girdiler.

Asıl büyük atılım iş makineleri acenteliğiyle geldi. 1949’da işçi sayıları 3 bine ulaşmıştı.

Bu oluşumun tarihçesine bir  göz atalım.

Böylelikle, Beyaz Altın Pamuk ve hammaddesini oluşturduğu tekstil sanayiinin ortaya çıkışını anlamak kolay olacaktır.

Hammadde olarak pamuk ile mamul madde olarak iplik ve tekstil ürünlerinin dünyaya pazarlanması, bu da sosyal, ekonomik ve ticari dönüşümü gerektiriyordu.

Dönüşümde en büyük rolü pamuk üretimi ve Mersin limanı oynamıştı.

Giderek artan pamuk üretimine karşılık, liflerin tohumlardan ayılması işleminin elle yapılıyor olması pamuğun işlenip satılmasını çok yavaşlatıyordu.

Sonunda, 1793’te Eli Whitney adında bir Amerikalı mühendis “çırçır” denen bir makine geliştirerek pamuk liflerinin elle ayıklanmasına son verdi.

Tek bir kişinin çalıştırdığı bu makineyle 5060 işçinin elle yapabileceği iş kolayca yapılabiliyordu.

Whitney’in çırçır makinesi sayesinde pamuk üretiminin hızla artması, elde edilen pamuğu eğirmek ve dokuyabilmek için daha hızlı ve daha nitelikli tezgâhlara gereksinim doğurdu.

Bu alandaki  yenilikler ve buluşlarla pamuklu dokuma sanayisi dünyanın en büyük sanayi dallarından biri durumuna geldi.

Pamuklu dokuma sanayisi, İngiltere'de pamuk üretimi olmamasına rağmen, 18. yüzyılda İngiltere’de gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin öncü sanayi kollarındandı. 

Türkiye’de ilk kez 19. yüzyıl başlarında Çukurova bölgesinde ilkel yöntemlerle başlayan pamuk üretimi, 1833’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Çukurova yöresini ele geçirmesiyle gelişmeye başladı. 



Herhangi bir iskele olmadığı için gelen gemilerin kıyıya mümkün olduğunca yaklaşması ve denize giren taşıyıcı işçilerin sığ sularda gemiyle, kara arasında yük taşıması gerekiyordu.

Mersin limanının ve iskelelerinin yapılmasıyla Mersin dünya ticaretine entegre oluyordu.

Bu sonuç yabancıların Mersin’e olan ilgilerini arttırmış ve onlarca konsolosluklar açılmıştı.

1864’te Fransızlarca kurulan ilk çırçır fabrikasını İngilizler ’in Adana, Mersin ve Tarsus’ta kurdukları öbür fabrikalar izledi ve daha sonra başka pamuk işleme tesisleri kuruldu.

İSKELELERİYLE MODERNLEŞEN MERSİN

 


10 Temmuz 1955 Pazar, Mersin…

Yaklaşık bir ay önce geldiğimiz Marsin'de. kendime ayırabileceğim bütün zamanlarımı Mersin İl Halk Kütüphanesi’nde geçiriyorum.

Kütüphanede bulabildiğim kaynaklara göre geçmişinde, küçük bir balıkçı köyü olan Mersin, bir liman şehri olan Tarsus’a, Tarsus’ta da Adana’ya bağlı yerleşim birimleriydi.

1860’lı yılların başında 100–150 haneli bir köy-kasaba olan Mersin’de liman hizmeti görecek bir iskele bile yoktu. Yelkenli gemi ve kayıklar, yanaşabildiği kadar sahile yanaşıyor ve suya giren hamallar yükleme-boşaltma işlerini yapıyorlardı.

İlk iskele, yolcu iskelesi olarak da kullanılan, Gümrük İskelesi’dir. Taşların yığılmasıyla oluşturulmuş ilkel bir iskeleydi. Zamanla uzunluğu artan iskele üzerine bir kulübe de yapılmıştı. Mersin’de iz bırakmış en önemli yapılardan birisi, Ulu Camii ile  birlikte anılan Gümrük Meydanı ve Gümrük İskelesi’dir.

1860’lı yıllardan itibaren, 1961 yılına Mersin limanı hizmete girinceye kadar, sürekli yenilenip değiştirilerek kullanılmıştır.

Eski Mersinliler Ulu Çarşı ve Ulu Cami’nin yer aldığı bu alana hala Gümrük Meydanı diyorlar.

Liman şehri olan Tarsus’u Akdeniz’e kanallarla bağlı Regma Gölü’nün bataklığa dönüşmesi sonrasında öne çıkan Mersin, 1890′ da doğu Akdeniz’in en önemli iskelelerine, giderek limanına sahip  olarak anılacaktı.

