14 Haziran 2022 Salı

DÜZİÇİ YEŞİLOVA KÖYÜ

 


15 Aralık 1951 Cumartesi, Yeşilova Düziçi…

Pamuk hasadının yanı sıra yer fıstığı hasadının da sona ermesiyle birlikte, işsiz ve yurtsuz kalmıştık.

Babamın yaptığı bir araştırma sonrasında, 1937 yılında gelen Balkan Muhacirleri arasında, doğduğum köy Karagözler’ den de gelenler olmuş Düziçi bölgesine.

Bunlardan biri de rahmetli Durgud Dedemle kan bağı olan Ömer Dayı idi.

Bizleri Yeşilova’da ağırlayabileceklerini söylemesi üzerine kısa sürede toparlanmış, Ömer dayının traktörüne bağlı bir römorkörle Yeşilova’ya taşınmıştık. 

Köyde hatırı sayılır bir konumda olan Ömer dayının bizleri uzaktan akraba olarak tanıtmasıyla, diğer köylüler de bizlere kucak açmışlardı.

Başta Ömer Dayı olmak üzere, diğer köylüler tarafından da hayvan ahırlarından bazıları boşaltılarak bizlere tahsis edilmişti.

Oldukça becerikli olan, başta babam olmak üzere, aile reislerinin kısa zamanda düzenledikleri hayvan ahırlarından bozma evlerimiz bizlere saray gibi geldi. Geldi çünkü, aylardır ilk kez kapalı yerlerde yatıp uyuyacaktık.

Zamanla köyün içinde bulunduğu ovayı gezip, gördükten sonra köye neden Yeşilova dendiğini de anlamıştım. 

Üstelik Yeşilova biraz da Bulgaristan’daki köyümüzü andırıyordu. 

Yeşilova köylüleri eski gelenek ve göreneklerine bağlıydılar, manevi yönleri de kuvvetliydi. Sosyal yaşamları bize uygundu, köye çabuk uyum sağladık.

Çocukluk anılarımın unutulmazları arasında yer alan Osmaniye, yeryüzü yüzey şekillerinden birçoğunu bünyesinde toplamış ender yerlerden biriydi.

Arazinin eğimi, güneyden itibaren, kuzeye ve doğuya doğru gittikçe yükseliyordu.

Batı kesimlerinde Adana ovasının düzlükleri yer alıyordu. Kuzeyinde zorlukla geçtiğimiz Amanos dağları (Gâvur dağları), kuzeybatı yönünde Toros dağları, doğusunda Dumanlı, Düldül ve Tırtıl dağları bulunuyordu. 

Ovalık arazileri en çok Merkez, Toprakkale, Kadirli ve Düziçi ilçelerinde bulunmaktaydı. Sevdiğimiz bir yer olmuştu Yeşilova Köyü ve sakinleri…

Meraklı ve öğrenme açlığı olan bir çocuk olduğumun farkına varan Ömer Dayı da çevre ile ilgili bilgiler veriyordu fırsat buldukça.

Kendisine, pamuk tarlalarında bizimle birlikte mevsimlik işçi olarak çalışan üniversite öğrencisi Muzaffer Abi’den söz etmiş, onun gibi okullu olmak ve üniversiteye gitme hayali kurduğumu söyledim.

Ömer Dayı hayallerime bayıldı, teşvik etti.

Amanos Dağlarının batı yamaçlarında yer alan köyle birlikte, köyün içinde yer aldığı Düziçi ovasında her yer yemyeşildi.

Kuzeyinde Ceyhan Nehri, doğusunda Amanos Dağları ile Bahçe ilçesi, kuzeybatısında Kadirli, kuzeydoğusunda Maraş ilinin Andırın ilçesi, güneyinde Osmaniye ile çevriliydi.

Amanosların en yüksek tepesini oluşturan Düldül Dağı, Düziçi’nin kuzeyinde yer alan Ceyhan Nehri’nden itibaren, 180’m den başlayan ve 2246’m ye kadar ulaşan kısa mesafede büyük değişimler gösteriyordu.

Düldül Dağının doğal ve beşeri özelliklerinden dolayı büyüklü küçüklü birçok mağara bulunmaktaydı. Deve Mağarası Kanyonu görülmeye değerdi.

Yükselti farkına bağlı olarak ortaya çıkan bitki çeşitliliği, temiz havası ve eşsiz manzarası Karagözler’ deki Sakar Balkan’ı andırmıştı bana. Bundan ötürü biraz daha fazla sevmiştim Yeşilova Köyü’nü.

Amanos Dağlarında, 1200 m yükseklikte, Dumanlı Yaylası yer almaktaydı. Düziçi  merkezine 10 km uzaklıkta bulunan Dumanlı Yaylası, yaz mevsiminde yaylacılar ile sonbahar ve kış mevsimlerinde doğaseverler ve amatör fotoğrafçılar tarafından ziyaret edilerek, temiz havasının eşsiz doğasının tadını çıkardıkları güzel bir yayla olarak biliniyordu.

Çoğunluğunu gürgen ağaçlarının oluşturduğu yeşilin her tonunun bulunduğu Dumanlı Yaylasında, sonbahar mevsiminin gelmesiyle, ağaçların yaprakları önce kızıl tonlara sonrada sarı tonlara bürünerek görsel şölen oluşturmaktaydı.

Her yıl Kasım ayında ziyaretçilerini ağırlayan yaylada yürüyüş parkurları ile doğaseverler ve fotoğrafçılar harika manzaranın görselliğini ve kamp yapmanın huzurunu yaşamaktaydılar. 

