5 Eylül 2022 Pazartesi

MERSİN KUVAYİ MİLLİYE İLKOKULU

 

24 Eylül 1955 Cumartesi, Mersin…

19 eylül pazartesi günü Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu üçüncü sınıfa, biraz tedirgin başlayıp, ilk haftayı tamamladık.

Göçmen barakalarından bir hayli arkadaşımız var okulda.

Birinci sınıfa yeni kayıt yaptırmış olanların dışında, hepsi okulun eski öğrencileri. Kardeşim Mustafa ile ben okulun yeni öğrencileriyiz.

Okulun genel işleyişini ve öğretmenlerini tanımıyoruz. Öyleyiz çünkü anamın hastalığı ve ekonomik nedenlerle sürekli okul değiştiriyoruz.

Birinci sınıfı Niğde Misli Köyünde, ikinci sınıfı Osmaniye’de okuduk. Kuvayi Milliye üçüncü okulumuz oldu.

Anam hala hastanede ve babam da sürekli bir iş bulamadı hala.

Her ne kadar simit satarak biraz harçlık biriktirmiş isek de ayakkabı, önlük, kitap ve defter için yeterli paramız yoktu.

Bu kez de okul aile birliğinin yardımlarıyla eksiklerimiz tamamlandı.

Bu tür yardımları unutmuyordum, unutmamalıydım.

Misli ve Osmaniye’deki başarılarımızı burada da sürdürmeliydik.

Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu Göçmen barakalarının yaklaşık 1200 metre kuzey-batısında, Mersin Şehir Mezarlığı yolu üzerinde bulunuyor.

Barakalardan da rahatlıkla görülebilen bir okul. Hızlı ve tempolu bir yürüyüşle 10 dakikada ulaşıyoruz.

1952 yılının Ekim ayında temelleri atılmış okulumuzun. 1953 yılının Ekim ayında eğitim ve öğretime başlamış.

Bizim kaydımızın yapıldığı 1955 yılında üç yıllık okuldu, bu yüzden sadece birinci, ikinci ve üçüncü sınıfları vardı. Şanslıydık diyesim geliyor.

Neden Kuvayi Milliye adını almış sorusunun yanıtı, ülkemizin Kurtuluş Savaşı ile ilgili. Sosyal Bilgiler dersi öğretmenimiz anlatacaktı sonraki haftalarda…

30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında, 17 Aralık 1918’de Müslüman Hintli askerlerin çoğunluğu oluşturduğu İngilizler tarafından işgal edilen Mersin, daha sonra gönüllü Ermeni birliklerden oluşan Fransızlara terk edilmişti.

1918 yılında başlayan işgalin, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile sona ermesi sağlanmıştı.

Fransa 21 Aralık 1921 tarihine kadar Çukurova’yı boşaltmayı kabul etmiş, Mersin’in Türk askerine devir-teslimi ise 3 Ocak 1922’de gerçekleşmişti.

Bu nedenle 3 Ocak Mersin’in kurtuluş günü olarak kutlanmaktadır.

Bölgenin düşmanlardan temizlenmesi için canlarını seve seve veren Kuvayi Milliyecilerin anısına ithafen, Mersin İl Genel Meclisi’nin almış olduğu bir kararla, okulumuzun adı “Kuvayi Milliye İlkokulu” olarak belirlemişti.

Kuvayi Milliye İlkokulu başlangıçta İhsaniye, sonra Osmaniye ve nihayetinde Sağlık Mahallesi sınırlarına dâhil edilecekti.

Okulumuzun ilk Başöğretmeni Mustafa Kirazcı idi. Öğretmenler kadrosundaki Kadriye Özmen, Türkan Mutluay, Naciye İkizoğlu, Fatma Yılmaz, Hilmi Yılmaz ve İbrahim Allahtan bulunmaktaydı.

İbrahim Allahtan hala belleklerimdedir.

Göçmen Barakaları ile Tren garı arasındaki evine gider gelirdi bizim oralardan.

İsmini anımsayamadığım ”Napolyon” olarak adlandırdığımız bir öğretmenimiz daha vardı.

Öğretmenlerimizin hemen hepsi Köy Enstitüleri ya da ardılları olan Öğretmen Okullarından mezun olmuşlardı. Bütün öğrencilerine, kendi çocukları gibi, özen gösteriyorlardı.

İlk haftamızı tamamladığımızda tedirginliğimiz kaybolmuştu. Saat 13:30’daki bayrak merasiminden sonra eve dönerken mutluluktan içim içime sığmıyordu..


2 Eylül 2022 Cuma

ESKİ MERSİN URAY CADDESİDİR

 


23 Temmuz 1955 Cumartesi, Mersin…

Bugün simitlerimi sattıktan sonra uğradığım İl Halk Kitaplığında yaklaşık 2 saat araştırma yaptıktan sonra Aziz Antuan Katolik Kilisesi önündeki Alman İskelesi’ne uğradım.

Denizin içine yaklaşık 20 metre girmiş olan iskele ve çevresi Mersinlilerin plaj alanı olmuştu.

İskele üzerinden denizi ve Uray Caddesi ekseninde yapılanmış olan bölgeyi gözledim uzun süre.

İnşaa edildiğinde deniz kıyısında olan kilise, 1930’lu yıllarda denizin doldurulması çalışmaları sonucunda, şu an denizden 300 metre kadar içeride bulunmaktaydı. 

Eskiden Mersin limanına yanaşan gemilerin uzaktan ilk gördükleri yapı, kilisenin çan kulesiydi, bunun içindir ki liman inşa edilene kadar çan kulesinde bir de deniz feneri bulunmaktaydı.

İl Halk Kütüphanesi’nde edindiklerimin yanı sıra  iskeleden gördüklerim,  Eski Mersin’in Uray Caddesi ekseni çevresinde yapılanmış olduğuydu.

Bir başka deyişle Uray Caddesi ve çevresi Eski Mersin idi…

Mersin’in ekonomik ve sosyal merkezi olan Uray Caddesi; ticari hayatın gelişmesini, cadde etrafındaki kurumları, kuruluşları ve işyerleri ile kucaklamıştı.

1900’lı yıllara doğru, Anadolu’nun güneyinde, Akdeniz kıyısında, bir bucak, diğer adıyla Mersin Mutasarrıflığı doğmuştu.

Göçlerle Mersin’e yerleşenler Kentleşmenin olmazsa olmazlarını sür’atle yerine getirmekteydiler.