Adana Vilayet almanağı ya da yıllığına göre, 1880 yılında, Mersin merkezinde 3010′ u Müslüman olmak üzere 4070 kişi yaşamaktaydı…

Yayınlanan yıllıklardaki kayıtlar nüfusun 1890 yılında 9 bine çıktığını gösteriyordu. 

1892 kayıtları 2 yıl içinde şehrin nüfus bakımından iki kattan fazla arttığını ve 2 bin civarında gayri Müslim olmak üzere 21 bine ulaştığını ortaya koyuyordu…

1860 yılından itibaren Süveyş kanal inşaatının başlaması ve Çukurova’da pamuk üretiminin artması, küçük bir köy halindeki Mersin’i birden öne çıkarmıştı.

Suya dayanıklı en sağlam kereste, katran ağacı olarak da bilinen, Sedir ağaçlarından elde ediliyordu.

Lübnan’ın simgesi de olan bu ağaç, Lübnan dağlarının yağmalanması sonucu azalınca, Torosların yüksek tepelerindeki Sedir, yeni kaynak olarak, gözlerin Mersin’e dönmesine yol açmıştı…

Mısır’daki Süveyş kanalı başta olmak üzere, doğu Akdeniz’in diğer tersanelerinin ihtiyaç duyduğu kereste, Torosların yüksek tepelerinden kesilen Sedir ağaçlarından elde ediliyordu.

Kesilen Sedir ağaçları, şimdilerde can çekişen Efrenk (Müftü) deresi üzerinden deniz kıyısına ulaştırılıyordu. Yükleme iskeleleri olmadığı için de suya giren işçiler tarafından gemilere ulaştırılıyordu.

Doymak bilmeyen Süveyş kanal inşaatının ihtiyacını gidermenin yanı sıra, artan pamuk üretimine paralel olarak, Mersin’deki iskele sayısı 1860’tan itibaren hızla artmıştı.

1913’te Toros Dağları’nı aşan Bağdat Demiryolu ile İç Anadolu’ya bağlanan kent, ticarete konu olan ayrı cins malların yükleme fonksiyonlarını üstlenen 122 iskelesiyle güneyin en önemli ihracat limanı olmuştu.

1860 yılında Mersin’in ticari bir iskeleye sahip olması, köyden modern bir kente dönüşmesini  sağladı.

Oluşturulan 110 metre uzunluk, 12 metre genişlikteki İlk ticari iskele, şimdilerin Ulu Çarşısının bulunduğu, Gümrük meydanı önündeki deniz kıyısında yerini aldı.

Deniz trafiği öylesine hızlı artmıştı ki, kereste ve pamuk yanında, pek çok ithalat/ihracat kaleminin Mersin üzerinden aktarılmasıyla, yan yana iskeleler birbiri peşi sıra sahili doldurmaya başladı…

Latin Katolik Kilisesi önündeki Alman İskelesi, aynı zamanda Eski Mersin Halk Plajı olarak da biliniyordu. İlk iskelelerden biriydi. Ardından Azak Hanın önündeki taş iskele…

Ticaret ve Sanayi Odası binasının önündeki Maritim adlı gemicilik şirketine ait özel iskele…

Mersin’e damgasını vuran en büyük sanayicisi, yatırımcısı, kente gelişi çan çalarak kutlanan efsanesi Mavromati’ nin de iskele yapma yarışına katılmasıyla deniz ticareti önemli bir aşama kaydetti…

Hizmete girdiği 1960’lara kadar, şimdiki liman ile Azak Han arasında kalan kıyı şeridinde birbiri peşi sıra 5 iskele daha kuruldu zaman içinde…

Bunların içinde en dikkat çekeni Belediye tarafından yaptırılan, Adliye ile Emniyet binası önündeki sahilde yer alan, 1430 metre uzunluktaki iskeledir…

Mersin’in liman eksenli muhteşem büyüme döneminde bir başka zirve ise Adana-Mersin demiryolunun 2 Ağustos 1886′ da hizmete girmesidir…

Bu tren hattının 1908 yılında Haydarpaşa-Bağdat hattına bağlanmasıyla Mersin, gerçek anlamda Anadolu’ nun dünyaya açılan kapısı, doğu Akdeniz’in en önemli dış ticaret kapısı haline geldi…

Mersin Limanı’nın modern, korunaklı ve daha işlevsel haline gelmesi için yapımına 3 Mayıs 1954 tarihinde başlanılmıştı.

Böylece Mersin’e gelenlere yeni bir iş kapısı daha açılmıştı…

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...