Öyle söylemişti Ömer Dayı…


ÇUKUROVA'DA İŞSİZ VE YURTSUZ KALDIK


 

7 Aralık 1951 Cuma, Osmaniye…

Osmaniye’de fıstık hasadı dönemi de sona ermişti…

İşsiz kaldığımız gibi konaklayacak yerimiz de yoktu.

Yedi yaşında bir çocuk olarak, ”Ne yapacağız, nerede kalacağız ve nasıl geçineceğiz?” Sorularına yanıt bulamayınca babama sormaya karar verdim. Her zaman bir çare bulurdu.

Ne var ki, bütün gün ortalıkta görünmediği gibi akşam karanlığı çöktüğü halde babam ortalıkta yoktu.

Pek alışık olmadığımız bir durumdu bu…

Konaklama yerindeki çadırımızın önünde akşam yemeği için bir şeyler hazırlamaya çalışan anama,

-Bütün gün ortalıkta görünmedi, Babam nerede ana?

-Babanız kışı geçireceğimiz bir yer bulmaya gitti oğul. Bugün gelemeyebilir. Mustafa’yı da bul da Allah ne verdiyse yiyelim akşam yemeğini.

-Babam nereden, nasıl bir yer bulacak ana?

-Toprakkale ve Haruniye köylerinden bazılarında Bulgaristan göçmenleri varmış. Babanız tarla sahibinden ve elçilerden duymuş. Belki Karagözler köyünden gelmiş olanlar da olabilir. Diyerek gitti babanız.

Dedikten sonra kardeşimle bana,

-Eşyalarınızı düzenli bir şekilde, bir fıstık torbasında toplayın. Belki hayırlı bir haberle gelir babanız. Yeni bir konaklama yerine gidecekmişiz gibi hazır olalım.

Anamla yaptığım konuşmalardan sonra kafamdaki soruların bir kısmı çözülmüştü. Belki de kışı Çukurova köylerinden birinde geçirebilirdik. Yılın 300 günü güneşli olan Çukurova’da çadır kurabileceğimiz ya da başımızı sokacağımız bir konaklama yeri bulabilirsek kış ayları sorunsuz atlatılırdı.

Anamın söylediklerini yerine getirdikten sonra dayılarımın da ortalıkta olmadıklarının farkına vardım. Onlar da kışı geçirmemizi sağlayacak bir yer arayışına girmişlerdi. Farklı yerlere dağılmışlardı.

Her an, henüz bizce bilinmeyen bir yere göç edebilirdik.

8 Aralık 1951 Cumartesi, Osmaniye…

Bugün öğleden sonra gülümseyen bir yüzle döndü babam. Anneannemle Mustafa Dayım da gelmişti babamı dinlemeye.

-Kışı, Osmaniye’nin yaklaşık 30 km kuzeydoğusunda olan Yeşilova Köyünde geçireceğiz.

Dedi ve anlatmaya başladı. Biz de büyük bir merak ve heyecan içinde dinlemeye başladık.

*****

Birinci Dünya Savaşı’nı da kapsayan 1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık savaş döneminde Anadolu nitelikli ve üretici insan kaybı yaşamıştı.

Üstüne üstlük sağlık sorunları da olan bir Türkiye devralan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikli, çalışkan ve tarımdan anlayan insan gücüne ihtiyacı vardı.

Balkanlardaki asimilasyon politikalarıyla bu ihtiyaç birleşince, 1923-1938 yılları arasındaki dönemde, sadece Bulgaristan’dan Türkiye’ye 200 000 civarında göçmen gelmişti.

1933-1937 yılları arasında gelen iskânlı göçmenlerin bir bölümü Yeşilova Köyüne yerleştirilmişti. Yerleştirilenlerden biri de, çok uzaktan da olsa, ben daha doğmadan vefat etmiş olan Durgud dedemin soyundan, Ömer Dayı da onlardan biriydi.

Ömer Dayı Düziçi Yeşilova Köyü’nde varlıklı sayılabilecek bir konumdaymış. Karagözlülerin Yeşilova’da konaklayabileceklerini, bunun için de elinden gelen her türlü yardımı yapabileceği sözünü vermişti.

Boşuna dememişler ”gün ola harman ola…” Diye

Yeni bir başlangıç yapılacağı inancıyla moralimiz düzelmişti…

13 Haziran 2022 Pazartesi

YERFISTIĞI AMBARI OSMANİYE

 


20 Ekim 1951 Cumartesi, Osmaniye…

Yaklaşık üç haftadır Adana’nın kazası Osmaniye’deyiz…

Osmaniye’deyiz dediğime bakmayın. Şehrin dışında, Düziçi tarafında içi yerfıstığı dolu yüzlerce çuval bulunan bir hangarın yanına yerleştirildik Elçi, affola, Çavuş tarafından.

Türkiye’de yer fıstığı üretiminin yaklaşık yüzde 80’i Osmaniye’de, geri kalan % 20’si de Toprakkale, Kadirli ve Düziçi tarım alanlarında üretiliyordu.

Eylül ayının ikinci haftasında, topraktan hasadı başlatılan yer fıstığının kökleriyle birlikte çıkarılması, kazık köklü bu bitkinin meyveleri olan ham yerfıstığının dallarından alınması ve çuvallara doldurularak hangarlarda toplanması bir buçuk iki ay gibi bir zaman sürecinde gerçekleşiyordu.