Regma Gölü’nün bataklığa dönüşmesiyle birlikte Tarsus’un liman özelliğinin kaybetmesi üzerine gözler büyük bir liman olabilme  özelliği gösteren Mersin Bucağına çevrilmişti.

1886’da Adana Mersin Demiryolunun açılması ile de Mersin’in bölgesel, ulusal ve uluslararası ticaret dünyasına açılması sağlanmıştı.

Aynı yıl Mersin Ticaret Odası’nın kurulması Çukurova’da bir ilkti.

Ardından, 1896 yılında, 12 ülke Mersin’de temsilcilik ve konsolosluk açmıştı.

Böylelikle Mersin her inanç, etnik yapı ve farklı kökenden gelenlerle bir mozaik oluşturmuştu. Müslüman, Hristiyan, Yahudi, Türk, Arap, Kürt, Süryani, Ermeni, Beyrutlu, Niğdeli, Lazkiyeli, Girit kökenli, Çerkez’i, Nusayri’si, Maroni’ si, Alevi’siyle.

Ovalarındaki portakal çiçekleri kokusunun yanı sıra, Akdeniz rüzgarına eşlik eden balık ve yosun kokuları ile yaşam keyfi veren mahallelerini, evlerini, ibadethanelerini, ekmek teknelerini kurmaya başlamışlardı. Ahenkli bir topluluk oluşturmuşlardı.

Uray Caddesi’nin doğusunda, 1898’de kurulmuş olan, Latin Katolik Kilisesi, caddenin  ortalarında 1865’te yapımı tamamlanmış Eski Camii ile Ezan ve Çan seslerinin birlikte dinlendiği bu köy kasaba karışımı  bu yerde, dünya kardeşliğinin hüküm sürmesini sağlanmaktaydı.

Akdeniz’e uzanan taş, tuz ve gümrük adları ile anılan iskelelerinin hamalları, açıktaki gemilerden yük, yolcu taşıyan teknelerin tayfaları, tüccarlar, simsarlar kardeşlik ve barış içindeydiler.

İstasyondan iskelelere ulaşan yolların sağında ve solunda açılan işyerlerinin ilk ticari adları Frenkçeydi .

İskelelere paralel İskele yolunun adı zamanla Uray Caddesi olurken devamı da Atatürk Caddesi olacaktı.

Kentleşmenim bütün gereksinmeleri Uray Caddesi üzerinde, kuzeyinde ve sahilinde gerçekleşecekti.

İskele yolunun en doğusunda yer alan Kalafathane, Mersin limanı yükleme boşaltma hizmetlerini sağlayan mavnaların, römorkların, teknelerin bakım onarım tesisi olarak yerini almıştı.

Latin Katolik Kilisesinin Çan’ı ve Bezmi Alem Valide Sultan adına yaptırılan Eski Camii’nin Hilal’i arasındaki yolun, Uray Caddesi’nin, tam ortasına 1901 yılında, ön cephesinin mermeri dantel gibi işlenmiş Hükümet binası yapılmıştı.

İstasyonla Hükümet binası arasında trafiğe açılmış yol “İstasyon” Caddesi olarak adlandırılacaktı. Sonradan adı İstiklal Caddesi olacaktı.

Mersin’e, 1886’da buharlı trenin ulaşması milat olarak alınırsa Mersin, Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte tam 39 yıl boyunca yerel ve Uluslararası iş dünyası olmanın zenginliğini de yaşamıştı.

Valilik Makamının yanı sıra, Adliye ve Devletin en seçkin kurumları Hükümet Binası içinde ve çevresinde saygın yerini almışlardı.

Hükümet Binasının hemen yanı başındaki Defterdarlık kurumu Türk maliyesi ve hazinesinin göz bebeği olarak işlevini sürdürmekteydi.

Muhteşem bir mimariye sahip, Türkiye’nin en eski kuruluşu T.C. Ziraat Bankası da 1892’de caddenin ortasında yerini almıştı.

Aynı cadde üzerinde, 1926 yılında, yabancı sermaye temsilcilerinden Selanik Bankası yerini alacak ve ticari hayatın gelişmesine güç verecekti.

Mersin kent yönetimi, Belediyenin ilk binası da bu cadde üzerinde kendini gösterecek ve İskele Caddesi’nin adını Belediye Caddesi anlamında, Uray Caddesi olarak değiştirecekti.

Uray Caddesindeki ticari faaliyetleri sürdüren tüccarlar ve ortaklıklar çevredeki illerin ve ülkelerin en seçkin müteşebbislerinden oluşmaktaydı.

Kayseri kökenli Mersinliler demir ve inşaat sektörü malzemeleri ticareti, Güneydoğu illeri kökenli Mersinliler bakliyat ve hububat ticareti, Beyrut ve Halep kökenli Mersinliler pamuk ve bakliyat üzerine uluslararası ticaret ve deniz lojistik işlevinde Mersin ve ülke ekonomisine güç katmaktaydı.

Mersin’in narenciye ürünleri üretim ve pazarlaması ile güçlenen yaş sebze ve meyve sektörü temsilcileri Uray Caddesinin bir diğer yüzü olarak, Uray Caddesi ekonomik yaşamında yerlerini almaktaydılar.

Uray Caddesi Mersinlilerin eskilerine ve yenilerine bir ekmek kapısı cadde olmuştu.

Mersin’in nüfusunun ve Mersin hedefli Anadolu’dan göçlerin hızla artışının temel nedenleri arasına Uray Caddesi ve çevresindeki iskelelerdeki istihdam imkanları girmişti .

Uray Caddesinde iş ve ticaret hayatının sağladığı kazançlar Mersinlilerin sermaye birikiminin başlangıcı olarak Mersin ekonomi tarihinde yerini almıştı.

Bu yoğun ekonomik ve ticari hayatın içerisinde Azakhan, Taşhan gibi anıtsal mekanları önemli rol oynamıştı.

Uray Caddesi ve çevresinde konuşulan diller de Mersin’de uluslararası ticari hayatın en önemli göstergesiydi.

Uray Caddesi ticari sakinlerinin dili Türkçedir, Arapçadır, Fransızcadır, İngilizcedir, Rumcadır.

Uray Caddesindeki yoğun ticari faaliyetler ve bu caddedeki Devlet kurumlarının varlığı birçok yan sektöre de mekan olmuştu.

Konsolosluklar, avukatlar, gümrük komisyoncu yazıhaneleri, noterler, seçkin kırtasiyeciler ve matbaalar, yerel gazete hazırlık ve basım evleri, kibar ve titiz berberler, tüccar terzilerin hepsi Uray Caddesi çevresinde yerlerini almışlardı. 

Ortadoğu ve Çukurova mutfağının en leziz tatlarını sunan aşevleri, lokantalar.

Uray Caddesi sakinlerinin dinlenme ve hoşça vakit geçirme mekanları da Uray Caddesinin yakın çevresinde yerini almıştı.

Sahilde iskele manzaralı Ziya Paşa Gazinosu, Mersinli Ahmet Kıraathanesi, Millet Bahçesine Uray Caddesinin batı ucundaki Tüccar Kulübünü  de ekleyebiliriz.

Uray Caddesinde Latin Katolik Kilisesi, eski Maroni Kilisesi olan Nusratiye Camisi, Eski Camisi, Ziraat Bankası külliyesi, İl Kültür Müdürlüğü binası ve son olarak Hükümet binası çok başarılı restorasyon ve yenileme çalışmaları sonucu geleceğe taşınacak sağlam bir yapı ve görünüme kavuşacaktı.


1 Eylül 2022 Perşembe

MERSİN GÖÇMEN BARAKALARINDA YAŞAM

 


16 Temmuz 1955 Cumartesi, Mersin…

İlkokul ikinci sınıfı okuduğumuz, Yer fıstığı ambarı Osmaniye’den geleli yaklaşık 35 gün olmuştu.

Anam hastanede, babam günübirlik iş bulursa çalışan biriydi. Sabahın erken saatlerinde amele pazarına giderdi. Gümrük Meydanı amele pazarlarından biriydi.

Arkadaşlarımızdan bazılarının ana-babaları çırçır fabrikasında çalışıyordu. Babam da çalışmak için başvurmuştu ama işçi alım mevsimleri geçmişti.

Okuma yazması olmadığı gibi herhangi bir dalda uzmanlığı da yoktu. Amele pazarında, bulabilirse, günlük işlere gidiyordu.

Her biri farklı meslek gruplarında olsa da verilecek herhangi bir işi yapmaya hazır durumdaki ameleler, pazara işçi alımı için gelecek olan işverenlerin yolunu gözlerdi.

İçlerinde en şanssız olanlar, mesleği olmayan beden işçileriydi. Babam onlardan biriydi…

Bir günlüğüne de olsa evine ve çocuklarına ekmek götürebilmenin telaşı içinde olan işçiler, İşverenin, işçi pazarına gelmesiyle umutlanırlar, öne çıkmaya ve işverenin gözüne çarpmaya çalışırlardı.

İşverenler, bazen bir günlük bile olsa, yapılacak işe göre pazarda bulunan işçilerin fiziksel özelliklerini inceleyip kendine uygun olanları yanına alarak götürüyordu.

Seçilen işçiler, bir günlüğüne olsa da ekmek parası kazanmanın mutluluğuyla işe koyulurken, seçilmeyen babam gibi işçiler ise hüzünle, boynu bükük olarak bir sonraki günü beklerlerdi.

Göçmen Barakalarındaki çocukların büyük bir bölümünü tanımış ve 10-15 arkadaşımız olmuştu. Aralarında, uzun yıllar en iyi arkadaşım olacak olan İsmail Tunalı da vardı.

Hastanedeki anamı günaşırı ziyarete gidiyorduk. Her geçen gün sağlığının daha iyiye gittiği görülüyordu. Öyleydi çünkü hastane ortamında iyi beslendiği gibi ilaçları da dozunda ve zamanında veriliyordu.

Bir aya kalmaz taburcu olur demişlerdi hastane yetkilileri. Edirne Göçmen Misafirhanesinde kaldığı iki ayda yenmişti ince hastalığı. Burada da yenecek ve evimize dönecekti inşallah…

Göçmen barakalarında anasız yaşam zorluyordu. Yıkanmak, çay pişirmek, yemek yapmak, çamaşır ve bulaşık yıkamak için evimizde, evlerimizde çeşme yoktu. Büyük bir su sorunumuz vardı.

Yanımızdan geçen derenin suyu yeterli olmadığı gibi, bir süre sonra bazı aileler keneflerini derenin üzerine kurdular. Oldukça uzak çeşmelerden kovalarla taşıma zorunluluğu doğmuştu.

Çırçır fabrikasında ustabaşı durumuna geçen Kerim Dayımın ekonomik durumu biraz daha iyiye gidince, 12 metreden su çıkaran bir tulumba kurdu bahçesine. Böylece su sorunu çözüme kavuştu.

Barakalarda yaşam zordu çünkü çırçır ve iplik fabrikalarına vardiyalı işe gidenlerin küçük çocukları da evde yalnız kalmak zorundaydı.

Bereket imece usulünün ve yardımlaşmanın geçerli olduğu yıllardı. Aileler birbirini yakından tanıdıklarından, çocuklarını rahatlıkla emanet ediyorlardı işe gitmeyenlere. Anam hastanedeydi ama nenem sahip çıkıyordu bize.

Çırçır ve tekstil fabrikalarında uygulanan vardiyalı çalışma sisteminde uykuya uyum sorunları da ortaya çıkardı. Saat 16-24 vardiyası bir süre sonra 24-08 vardiyasına ve sonrasında da 08-16 vardiyasına dönüşürdü.

Sürekli olan bu zaman döngüsüne uyum sağlamak hem zor, hem de zaman alırdı.

Nenem dayımlarla birlikte bizimle de ilgileniyordu gücü yettiği oranda. Biz de O’nu yormamaya çalışıyor, bazı işlerinde yardımcı oluyorduk. Eve su getirme, ekmek alma, çöpleri uygun bir yere götürüp dökme gibi işlerde yardım ediyorduk.

Barakaların ön cephesinde, Beşyol Kahvesine bakan küçük bir bakkal vardı. Nezir Ağa dediğimiz, babam yaşlarında biri tarafından işletiliyordu. Hüseyin dayım, babamla beni tanıştırmıştı Nezir Ağa ile.

Nezir Ağa’nın bir veresiye defteri vardı. Babam Ahmet Akıncı adına açılmış bu veresiye defteriyle bakkala gider, asgari ihtiyaçlarımızı alır, Nezir Ağa da deftere yazdıktan sonra tekrar bize geri vererek eve dönerdik.

Aybaşından aybaşına hesap kesilirdi. Anamın hastanede olduğunu bilen Nezir Ağa, bazı aybaşlarında yaptığımız ödemelerdeki yetersizlikleri bir sonraki aya aktarma nezaketini gösterirdi.