Bizler bu sürenin sonunda, temizlenmiş ve kurutulmuş yer fıstıklarını kabuklarından ayırmak için görevlendirilmiştik.

Kabuklarından ayrılan yer fıstıklarının ağırlıklarına göre ücret ödenirdi.

Kabuklu yer fıstıklarını ayırmak için sabahın erken saatlerinde işe başlardık. Parmaklarımızla yerfıstığının kabukları kırılır ve çerezlik kısmı ayrılırdı.

Taşlarla da kırmak mümkün dü ama, içindeki çereze zarar verirdi. Kasları yeterince gelişmiş olan büyükler açısından sorun yoktu. Ne var ki parmak kasları yeterince gelişmemiş olan çocuklar, yani benim gibiler, parmakları yerine dişlerini kullanarak ayıklama işlemini gerçekleştiriyorlardı.

Yer fıstığının içerisinde A vitamini, E vitamini, C vitamini, B12 vitamini, Kalsiyum, Magnezyum, Demir, Bakır gibi birçok bileşen bulunmaktadır. Bu nedenle tüketilmesi halinde bedenimiz gerekli olan enerji ve vitaminlerin bir çoğunu kazanır. Demişti bir sohbet esnasında bizi denetleyen mal sahibinin temsilcisi.

Yer fıstığının bu özelliklerini öğrendikten sonra, aşırıya kaçmamak üzere, kabuklarından ayırdığımız üründen bizler de sebeplenmeye başlamıştık.

Yer fıstığının içini kabuğundan ayırma yöntemimiz ne olursa olsun, durumumuzdan mutluyduk.

Hem para kazanıyor hem de sebepleniyorduk…

OSMANİYE YERFISTIĞI TARLALARI

 


2 Ekim 1951 Salı, Osmaniye…

Pazar günü pamuk hasadının sona ermesiyle birlikte işsiz, yurtsuz kaldık derken, pamuk hasadındaki Elçimiz Osmaniye’deki yer fıstığı hasadında iş bulduğunu müjdeledi ve helallik isteyerek ayrıldı.

Elçi ayrıldıktan yaklaşık yarım saat sonra, Osmaniye’de yer fıstığı üreticisi ile bizim aramızda işbirliğini sağlayan ve hane halklarının üretimlerini kayıt altına alacak olan Çavuş, kasası oldukça büyük bir kamyonla bizleri aldı.

Halil Dedemi toprağa vermiş olduğumuzdan, Elbistan Köylerinden 25 kişi olarak çıkan Karagözlüler Osmaniye’ye 24 kişi olarak gidiyorlardı.

Kamyonumuz harekete geçtikten yaklaşık bir saat sonra, sarı çiçekleriyle yol kenarındaki tarlaların bazılarında kendini gösteren bitkinin yer fıstığı olduğunu, daha doğrusu yer fıstığının toprak üzerindeki kısmı olduğunu anlamıştım.

Pamuk hasadının sona ermesinden bir gün önce, kantarda görevli mevsimlik işçi üniversite öğrencisi Faruk Abi bana, buradan sonra belki Osmaniye yerfıstığı tarlalarında iş bulabiliriz diye, Güney Amerika kökenli sarı çiçekli bu bitki hakkında biraz bilgi vermişti.

Güney Amerika kökenli olan bu sarı çiçekli bitki, baklagiller familyasından tek yıllık, yazlık, çok değerli bir yağ kaynağıydı aynı zamanda. Bezelye, bakla ve fasulye ile akraba olan yerfıstığı bunlardan meyvelerini toprak içinde meydana getirmesiyle ayrılıyordu.

Kökeni Amerika olan sarı çiçekli bu bitki,  Amerika’nın keşfinden sonra Portekizliler tarafından 16. yüzyılda gemilerle önce Avrupa’ya getirilmiş, buradan Afrika ve Asya kıtalarına yayılmış, daha sonra da Pasifik adalarına götürülmüştü.

Osmaniye yer fıstığı kabuklu, kabuksuz, tuzlu, tuzsuz, çeşnili ve baharatlı olarak bir çok farklı çeşidi bulunmaktaydı. Severek tüketilen Osmaniye yer fıstığı çok lezzetli, çok sağlıklı ve çok ekonomik bir çerez olarak sıkça tercih edilmekteydi.

Böylece, yeni bir iş koluyla tanıştırıldık. Yer fıstığı hasadı ve kabuklarından ayrılması…

Yer fıstığı hasadı ve işlenmesi için de mevsimlik işçiler çalışmakta ve yine elçiler devreye girmekteydi.

Elçilik sisteminin iyi tarafı işçilere konaklayabilecekleri yer göstermeleriydi. İşlenme kolaylığı ve verimlilik açısından tarlalara yakın kapalı binalar, hangarlar yapılmıştı. Hangarları ve çevresini barınma yeri olarak seçmemiz sağlandı.

Yer fıstığının çerez olarak kullanılabilmesi için kabuklarından ayrılması gerekiyordu.

Günümüzde bu işlem oldukça gelişmiş ayırma makineleriyle yapılmaktaysa da, 1951’li yıllarda insan emeği ile yapılıyordu. Baş parmakla diğer parmaklar arasında sıkıştırılarak fıstık kabuğundan ayrılıyordu.

Kabuklarından ayrılan yer fıstıklarının ağırlıklarına göre ücret ödenirdi.

Ailemizin kışlık nafakasını çıkarabilmek için çocuklar da kabuklarından ayırma işinde çalışıyordu.

Güçsüz parmaklarımız buna uygun olmadığı için, yer fıstıklarını kabuklarından dişlerimizle ayırıyorduk.

Bu tür bir ayırma işleminin yaşlılık dönemlerinde dişsiz kalacağımıza neden olacağını bilemezdik.

Nitekim sonraki yıllarda bütün dişlerimi kaybedecektim…

ÇUKUROVA'DA PAMUK HASADI SONA ERDİ

 


30 Eylül 1951 Pazar, Osmaniye… 

Babamın ”Meehmeeet, Muustafaaa…Kalkın artık” sözleriyle gözlerimi araladım.

Sabahın erken saatleri olmalıydı… 

Sonbaharla birlikte havalar serinlemiş, yoğun nem oranı azaldığı gibi, bir nebze de olsa sivrisinek istilasından kurtulmuştuk. Rahat uyumuştum ki karabasan rüyalarımdan birine yakalanmamıştım.

Doğrulup, kalktım ve çevreme bakındım. Sessiz, hüzünlü ve hummalı bir çalışma vardı son konakladığımız pamuk tarlasında.

Hüzünlüydük, Halil Dedemi pamuk tarlalarında toprağa vermiştik…

Hüzünlüydük, iki buçuk yaşındaki kardeşim Şaban’ı Elbistan Hasanköy’de toprak altında bıraktığımız gibi, Halil Dedemi de Ceyhan pamuk tarlalarındaki toprağın altında bırakacaktık.

Sessizdik çünkü pamuk hasadı sona ermişti…

Sessiz ve hüzünlüydük çünkü, hem işsiz hem de konaklayacak yersiz, yurtsuz kalmıştık…

*****

Babamın sesli uyarısı üzerine dere kenarına giderek, elimizi yüzümüzü yıkayıp, diğer ihtiyaçlarımızı da giderdikten sonra anamın hazırladığı kahvaltı için yer sofrasına oturduk…

Kimseden ses çıkmıyordu kahvaltı esnasında. Babam pek konuşmayı sevmezdi yemek yenirken…

Kahvaltı  bir an önce bitmeliydi ki, çadırımızda ne varsa denk haline getirilmeli ve çadır sökülmeliydi.

Sessizce edilen kahvaltı esnasında beynim beni zamanda geriye, pamuk tarlalarına ilk ayak bastığımız günlere götürdü…1951 yılı Ağustos ayının üçüncü haftasında, Elbistan Hasanköy’den, Ceyhan’a 7-8 km uzaklıktaki pamuk tarlasında  ‘’mevsimlik işçi’’ olarak gelmiştik. Mevsimlik İşçi olarak başladığımız yaşam tarzımız, Osmaniye İli’ne doğru, diğer pamuk tarlalarıyla devam etmişti.

Yaklaşık bir buçuk aydan fazla bir zaman boyunca, bir pamuk tarlasından diğer bir pamuk tarlasına geçmiş durmuştuk. Yağmurlar, ufak çaplı seller, sivrisinekler, Çukurova’nın kavurucu sıcakları, yetersiz beslenme ve hastalıklarla boğuştuğumuz günler gelip, geçmişti.

Geçmişti ama delip geçmişti…

Delip geçmişti çünkü, Elbistan Hasanköy’de kaybettiğimiz iki yaşındaki kardeşim Şaban’dan sonra,  Halil dedemi de pamuk tarlalarında toprağa vermiştik. Bir an için Şaban ile Halil Dedem beynimde belirerek beni 5 ay öncesine, Bulgaristan’daki köyüme, Karagözler’e götürdü.

İçiçe iki avlu içinde bir dönümlük arazi üzerine kurulmuş 4 odalı bir evimiz varken düştüğümüz hallere bak dedim içimden. Beş ayda ne çok şey değişmişti. Sanki bir kaç yıl geçmiş gibi gelmişti bana.

Yaşım henüz 7 olmasına rağmen, birdenbire büyümüştüm. Büyümek zorunda kalmıştım.

Babamın sesiyle tekrar kendime geldim.

-Hadi çocuklar devranın da toparlanalım…

Çadırlar toplandı. Çadırdaki bütün eşyalar toplanıp, denkler haline getirildi. Pamuk hasadını sonlandırdığımız tarladan ayrılmak için bütün hazırlıklar tamamlanmıştı.

*****

Elçimiz, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarımızı karşılarken yaptığı harcamalarla komisyonunu da kestikten sonra her ailenin paralarını ödemişti.

Ücretsiz konaklama yerimiz olsa, iki üç ay çalışmasak da elimizdeki para yeter demişti babam. Ama konaklama yerimiz yoktu. Başımızın çaresine bakmalıydık ama nasıl?

Elbistan Köylerine geri dönmeyeceğimizi öğrenen Elçi, garanti olmamakla birlikte, Osmaniye’de yer fıstığı hasadında iş bulabileceğimizi söylemiş ve bazı görüşmeler yapmak üzere Osmaniye’ye gitmişti…

Elçi iyi haberle gelebilirse, gitmeye hazır olmalıydık…Gerçi, iyi haberlerle gelemese de buradan gitmek ve uygun bir konaklama yeri bulmalıydık.

*****

Öğleden sonra Elçi bazı aracılarla anlaşmış olarak geri döndü. Aile üyeleriyle birlikte, bütün aile reisleri çevresinde toplandıktan sonra,

-Benim görevim bu tarlada sona eriyor. İyi çalıştığınız gibi Çukurova’nın oldukça yoğun nemine, sıcaklarına, fırtına ve yağmurlarına, özellikle sivrisinek ordularına karşı çetin bir savaş verdiniz. Tek bir kayıpla, Halil Kurtuldu ile, pamuk hasadını tamamladınız. Halil Dedenin mekanı Cennet olsun.