Ekonomik yönden fukara olan insanların gönüllerinin zengin olduğu yıllardı. İyi ki öyleydi. Fukaralığımızı ve çaresizliğimizi unutturuyorlardı…


30 Ağustos 2022 Salı

ÇUKUROVALI ELİYEŞİL VE KARAMEHMET AİLELERİ

 

15 Temmuz 1955 Cuma, Mersin…

Teneke Mahallesi olarak da bilinen Göçmen Barakalarında konaklayanların büyük bölümü Karamehmetlerin tekstil ve çırçır fabrikalarında çalışmaktaydılar.

Türk sanayiine, Eliyeşil ailesi ile birlikte Çukurova Sanayi İşletmeleri’ni kurarak giren Karamehmet ailesi, bölgede gayrimüslimlerden sonra sanayine adım atan ilk Türk ailesi olarak biliniyor.

Çukurova Grubu’nun kurucularından biri olan Eliyeşil  Ailesi Tarsus’ta büyük toprak sahipleriydi.

İki ailenin ilk ciddi girişimi, 1887’de kurulan azınlıklara ait Mavromati ve Şürekâsı İplik Fabrikası’nın 1925’te devralınmasıydı.

Tarsus’ ta 1890 yılında iplik ve çırçır fabrikası olmak üzere iki önemli yatırım yapan Konstantin Mavromati, aslen Kıbrıs’ ın güney batısında yer alan Baf’ tan gelerek mersin’ e yerleşmiş bir Rum’ du.

Mersin’ in sayılı tüccarlarından olan Mavromati’ nin asıl adı Karagöz oğlu Koskiki idi.

Zamanla Mersin’ deki Ortodoks Rum cemaatinin en zenginlerinden birisi olan Mavromati, gemi acentalığı, emlak simsarlığı, sarraflık, bankerlik gibi işlerin yanında özellikle tekstil sektörüne yönelik sanayi yatırımlarını da gerçekleştirmişti
.

Türkiye’nin en eski ve en büyük tekstil yerleşkelerinden biri olan bu tesisler, 1925’te sadece 50 çırçır ve 5 bin iğlik kapasiteye sahipti.

1932’de büyük bir değişim geçiren fabrika, Türkiye’nin ilk modern tesisi hüviyetini kazandı.

İki aile, 1940’lara doğru tarım araçları temsilciliği işine girdiler.

Asıl büyük atılım iş makineleri acenteliğiyle geldi. 1949’da işçi sayıları 3 bine ulaşmıştı.

Bu oluşumun tarihçesine bir  göz atalım.

Böylelikle, Beyaz Altın Pamuk ve hammaddesini oluşturduğu tekstil sanayiinin ortaya çıkışını anlamak kolay olacaktır.

Hammadde olarak pamuk ile mamul madde olarak iplik ve tekstil ürünlerinin dünyaya pazarlanması, bu da sosyal, ekonomik ve ticari dönüşümü gerektiriyordu.

Dönüşümde en büyük rolü pamuk üretimi ve Mersin limanı oynamıştı.

Giderek artan pamuk üretimine karşılık, liflerin tohumlardan ayılması işleminin elle yapılıyor olması pamuğun işlenip satılmasını çok yavaşlatıyordu.

Sonunda, 1793’te Eli Whitney adında bir Amerikalı mühendis “çırçır” denen bir makine geliştirerek pamuk liflerinin elle ayıklanmasına son verdi.

Tek bir kişinin çalıştırdığı bu makineyle 5060 işçinin elle yapabileceği iş kolayca yapılabiliyordu.

Whitney’in çırçır makinesi sayesinde pamuk üretiminin hızla artması, elde edilen pamuğu eğirmek ve dokuyabilmek için daha hızlı ve daha nitelikli tezgâhlara gereksinim doğurdu.

Bu alandaki  yenilikler ve buluşlarla pamuklu dokuma sanayisi dünyanın en büyük sanayi dallarından biri durumuna geldi.

Pamuklu dokuma sanayisi, İngiltere'de pamuk üretimi olmamasına rağmen, 18. yüzyılda İngiltere’de gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin öncü sanayi kollarındandı. 

Türkiye’de ilk kez 19. yüzyıl başlarında Çukurova bölgesinde ilkel yöntemlerle başlayan pamuk üretimi, 1833’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Çukurova yöresini ele geçirmesiyle gelişmeye başladı. 



Herhangi bir iskele olmadığı için gelen gemilerin kıyıya mümkün olduğunca yaklaşması ve denize giren taşıyıcı işçilerin sığ sularda gemiyle, kara arasında yük taşıması gerekiyordu.

Mersin limanının ve iskelelerinin yapılmasıyla Mersin dünya ticaretine entegre oluyordu.

Bu sonuç yabancıların Mersin’e olan ilgilerini arttırmış ve onlarca konsolosluklar açılmıştı.

1864’te Fransızlarca kurulan ilk çırçır fabrikasını İngilizler ’in Adana, Mersin ve Tarsus’ta kurdukları öbür fabrikalar izledi ve daha sonra başka pamuk işleme tesisleri kuruldu.

İSKELELERİYLE MODERNLEŞEN MERSİN

 


10 Temmuz 1955 Pazar, Mersin…

Yaklaşık bir ay önce geldiğimiz Marsin'de. kendime ayırabileceğim bütün zamanlarımı Mersin İl Halk Kütüphanesi’nde geçiriyorum.

Kütüphanede bulabildiğim kaynaklara göre geçmişinde, küçük bir balıkçı köyü olan Mersin, bir liman şehri olan Tarsus’a, Tarsus’ta da Adana’ya bağlı yerleşim birimleriydi.

1860’lı yılların başında 100–150 haneli bir köy-kasaba olan Mersin’de liman hizmeti görecek bir iskele bile yoktu. Yelkenli gemi ve kayıklar, yanaşabildiği kadar sahile yanaşıyor ve suya giren hamallar yükleme-boşaltma işlerini yapıyorlardı.

İlk iskele, yolcu iskelesi olarak da kullanılan, Gümrük İskelesi’dir. Taşların yığılmasıyla oluşturulmuş ilkel bir iskeleydi. Zamanla uzunluğu artan iskele üzerine bir kulübe de yapılmıştı. Mersin’de iz bırakmış en önemli yapılardan birisi, Ulu Camii ile  birlikte anılan Gümrük Meydanı ve Gümrük İskelesi’dir.

1860’lı yıllardan itibaren, 1961 yılına Mersin limanı hizmete girinceye kadar, sürekli yenilenip değiştirilerek kullanılmıştır.