Deyip biraz nefeslendi ve devam etti.

-Yeni Elçi, ki Osmaniye’de Çavuş deniliyor, eşliğinde bir kamyon gelip, sizleri Osmaniye yer fıstığı tarlalarına götürecek…Hepinize teşekkür ederim, hakkınızı helal edin.

Dedi ve el sallayarak, kantar başında hasat edilen pamukları hane hesaplarına kaydeden üniversite öğrencisi Muzaffer Abi ile geldiği araca yöneldi.

Muzaffer Abi’nin geri dönüp, gözleriyle beni aradığını hissedince, koşarak yanına gittim. Boynuna sarılarak teşekkür etmemin yanı sıra, okullu olacağımı ve mutlaka üniversite eğitimi yapacağımı söyledim. Muzaffer Abi de yanaklarımdan öperek patronun yanına gitti.

Bizi Osmaniye’ye götürecek olan Çavuş’u beklerken, nasıl ve ne şekilde olursa olsun, okullu olmaya ve üniversiteye gitme inancı ve kararlılığımı bir kez daha hissettim. Faruk Abi gibi ben de yaz tatillerinde mevsimlik işçi olarak çalışıp, okul masraflarımı çıkaracaktım.

Geldi, geldiler sözleriyle kendime geldim. Çok beklememiştik, yarım saat sonra kasası hepimizi alacak boyuttaki bir kamyonla gelmişti yeni Elçimiz, ki Osmaniye’de Çavuş diyecektik…

Yeni bir gün yeni bir başlangıçtı. Mevla’m neylerse iyi eylerdi…        



31 Mayıs 2022 Salı

ÜNİVERSİTELİ MUZAFFER ABİ

 


25 Eylül 1951 Salı, Ceyhan…

Kantarda görev yapan, toplanan pamukların hane halklarına göre kayıt altına alınması konusunda patronun temsilcisi durumundaki Muzaffer Abiyi hem sevmiş, hem de saygı duymuştum.

Üniversite masraflarını karşılamak için, yaz aylarında mevsimlik işçi olarak çalışan Muzaffer Abi Rol modelim olmuştu.

Okullu olmak, üniversiteye gitmek ve ben de üniversite masraflarımı kendim karşılamak istiyordum.

Kendisini rol model olarak gördüğümü anlayan Muzaffer Abi de beni sevmiş, şimdiden ortamın kültür kırıntılarını kulaklarıma üflemeye başlamıştı.

Öncelikle demişti, mevsimlik işçiler yalnız pamuk toplayanlar değildir.

Toplanan pamuğun işlenmesi gereken Tarsus ve Mersin’e götürülmesini sağlayanlar, işlenmesi için kurulan çırçır ve pamuklu dokuma sanayiinde çalışanların bir çoğu da mevsimlik işçilerdir.

Ayrıca, Ceyhan’ın yaklaşık 50 km doğusundaki Osmaniye Türkiye’nin yer fıstığı ambarıdır.

Pamuk toplama işi sona erdiğinde, mevsimlik işçilerin bazıları Osmaniye’de yer fıstığı sökümü ve kabuklarından ayrılması işlemlerinde de çalışırlar.

Mevsimlik işçiler olayını kavramak için Çukurova’yı, Çukurova Ovası’nı tanımak gerekir.

Çukurova Ovası, Batıdan ve kuzeyden Orta Toroslar’ ın yükseltileri 3,500 metreyi bulan doruklarıyla, doğudan Antik Misis tepeleriyle sınırlanan, güney ve güneybatıda doğrudan Akdeniz’e açılan Çukurova, Adana ovasının yaklaşık üçte ikisini oluşturur.

Sulu tarım alanlarıyla yemyeşil bir halı gibi yayılır Torosların eteklerine.

Doğuda Ceyhan batıda Seyhan ırmağı ve Tarsus Berdan çayının alüvyonlarından oluşmuş olan Çukurova ovası, yazları sıcak ve kurak Akdeniz iklimi özelliklerini taşır.

Bataklıklardan kaynaklanan sivrisinekleri, bataklıklar ve Akdeniz’deki buharlaşma sonucu oluşan yoğun nem, kavurucu sıcaklar nedeniyle yaşanması güç, ama ekonomik açıdan son derece önemli bir yöredir.

Bir bakıma iş, aş, ekmek, bolluk ve bereket demektir Çukurova.

Amanosların öteki yüzünde sadece tarhana ve bulgur varken, Çukurova’da her şey vardır.

Bunun için dir ki sıcaklığına, aşırı doygun nemine ve bulut gibi sivrisineklerine rağmen mevsimlik işçileri çeker Çukurova.

İskenderun Körfezi ile Çukurova arasına Misis Tepeleri girer. Misis Antik Kenti, Misis Tepeleri etekleri ve Ceyhan nehri kıyısında kurulmuş, İpek Yolu üzerindeki önemli bir şehirdi.

Misis boğazından tepeleri yararak çıkan ve Çukurova’ yı Yukarıova’ dan ayıran Ceyhan Irmağı, yüz binlerce dönümlük Çukurova’ya hayat verir. Pamuk, yerfıstığı, çeltik, meyve, sebze yetiştirir. Yetiştirdiklerinin dağıtımı için önemli demiryolu ve karayolu bağlantıları kurulmasını sağlar, sağlamıştır.

Beyaz altın olarak tanımlanan ve toplamakta olduğumuz Pamuk, lifleri için yetiştirilen değerli bir tarım bitkisidir. Dokuma sanayinin en önemli hammaddelerinden biri olan pamuk lifleri, ucuzluğunun yanı sıra kolayca eğirilebilen doğal bir büküme sahiptir.

Dokunmadan önce özel bir işlem gerektirmemesi, yıkanmaya karşı dayanıklılığı ve yünden daha sağlam olması gibi üstün niteliklerinden ötürü gerek kumaş, gerek öbür dokumaların üretiminde yaygın olarak kullanılabiliyordu.

İngilizler bunun ilk farkına varanlardı. Pamuklu dokuma sanayii 18. yüzyılda İngiltere’de gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin öncü sanayi kollarındandı.

Türkiye’de ilk kez 19. yüzyıl başlarında Çukurova bölgesinde ilkel yöntemlerle başlayan pamuk üretimi 1833’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Çukurova yöresini ele geçirmesiyle gelişmeye başlamıştı. Ardından Pamuklu dokuma sanayii gündeme gelecekti…

1864’te Fransızlarca kurulan ilk çırçır fabrikasını, İngilizler ’in Adana, Mersin ve Tarsus’ta kurdukları diğer fabrikalar izledi ve daha sonra başka pamuk işleme tesisleri kuruldu.

Zelviyan ve Miğırdiç Kardeşler tarafından kurulan bir çırçır fabrikası 1944 yılında Mustafa Güleç adında bir işadamı tarafından işletilmeye başlamıştı. Fabrika yılda 500 ton pamuk işleme kapasitesine sahip olup, 64 beygir gücünde bir otomobilin motoru ile çalışmaktaydı.

Çukurova Grubu’nun kurucuları Eliyeşil ile Karamehmetler, Tarsus’un büyük toprak sahipleriydi.

İki ailenin ilk ciddi girişimi, 1887’de kurulan azınlıklara ait Mavromati ve Şürekâsı İplik Fabrikası’nın 1925’te devralınmasıydı.

Eliyeşil ve Karamehmetler, Çukurova Sanayi İşletmeleri’ni kurarak bölgede gayrimüslimlerden sonra sanayiye ilk adım atan Türk ailelerdi.

Türkiye’nin en eski ve en büyük tekstil yerleşkelerinden biri olan bu tesisler, 1925’te sadece 50 çırçır ve 5 bin iğlik kapasiteye sahipti.

1932’de büyük bir değişim geçiren fabrika, Türkiye’nin ilk modern tesisi hüviyetini kazandı. 1940’lara doğru tarım araçları temsilciliği işine girdiler.

Asıl büyük atılım iş makineleri acenteliğiyle geldi. 1949’da işçi sayıları 3 bine ulaşmıştı.

Çukurova’ nın ekonomik açıdan modern yöntemlerle değerlendirilmesi, 1950 yıllarının ortalarında, ilk sulama kanallarının yapılmasıyla gerçekleşmiştir.

Geniş alanların tarıma açılmasının çekirdeği, Seyhan baraj gölü olmuştur.

Deyip, yüzüme baktı Muzaffer Abi. Anlayabilmiş miydim anlattıklarını.

Birçoğunu anladım anlamında başımı salladıktan sonra, teşekkür ederek ayrıldım yanından.

Başıma iş açtığı olduysa da, her zaman meraklı ve bilgiye doymayan bir çocuktum.

Hala da öyleyim…

30 Mayıs 2022 Pazartesi

HALİL DEDEMİ TOPRAĞA VERDİK

 


22 Eylül 1951 Cumartesi, Ceyhan Adana…

Ağıt sesleriyle uyandım...

Bana mı öyle gelmişti. Doğru dürüst göremiyordum ama kulaklarım daha duyarlı hale gelmişti. Sanki çevremde bir matem havası vardı.

Bu sabah da gözlerim çapaklı ve kapalı olarak, zorlukla kalkmıştım. Seslendiysem de duyan olmadı. Gözlerimdeki çapağı silecek anam de yoktu ortalıkta. 

Zar zor bulduğum su ile yüzümü yıkadıktan sonra gözlerimi iyice temizleyip dışarı çıktığımda pamuk tarlasında kimseler yoktu. Nereye gitmiş olabilirler derken, çadırımızın arka tarafında hıçkırıklara karışan ağlama seslerine doğru hızla yürüdüm. Arkamdan Mustafa da geliyordu.

Herkes Kurtuldu Dedemin çadırı etrafında toplanmıştı. Sessizce ağlayanlar, gözyaşı dökenler, büyük bir hüzün içinde başlarını avuç içine almış olanlar var dı…

Neler oluyor diye kardeşim Mustafa ile ben de yaklaştım  Halil Dedemin çadırına. Kalabalık arasında çadıra girmek istedim. Bizi gören babam uzaklaştırmaya çalıştı ikimizi de.

-Neden uzaklaştırıyorsun Baba, Halil Dedeme kötü bir şeyler mi oldu?

Dedim. Gözleri yaşlanmış ve kızarmış olan Babam nasıl anlatacağını düşünürken, ”Kurtuldu” ailesinin en küçük ferdi Mustafa dayım bana sarılarak,

-Halil Deden öldü yeğenim, başımız sağ olsun.