Eski Mersinliler Ulu Çarşı ve Ulu Cami’nin yer aldığı bu alana hala Gümrük Meydanı diyorlar.

Liman şehri olan Tarsus’u Akdeniz’e kanallarla bağlı Regma Gölü’nün bataklığa dönüşmesi sonrasında öne çıkan Mersin, 1890′ da doğu Akdeniz’in en önemli iskelelerine, giderek limanına sahip  olarak anılacaktı.

Adana Vilayet almanağı ya da yıllığına göre, 1880 yılında, Mersin merkezinde 3010′ u Müslüman olmak üzere 4070 kişi yaşamaktaydı…

Yayınlanan yıllıklardaki kayıtlar nüfusun 1890 yılında 9 bine çıktığını gösteriyordu. 

1892 kayıtları 2 yıl içinde şehrin nüfus bakımından iki kattan fazla arttığını ve 2 bin civarında gayri Müslim olmak üzere 21 bine ulaştığını ortaya koyuyordu…

1860 yılından itibaren Süveyş kanal inşaatının başlaması ve Çukurova’da pamuk üretiminin artması, küçük bir köy halindeki Mersin’i birden öne çıkarmıştı.

Suya dayanıklı en sağlam kereste, katran ağacı olarak da bilinen, Sedir ağaçlarından elde ediliyordu.

Lübnan’ın simgesi de olan bu ağaç, Lübnan dağlarının yağmalanması sonucu azalınca, Torosların yüksek tepelerindeki Sedir, yeni kaynak olarak, gözlerin Mersin’e dönmesine yol açmıştı…

Mısır’daki Süveyş kanalı başta olmak üzere, doğu Akdeniz’in diğer tersanelerinin ihtiyaç duyduğu kereste, Torosların yüksek tepelerinden kesilen Sedir ağaçlarından elde ediliyordu.

Kesilen Sedir ağaçları, şimdilerde can çekişen Efrenk (Müftü) deresi üzerinden deniz kıyısına ulaştırılıyordu. Yükleme iskeleleri olmadığı için de suya giren işçiler tarafından gemilere ulaştırılıyordu.

Doymak bilmeyen Süveyş kanal inşaatının ihtiyacını gidermenin yanı sıra, artan pamuk üretimine paralel olarak, Mersin’deki iskele sayısı 1860’tan itibaren hızla artmıştı.

1913’te Toros Dağları’nı aşan Bağdat Demiryolu ile İç Anadolu’ya bağlanan kent, ticarete konu olan ayrı cins malların yükleme fonksiyonlarını üstlenen 122 iskelesiyle güneyin en önemli ihracat limanı olmuştu.

1860 yılında Mersin’in ticari bir iskeleye sahip olması, köyden modern bir kente dönüşmesini  sağladı.

Oluşturulan 110 metre uzunluk, 12 metre genişlikteki İlk ticari iskele, şimdilerin Ulu Çarşısının bulunduğu, Gümrük meydanı önündeki deniz kıyısında yerini aldı.

Deniz trafiği öylesine hızlı artmıştı ki, kereste ve pamuk yanında, pek çok ithalat/ihracat kaleminin Mersin üzerinden aktarılmasıyla, yan yana iskeleler birbiri peşi sıra sahili doldurmaya başladı…

Latin Katolik Kilisesi önündeki Alman İskelesi, aynı zamanda Eski Mersin Halk Plajı olarak da biliniyordu. İlk iskelelerden biriydi. Ardından Azak Hanın önündeki taş iskele…

Ticaret ve Sanayi Odası binasının önündeki Maritim adlı gemicilik şirketine ait özel iskele…

Mersin’e damgasını vuran en büyük sanayicisi, yatırımcısı, kente gelişi çan çalarak kutlanan efsanesi Mavromati’ nin de iskele yapma yarışına katılmasıyla deniz ticareti önemli bir aşama kaydetti…

Hizmete girdiği 1960’lara kadar, şimdiki liman ile Azak Han arasında kalan kıyı şeridinde birbiri peşi sıra 5 iskele daha kuruldu zaman içinde…

Bunların içinde en dikkat çekeni Belediye tarafından yaptırılan, Adliye ile Emniyet binası önündeki sahilde yer alan, 1430 metre uzunluktaki iskeledir…

Mersin’in liman eksenli muhteşem büyüme döneminde bir başka zirve ise Adana-Mersin demiryolunun 2 Ağustos 1886′ da hizmete girmesidir…

Bu tren hattının 1908 yılında Haydarpaşa-Bağdat hattına bağlanmasıyla Mersin, gerçek anlamda Anadolu’ nun dünyaya açılan kapısı, doğu Akdeniz’in en önemli dış ticaret kapısı haline geldi…

Mersin Limanı’nın modern, korunaklı ve daha işlevsel haline gelmesi için yapımına 3 Mayıs 1954 tarihinde başlanılmıştı.

Böylece Mersin’e gelenlere yeni bir iş kapısı daha açılmıştı…

26 Ağustos 2022 Cuma

1955 LERDE MERSİN SOSYO EKONOMİK YAPISI

 


6 Temmuz 1955 Cumartesi, Mersin…

1955’lerde sosyo-ekonomik açıdan iki Mersin vardı.

Birincisi, Uray Caddesi çevresinde yapılaşmış olan Eski Mersin Bölgesi, diğeri çırçır ve dokuma sanayilerine işçi sağlayan gecekondu bölgeleri.

Yaşadığımız Göçmen barakaları ikinci gruba giriyordu.

Adana-Mersin Demiryolu hattının Bağdat Demiryollarına entegre olmasıyla ülkenin en önemli ihracat-ithalat merkezi olan Mersin, doğal olarak kültür merkezlerini de beraber getirecekti.

Halk Evleri en önemli kültür merkezleriydi.

Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde uzun süren bir bağımsızlık mücadelesinden sonra kurulmuştu.

Bu nedenle Atatürk, ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra çağdaş medeniyetler seviyesine çıkması için oldukça kapsamlı Devrimler gerçekleştirmişti.

Devrimlerini benimsemiş ve içselleştirmiş bireylerin yetişmesi için de ülkenin her yerinde halkevi adı verilen sosyo-kültürel kurumları açılmıştı.

19 Şubat 1932 tarihinde açılmaya başlamış olan bu kurumların sayısı, kısa sürede hızla artarak, Menderes yönetimince kapatıldıkları 1951 yılında 478’e ulaşmıştı.

Bunlardan birisi de 24 Şubat 1933 tarihinde açılmış olan Mersin Halkevi idi.