Diyerek hıçkırmaya başladı. Sanki boğazıma bir yumruk girmiş gibi oldum. Mustafa dayımla birlikte ben de ağlamaya başladım, ardından kardeşim Mustafa da katıldı bize. 

Akçasaz Bataklıkları ve ürettikleri sivrisinekleri almıştı Halil Dedemizi bizlerden.

Sen kalk, Bulgaristan Karagözler Köyünden Türkiye’ye göç edip Edirne’de, Bulgar asimilasyonundan kurtul…

Asimilasyondan kurtulduğun için ailene ‘’Kurtuldu’’ soyadını al…

Ama sivrisinekler ve sıtmadan kurtulama, öbür dünyaya göç et…

Bulgaristan’dan göç ettiğimiz 26 Nisan’dan bu yana geçen dört aylık zaman diliminde Halil Dedem ikinci kaybımızdı. İki ay önce en küçük kardeşimiz Şaban’ı Elbistan Hasanköy ’de toprağa vermiştik. Şimdi de Halil Dedemi toprağa veriyorduk…

Daha kimleri kaybedecektik, kimleri toprağa verecektik bu göç yollarında…

Büyük bir haksızlık gibi gelmişti bana…

*****

Halil Dedemizi çok severdik. Güngörmüş, bilge, sorun çözücü, aileler arasındaki birlik ve beraberliği sağlayan bir atamızdı…

Alınan önlemlerin hiç birisi para etmemişti.

Ne yanan ateş, ne duman, ne çarşaf, ne cibinlik ne de bazılarımızın içine girdikleri çuvallar…

Geceleri tepelerimizde bir uğultu, iğne gibi saplanan sivrisinek hortumları, insanı çıldırtan kaşıntılar…

Sivrisinekler ve sıtma Çukurova’daki mevsimlik işçileri bırakmıyor, yeterli bağışıklık sistemi kalmamış olan yaşlıları ve çocukları alıp götürüyordu öbür dünyaya…

Halil Dedemin vefatının sabahı pamuk tarlasındaki bütün mevsimlik işçiler ve Karagözler köylüleri pamuk toplama işini bırakmışlardı. Hepsi, hepimiz  tarif edilemeyecek bir üzüntü içindeydik. 

Ölüm haberi Ceyhan’daki yetkililere iletilmişti. Gelen yetkililer ölüm raporu düzenlediler. Usulüne uygun olarak işlemler yapıldı, cenaze namazı kılındı ve defin işlemi gerçekleşti. Dualarımızı ettikten sonra boynumuz bükük,  dönmüştük çadırlarımıza yas tutmak için…


6 Mayıs 2022 Cuma

ÇUKUROVA AKÇASAZ BATAKLIKLARI

 


     16 Eylül 1951 Pazar, Ceyhan…

Yatmadan önce babam tarafından alınan bütün önlemlere rağmen, gece sivrisinek ordularının hışmına uğramış ve gözlerim çapaklı olarak kalkmıştım yine.

Kalktığımda anamın da babamla birlikte pamuk toplamakta olduğunu düşünerek, yanımda pamuk ve su bulunduruyordum.

Islak pamukla gözümdeki çapakları sildikten sonra, Mustafa’yı da kaldırıp, dere kenarına gittik.

Yıkanıp yunduktan sonra belimize bağladığımız torbalarla katıldık pamuk toplayanlara.

Söylenmekte olan Rumeli Türküleri ile canlanarak, belimdeki pamuk torbasını hızla doldurdum.

Torbamdaki pamuğu dolmakta olan harar adı verilen çuvalımıza boşalttıktan sonra, kardeşimin yardımıyla, sırtıma alarak kantara götürdüm.

Kantar görevlisi  Muzaffer Abi güler yüzle karşıladı. Tartı sonucunu kayıt defterindeki Akıncı Ailesi bölümüne işledikten sonra bana dönerek,

-Yine yüzün yara bere içinde, gece sivrisinek istilasından kurtulamadın herhalde Mehmet.

Dedi. İlgisi beni sevindirmişti.

-Öyle oldu Muzaffer Abi. Bulgaristan’daki köyümüz Karagözler’ de olmadığı gibi Elbistan Köylerinde de yoktu bu sinekler. Neden Çukurova’da, özellikle pamuk topladığımız buralarda bulutlar halinde saldırıyorlar geceleri?

Muzaffer Abi biraz düşündükten sonra,

-Sivrisinek ordularının yuvası bataklıklardır Mehmet. Meraklı bir çocuksun, soruların hoşuma gidiyor. Sorarsan öğrenirsin. Mola verdiğiniz uygun bir zamanda bana gel. Anlatayım neden bu kadar çok sivrisinek olduğunu.

-Teşekkür ederim Muzaffer Abi.

Benim gibi Muzaffer Abi de meraklı bir üniversite öğrencisiydi.

Bulgaristan’dan Çukurova’ya gelinceye kadar olan göç hikayemizi bana anlattırmış, mutlaka okullu olmam gerektiğini her fırsatta vurgulamıştı bana.

Kendisinin de fukara bir ailenin çocuğu olduğunu, üniversite giderlerini yazın mevsimlik işçi olarak çalışarak kazandığını anlatmıştı.

İlk fırsatta, Muzaffer Abi’nin de uygun olduğu bir zamanda, yanına giderek dinledim sivrisineklerin yuvasının hikayesini.

Muzaffer Abi’nin anlattıklarının yanı sıra, sonraki yıllarda Yaşar Kemal’in romanları da tanıttı bana Akçasaz Bataklıkları ve olumsuz sonuçlarını.