Mersin Halkevi de diğer halkevleri gibi cumhuriyet değerlerini benimsemiş bireylerin yetişmesi ve yapılan inkılâpların toplum tarafından özümsenmesi için yoğun bir şekilde faaliyet göstermişti.

Mersin Halkevi’nin süreli yayını olan “İçel” dergisi çalışmalarının yanı sıra Atatürk Devrim ve İlkelerini de anlatmıştı okuyucularına.

1944’lerde Mersin Valisi Tevfik Sırrı Gür’ün Türkiye’ye armağan ettiği Mersin Kültür Merkezi şehrin en güzel yapılarından biriydi. Planıyla, estetiğiyle verimliliğiyle ve yer seçimiyle bir mimari şaheserdi.

Akdeniz kıyısında, Çamlıbel Mahallesinin göz bebeği idi.

Uzun yıllar Halkevi olarak kullanılan merkez Mersin İl Halk Kütüphanesi’ni de içinde barındırıyordu.

Halk Evlerinin 1951’de kapatılması ve varlıklarının hazineye devrinden sonra İl Halk Kütüphanesi Mersin Tren İstasyonu arkasındaki tarihi binaya taşınmıştı.

Sahilde dolaşan öğrenciler, bir süre sonra kütüphaneye uğrar, kendilerine uygun kitaplardan birini alır, denizi görecek bir pencere kenarına oturarak okurdu.

Bazen de ödünç aldığı kitabı Alman İskelesi’ne oturup, ayaklarını denize daldırdıktan sonra okumaya başlardı. Ben de onlardan biri olmuştum zamanla.

Hem çocuk kitapları okuyor hem de Mersin ile ilgili yazılar bulmaya çalışıyordum.

Her zaman meraklıydım.

Bilgiye ulaşabilmek için bulabildiğim her şeyi yutarcasına okuyordum.

İlgi alanlarımdan biri de yerleşmeye çalıştığımız Mersin kentiydi.

Bir balıkçı köyünden modern bir kente dönüşmekte olan Mersin’i de tanımaya çalışıyordum.

Nasıl olmuştu da bu kadar ilgi çekici ve işçi kentine dönüşmüştü?

Sorusu bana aylarca kaldığımız pamuk tarlalarını ve yapılan pamuk hasadını hatırlatmıştı.

Hammadde olarak pamuk ile mamul madde olarak iplik ve tekstil ürünlerinin dünyaya pazarlanması gerekiyordu. Bu da dönüşümü gerektiriyordu. Dönüşümde en büyük rolü pamuk üretimi ve Mersin limanı oynamıştı.

Beyaz altın olarak tanımlanan Pamuk, lifleri için yetiştirilen değerli bir tarım bitkisiydi.

Dokuma sanayinin en önemli hammaddelerinden biri olan pamuk lifleri, ucuzluğunun yanı sıra kolayca eğirilebilen doğal bir büküme sahipti.

Dokunmadan önce özel bir işlem gerektirmemesi, yıkanmaya karşı dayanıklılığı ve yünden daha sağlam olması gibi üstün niteliklerinden ötürü gerek kumaş, gerek öbür dokumaların üretiminde yaygın olarak kullanılıyordu.

Her ne kadar günümüzde, naylon, reyon ve polyester gibi yapay lifler dokumacılık alanında önemli bir yer tutuyorsa da, dünyada hâlâ milyonlarca insan geçimini pamuk tarımından ya da pamukla ilgili bir işten sağlanmaktadır. 

Giderek artan pamuk üretimine karşılık, liflerin tohumlardan ayılması işleminin elle yapılıyor olması pamuğun işlenip satılmasını çok yavaşlatıyordu.

Sonunda, 1793’te Eli Whitney adında bir Amerikalı mühendis “çırçır” denen bir makine geliştirerek pamuk liflerinin elle ayıklanmasına son vermişti.

Tek bir kişinin çalıştırdığı bu makineyle 5060 işçinin elle yapabileceği iş kolayca yapılabiliyordu.

Whitney’in çırçır makinesi sayesinde pamuk üretiminin hızla artması, elde edilen pamuğu eğirmek ve dokuyabilmek için daha hızlı ve daha nitelikli tezgâhlara gereksinim doğurdu; bu alandaki  yenilikler ve buluşlarla pamuklu dokuma sanayisi dünyanın en büyük sanayi dallarından biri durumuna gelmişti.

Pamuklu dokuma sanayisi 18. yüzyılda İngiltere’de gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin öncü sanayi kollarındandı. 

Türkiye’de ilk kez 19. yüzyıl başlarında Çukurova bölgesinde ilkel yöntemlerle başlayan pamuk üretimi 1833’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Çukurova yöresini ele geçirmesiyle gelişmeye başlamıştı. 

1860 yılından itibaren Süveyş kanal inşaatının başlaması, o güne kadar küçük bir balıkçı köyü halindeki Mersin’i birden öne çıkarmıştı.

Suya dayanıklı en sağlam kereste olan sedir, katran olarak ta anılan ağaçtı.

Lübnan’ın simgesi olan bu ağaç Lübnan dağlarının yağmalanması sonucu azalınca, Torosların yüksek tepeleri yeni kaynak olarak gözlerin Mersin’e dönmesine yol açmıştı…

Mısır’daki Süveyş kanalı başta olmak üzere doğu Akdeniz’in diğer tersanelerinin ihtiyaç duyduğu kereste dağların yüksek yerlerinden kesiliyor, şimdilerde can çekişen Müftü deresi üzerinden deniz kıyısına ulaştırılıyordu. 

Herhangi bir iskele olmadığı için gelen gemilerin kıyıya mümkün olduğunca yaklaşması ve denize giren taşıyıcı işçilerin sığ sularda gemiyle, kara arasında yük taşıması gerekiyordu.

Bu ise önemli gecikmelere ve maliyetlere neden oluyordu. Çözüm Mersin limanının ve iskelelerinin yapılmasından geçiyordu.

Böylelikle Mersin dünya ticaretine entegre oluyordu. Bu sonuç yabancıların Mersin’e olan ilgilerini arttırmıştı.

1864’te Fransızlarca kurulan ilk çırçır fabrikasını İngilizler ’in Adana, Mersin ve Tarsus’ta kurdukları öbür fabrikalar izledi ve daha sonra başka pamuk işleme tesisleri kuruldu. 

Zelviyan ve Miğırdiç Kardeşler tarafından kurulan bir çırçır fabrikası 1944 yılında Mustafa Güleç adında bir işadamı tarafından işletilmeye başlamıştı.

Fabrika yılda 500 ton pamuk işleme kapasitesine sahip olup, 64 beygir gücünde bir lokomobil ile çalışmaktaydı.

Abdülkadir Perşembe tarafından 1937 yılında kurulmuş diğer bir çırçır fabrikası da 50 beygir gücünde bir dizel motorla çalışmakta olup, yılda 500 ton pamuk işliyordu.

Çukurova Grubu’nun kurucuları Eliyeşil ile Karamehmetler, Tarsus’un büyük toprak sahipleriydi.

İki ailenin ilk ciddi girişimi, 1887’de kurulan azınlıklara ait Mavromati ve Şürekâsı İplik Fabrikası’nın 1925’te devralınmasıydı.

Eliyeşil ve Karamehmetler, Çukurova Sanayi İşletmeleri’ni kurarak bölgede gayrimüslimlerden sonra sanayiye ilk adım atan Türk ailelerdi. 

Türkiye’nin en eski ve en büyük tekstil yerleşkelerinden biri olan bu tesisler, 1925’te sadece 50 çırçır ve 5 bin iğlik kapasiteye sahipti.

1932’de büyük bir değişim geçiren fabrika, Türkiye’nin ilk modern tesisi hüviyetini kazandı. 1940’lara doğru tarım araçları temsilciliği işine girdiler.

Asıl büyük atılım iş makineleri acenteliğiyle geldi. 1949’da işçi sayıları 3 bine ulaşmıştı.

MERSİN İL HALK KÜTÜPHANESİ

 


2 Temmuz 1955 Cumartesi, Mersin…

Tren Garı arkasındaki Mersin İl Halk Kütüphanesi’nin hayatımda önemli bir yeri vardır.

Ceyhan Pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak çalışırken kantarda görevli üniversite öğrencisi Muzaffer Abi ile yaptığım sohbetlerde öğrendiğim en önemli şey, okunan her kitabın dünyaya açılan yeni bir pencere olarak karşımıza çıkacağıydı.

Eğer üniversiteli olacaksam kitapların dünyasına girmeliydim.

Mersin’deki kütüphane bunu bana sağlayacaktı. Sağlayacaktı ama öncelik ailemize yük olmamak için satmaya başladığımız simitlerdi.

Satıştan sonra boş kalan zamanlarımı kütüphaneye ayırabilirdim.

Yaz günleri oldukça uzun olduğundan zamanımız boldu. 

Okul ve eğitimi fukaralıktan kurtuluş olarak görmüştük.

Mersin İl Halk Kütüphanesine gidiyordum kalan boş zamanlarımda. 

Mersin Gümrük Meydanı ve Yoğurt Pazarına, başta süt ve süt ürünleri olmak üzere, köyünde ve mahallesinde ürettiği  her şeyi satmak, günübirlik iş bulmak için gelenler, susamlı gevrek simitlerle kahvehaneden aldıkları çayla sabah kahvaltısını taçlandırıyordu. 

Civar köylerden gelenlerin satmak için getirdikleri peynirden bir parçayı bu ikilinin yanına koyduklarında bir şölene dönüşüyordu simit, çay, peynir üçlüsü.

Tablamızdaki simitlerimiz, tam zamanında satışa çıkabilirsek, öğleden önce biterdi. Bitmemişse, öğleden sonra, ikindiüstü satışa devam ederdik. Kazınan midelerin en büyük dostu olan simitlerimizin satışı için en uygun zamandı ikindiüstü.

Satamadığımız, bayatlayan simitlerimiz olurdu bazen. Bu nedenle, fazla almamaya özen gösteriyorduk.

En azından kendi harçlıklarımızı çıkarmaya başlamıştık. Ailelerimize yük olmaktan kurtulmuştuk.

1944’lerde Mersin Valisi Tevfik Sırrı Gür’ün Türkiye’ye armağan ettiği Mersin Kültür Merkezi  şehrin en güzel yapılarından biriydi.

Planıyla, estetiğiyle verimliliğiyle ve yer seçimiyle bir mimari şaheserdi.

Akdeniz kıyısında, Çamlıbel Mahallesinin göz bebeği idi.

Uzun yıllar Halkevi olarak kullanılan yapı Mersin İl Halk Kütüphanesi’ni de içinde barındırıyordu.

1951 yılında Halkevlerinin kapatılması ve hazineye devredilmesi üzerine İl Halk Kütüphanesi Gar binasının arka tarafındaki tarihi binaya taşınmıştı.

İl Halk Kütüphanesinin sahilden yaklaşık 350 metre içeride olması, sahilde dolaşan öğrencileri kendine çekiyordu.

Sahilde dolaşan benim gibi öğrencilerin bir bölümü gezintiden sonra kütüphaneye uğrar, kendilerine uygun kitaplardan birini alır, denizi görecek bir pencere kenarına oturarak okurdu.

Bazen de ödünç aldığı kitabı iskelede oturup, ayaklarını denize daldırdıktan sonra okumaya başlardı.

Hem çocuk kitapları okuyor hem de Mersin ile ilgili yazılar bulmaya çalışıyordum.

Bulabildiğim, bana uygun her kitabı yutarcasına okuyordum. Okumak, bilgi ve sosyal yönden zenginleşmemi sağlıyordu. Ancak bu şekilde üniversiteli olabileceğime inanmıştım.

Her zaman meraklıydım. İlgi alanlarımdan biri de yerleşmeye çalıştığımız Mersin’di.

Bir balıkçı köyünden modern bir kente dönüşmekte olan Mersin’i tanımaya çalışıyordum. Nasıl olmuştu da bu kadar ilgi çekici ve işçi kentine dönüşmüştü? 

Kafamdaki bütün soruların yanıtları Mersin İlk Halk Kütüphanesi’ndeki kitaplardaydı. Eski Mersin ile ilgili kitaplar da vardı.

Okuduğum her kitap, dünyaya açılan yeni bir pencere oluyordu benim için.

Pencereleri çoğaltmam gerekiyordu üniversiteli olacaksam...


25 Ağustos 2022 Perşembe

SİMİT PEYNİR ÇAY MUHTEŞEM ÜÇLÜSÜ

 


30 Haziran 1955 Perşembe, Mersin…

1950-60’lı yıllarda Çırçır fabrikalarında çalışanlar, günübirlik beden işçileri, çevre köylerden hastaneye gelenler çay, simit ve peynirle günü geçirirlerdi.

Öyleydi çünkü 1955'li yıllarda karın doyurmanın en ucuz yoluydu bu muhteşem üçlü.