Adana’nın ilçesi Kozan sınırları içerisinde, Ceyhan, Kadirli, Kozan ilçe sınırlarının kesiştiği yerde, Tarihi Kilikya bölgesindeki  antik kent Anavarza önünde yerleşmiş, ağaların sahiplendiği 17 köy varmış.

Köylerin yerleşim alanlarına komşu yüzlerce dönümlük arazilerde çeltik ekimi için, yakınından geçen Ceyhan Nehri’nden kanallar açılmış arazilerin bulunduğu ovaya.

Şiddetli yağmurlar ve seviyesi yükselen Ceyhan Nehri bu köylerin üstüste birkaç yıl su baskınları altında kalmasına neden olmuş.

Çözüm bulamayan köylüler evlerini bırakıp ovanın başka yerlerine taşıyıp, oralarda köyler kurmuşlar. Ertesi kış da öteki köyler, daha ertesi kış da bütün Anavarza ovası su altında kalmış.

Sonraki birkaç yıl içinde de binlerce dönümlük ova bataklık olmuş, bataklığın büyük bir bölümünü de sazlar kaplamış.

Bataklığın adına da Akçasaz demişler. Bulutsu sivrisinek ordularının karargahı Akçasaz Bataklıklarıdır dedi Muzaffer Abi.

Akçasaz bataklığı Ceyhan Nehri’ne yakındı. Eğimli bir kanal açılarak, bataklık kurutulabilirmiş. Ne var ki, çeltik ekimi için uygun olan bataklığın kurutulması, Akçasaz Toprak Ağalarının işine gelmediğinden, kurutulma yönüne  yönüne gidilmemiş.

Akçasaz’ daki toprak ağaları, ekimi kolay ve çok para getirdiği için her yıl daha geniş bir alana çeltik ekip, daha çok su basıyorlarmış çeltik sahalarına.

Akçasaz’ da ekonomik getiri çok büyüktü, çünkü Toprağı sürmek yoktu, işlemek yoktu…

Akçasaz bataklıkları ve çevresinde zamanla sivrisinek bulutları oluştu. Sıtma yaptı. Sıtmadan ölenler oldu, kalanlar da başlarını alıp dağlara sığındılar. Diye yazmıştı Yaşar Kemal romanlarında.

Sivrisinek bulutlarının dışında, bataklıklardaki buharlaşan milyonlarca galon su, Çukurova’nın nem oranını olağanüstü arttırmıştı.

Akdeniz’deki buharlaşma nedeniyle zaten ağır olan havası, Akçasaz yüzünden bir kat daha ağırlaşmış, nefes alınamaz, yaşanılmaz bir cehenneme dönüştürmüştü Çukurova’yı. 

Nefes almayı bile zorlaştıran ağır nem oranı, Akçasaz Bataklıklarından kaynaklanan sivrisinekler ordusu ile birleşince, alınan bütün önlemlere rağmen çocukların ve yaşlıların nefesleri tükeniyor ve sıtma hastalığı hızla yayılmaya devam ediyordu.

Yeterince güçlü olmayan çocuklar ve yaşlıların ölümlerine neden oluyordu. Halil Dedemin ölümüne de, oldukça ağır nem oranı ve sivrisinekler neden olmuştu.

Kısa sürede öbür dünyaya göçtüğünden, sıtma olup olmadığını bile bilememiştik.

Özellikle Yaşlı ve çocukların ölümlerinin yanı sıra, mevsimlik işçilerin de ölümlerine  rağmen, Akçasaz Toprak Ağaları toprağın yüzüne çeltikleri ekip basıyorlardı suyu.

Oluşan bataklıklar bir yandan sivrisineği çoğaltıp halkın sıtmadan kırılıp geçmesine bir yandan da ağalar arasında su kavgalarına yol açıyordu. 

Aralarındaki su kavgalarından başkası ilgilendirmiyordu Akçasaz’ın Toprak ağalarını.

Çeltik ve pamuk tarlalarında çalışan mevsimlik işçilerini, çocuklarını ve yaşlılarını düşünen yoktu. Hala da öyledir.

Sonraki yıllarda, İvriz Öğretmen Okulu’nda okuduğum, ‘’Ölmez Otu’’ adlı romanında Yaşar Kemal,

-Çukurova tekin değildir. Bir uçsuz bucaksız düzlüktür, bataklıktır, büklüktür, akarsular, ulu denizlerdir.

-Bulut gibi gelen sivrisineklerdir…

-Çukurova bir sonsuz aklıktır. Göğe yükselmiş, ulu devler gibi ayağa kalkmış yürümüş, bin bir renkli ulu devlercesine uçan, akan toz bulutlarıdır.

-Çukurova sarı sıcaktır. Toz dumandır. Sıtmadır, hastalıktır. Sızlayan kemik, akan terdir.

Demekteydi…

Bizler… Karagözler Köyü muhacirleri Yaşar Kemal’in romanlarında anlattığı Çukurova’sında yaşama savaşı veriyorduk. Vermek zorundaydık çünkü, evimiz barkımız olmadığı gibi hiçbir gelirimiz de yoktu burada yaşam savaşı vermesek…

Sadece Karagözlüler miydi  yaşama savaşı verenler?

Yanıtımız ‘’hayır’’ olacaktı.

Çukurova Bölgesinde mevsimlik tarım işçisi olarak çalışanların tamamı Yaşar Kemal’in romanlarındaki Çukurova’sını yaşama savaşı vermekteydi, vermeye de devam edecekti…

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...