Simit 10 kuruştu. Çay ve peynir için de 20 kuruş ödediğinizde, 30 kuruşa karnınızı doyurmuş oluyordunuz.

Göçmen barakalarındaki arkadaşlarımızla çay, simit ve peynirle günü geçiştirme olayını gözlemlemiş, babalarımızın da olurunu alarak simit satmaya karar vermiştik.

Ailemizin bütçesine katkıda bulunmanın iyi bir yöntemi olacaktı simit satmak.

Dün olduğu gibi bugün de birçok kişi için simit, çay ve kaşar peyniri üçlüsü, özellikle ikindi üstü, kazınan midelerin en büyük dostuydu.

Simit satacaksak simit severlerin bu tutkularını göz önüne almalıydık.

Aldık da…

Meltem rüzgârının barakalardan denize doğru estiği dün sabah, tanyerinin ağarmaya başladığı saatlerde, göçmen barakalarından sözleştiğimiz 8-10 arkadaşla simit fırınlarının yolunu tuttuk. 

Şakalaşarak, kimin daha erken simitlerin satışını bitireceğini tartışarak gidiyorduk Yoğurt Pazarı civarındaki simit fırınlarından birine.

Eski Mersin şehir merkezinin en önemli ticaret ve sosyal buluşma alanlarından biriydi Yoğurt Pazarı. 

Yaklaşık 250 metre güneybatısında da Gümrük Meydanı bulunuyordu.

Günümüzde Kuvayi Milliye Caddesi’nin İsmet İnönü Bulvarı’na ulaştığı yerde, Ulu Camii ve Ulu Alışveriş Çarşı’nın bulunduğu alandı Gümrük Meydanı.

Göçmen barakalarının yaklaşık 1500 metre güneyinde bulunan Yoğurt Pazarı, Latin Katolik Kilisesi’nin 600 metre güneybatısında yer alıyordu.

Mersin’in köylerinden gelen yurttaşların başta yoğurt olmak üzere her türlü el dokuması, kıl, aba, deri, yün, testi, çömlek gibi mallarını burada satışa çıkarması nedeniyle simit satmak için oldukça verimli bir yerdi Yoğurt Pazarı. 

Fırında bekleyen, bizden önce gelmiş birkaç çocuk vardı.

Sıramızı beklerken fırından çıkan susamlı ve kazan simitlerini gözledik heyecanla.

Taş fırında gürgen odunuyla pişiriliyordu kazan simitleri.

Simit hamurları kaynayan suyun yüzüne çıkınca alınıyor, üzerlerine susam ekilerek fırına sürülüyordu.

Susamlı simitlere göre daha pahalı olduklarını söylemişti fırın sahibi.

Arkadaşlarımızla birlikte susamlı sokak simitleri aldık kazan simitlerine göre daha hesaplı oldukları için.

Ben 30 simit, kardeşim de 20 simit olmak üzere toplam 50 simit aldık.  

Fırıncı bize simitlerin tanesini 7,5 kuruştan veriyordu. Biz 10 kuruştan satarak simit başına 2,5 kuruş kazanacaktık. 50 simidin tamamını satabilirsek 125 kuruş kazancımız olacaktı.

Başlangıç için iyi bir sonuç olacaktı. Öyleydi çünkü 900 gram ekmek 30 kuruştu. 4 ekmek parası ediyordu kazanacaklarımız. Bütçemize oldukça iyi bir katkı sağlamış olacaktık. Sokaklara dağıldık aldığımız simitlerle.

Tan ağarmakta iken ıssız sokaklarda ”Simiiiiit… Sıcak simit… Sıcak Simiiiiit… El yakmazsa para verme…” Diye bağırdıkça tatlı uykusundan uyanan bazılarınca azarlanıp, kovalandıysak da simitlerimin 20 tanesini satmıştım.

En azından fırına verdiğim parayı çıkarmıştım. Geri kalan 10 simiti de öğleden sonra, akşamüzeri satmak üzere eve dönmüştüm. Kardeşim Mustafa’nın aldığı 20 simidin tamamını satmış olarak eve dönmesi ikimizi de sevindirmişti.

Simitçilikte iş var. Demiştik birbirimize… 

Dün hiç beklemediğim tatsız bir olayla karşılaştım.

Sabahın erken saatlerinde ”Simiiiiit… Sıcak Simiiiiit…’’ ünlemelerim bomboş sokak duvarlarında yankılanmış ve hafif uykusu olan bazıları için, sanki odanın içinde bağırıyorum etkisi yapmış olmalıydı.

Uyku zorluğu çekmekte olduklarını sandığım baz sokak sakinleri, sokakta yankılanan sesimizden uyanmışlar ve kovalarla su atarak tepkilerini dile getirmişlerdi.

Bu nedenle sokağın ortasından yürüyerek bağırıyordum  ”Simiiiiit… Sıcak Simiiiiit…’’ diye.     

Şimdilerde aklıma Nazım Hikmet’in aşağıdaki üç dizeleri geliyor.

Basit yaşayacaksın basit…

Para ve maddi varlığın peşinde koşmayacaksın. 

Kimsenin hakkını ve hukukunu yemeyeceksin…

Sanki yaşamın hep olmayacakmış gibi,

tok karnına bile insanı baştan çıkaran susamlı simitler

ve yanındaki tavşankanı çayla

bir kahve köşesinde sohbeti koyulaştıracaksın…

Daha fazla susamlı, daha fazla gevrek sokak simidinin vazgeçilmez eşlikçisi tavşankanı çayın  yanına bir de peynir eklendiğini düşünün, bir ziyafet olmaz mıydı?

Elbette olurdu gönlü zengin olanlar için.

Basit yaşayanlar için…

Çay, simit ve peynirle yaşayanlar için…

1952 yılında ilk baskısı yapılan ‘’Havuz Başı’’ adlı kitabında bir yazısını simit ve çaya ayıran Sait Faik şöyle diyordu.

Yalnız simitten, sabahın o leziz, insan icadı yemişinden söz açmalıydım. Ama ne yaparsın, çaya kıyamadım. Simidin yanında o da ikinci planda kalıyor ama dostlukları da samimi bir dostluktur. Hiçbir kahvaltı simitle çayın yerini tutamaz.”

Sait Faik, bu lezzetli kahvaltıyı bir ziyafete dönüştürmek için de sadece bir dilim kaşar peynirine ihtiyacımız olduğunu belirtiyordu aynı yazısında. 

Gerçekten de 1955’li yıllarda Mersinlilerin büyük bir bölümü Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi basit yaşamaktaydı.

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...