19 Aralık 2022 Pazartesi

MİSLİ'DE YAŞAM ARKADAŞLARLA GÜZEL


          17 Ocak 1959 Cumartesi, Misli Niğde…

Güne derinden gelen anamın sesiyle uyandım.

-Mehmeeet, Mustafaaa...Hadi kalkın artık, kahvaltı hazır...

Demekteydi. Bir an için nerede olduğumu anımsayamamıştım yine. Bu durum sıkça başıma geliyordu.

Bazen Elbistan köylerinden birinde, bazen Osmaniye’de, bazen de Mersin ya da Niğde Bor’da bulurdum kendimi. Bulgaristan Karagözler Köyünde bulunduğum da olurdu.

Neyse ki çabuk kendime geldim. Niğde Misli Köyündeydim. Öğleye kadar uyumuştum.

Dün sabah İvriz Öğretmen Okulu’nda, bu sabah ise Misli Köyü’nde, anamla kardeşimin yanındaydım.

Anam sıcak tarhana çorbası yapmış, yanına da hepimize yetecek kadar karabuğday ekmeği koymuştu.

Bilmeden ve doğal olarak sağlıklı beslenmiştik karabuğday ekmeğiyle. İvriz Öğretmen Okulunda tarım öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy’dan öğrenmiştik böyle olduğunu.

İnsanlık 17 bin yıldan beri tahıl ürünleri yetiştirerek yaşamını sağlıyordu. Tahıl ürünlerinde baş köşeyi Karabuğday almıştı bu süre içinde. Bedenimiz için Karabuğday bir besin deposuydu adeta.

Oysa, çoğumuzun özlem duyduğu beyaz undan yapılan ekmek, sağlığımıza katkıda bulunmaktan çok zarar sağlıyordu. Bu yönü bilinmediği için de, ilk çıktığı yıllarda kara ekmek içine katık niyetine beyaz ekmek konulduğunu görmüşlüğüm vardı.

Fırından alınan beyaz ekmeklerin yeterli kalorisi olmadığı gibi mineralce de zayıftı. Oysa karabuğday ekmeği, vitaminler başta olmak üzere, temin ettikleri ile eczanelerden uzak kalmanızı da garanti ediyordu.

Tarhana çorbası ve karabuğday ekmeği ile güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra kardeşim Mustafa ile dışarı çıktık. 

Fırtına durmuştu. Çevremizde adeta beyaz dünya vardı. Sessiz ve dingin...

Köyde, karakış yerine beyaz dünya diyebileceğim bir durum hakimdi. Evlerin çatıları dahil her taraf adeta bembeyaz pamuk yığını. Üstelik kavurucu rüzgar da yok.

Tam da kızakla kayılacak bir gün...

İlkokul arkadaşlarımın büyük bir bölümü çamaşır leğenleriyle bir bölümü de tahtadan uyduruk kızaklarla kaymaya başlamışlardı yukarı mahalleden aşağı doğru.

Aralarında Osman da vardı. Mustafa’nın yanında beni görünce, hem bize doğru koşuyor hem de gür sesiyle

-Arkadaşlar…İvriz’den Mehmet Akıncı gelmiş.

Diye adeta tellallık yapıyordu.

Benim aralarında bulunmam onlar için olağanüstü bir durumdu. Bana gelinceye kadar hiçbir öğrenci, ilkokuldan sonra, köyden ayrılarak ortaokula gitmemiş, gidememişti.

Kısa sürede etrafımızda bir halka oluştu. Başta Osman olmak üzere, arkadaşlarla kucaklaştık. Ardından İvriz’le ilgili sorular ve sorgulamalar başladı.

Köy Enstitüleri ve ardılları olan Öğretmen Okullarını ve işlevlerini özetledim. En çok ilgilerini çeken anahtarlarla ranzaların demirlerine vurarak uyandırılmamızın yanı sıra haftalık nöbetlerimiz oldu.

Yatakhanelerden sınıflarına giderken, bazı günler ortaya çıkan ”uçuran fırtınalar” anılarım da oldukça ilgi çekti. İlk sınıf nöbetimde Emin ile kömürlü sobayı nasıl yaktığımız anıma da kahkahalarla güldüler.

Yaklaşık yarım saatlik muhabbetten sonra Osman,

-Kayalım mı…Ne dersiniz?

-Elbette kayalım Osman. Şenliğe biz de katılalım.

Kahkahalar atanlar, kayarken yuvarlananlar, birbirine çarpanlar... Adeta bir şölene dönüştürmüşlerdi kızak kaymayı.

Kardeşim Mustafa’nın iki kişilik kızağı ile biz de katıldık bu şölene.

Sonuçta onlar benim, kesintili de olsa, ilkokul  arkadaşlarımdı. Hayat onlarla beraber güzeldi. Tekrar onlardan biri olmuştum. Kaydıktan sonra da  kemik aşık oyunu oynadık.

İlkokul beşinci sınıf arkadaşlarımla birlikte olmaktan büyük keyif aldım. Yaklaşık iki saatlik birliktelikten sonra Osman,

-Hadi bize gidelim. Anam sizi görmekten mutlu olacaktır.

Dedi. Benim niyetim de oydu zaten. Diğer arkadaşlarımıza el sallayarak ayrıldık. Karlara bata çıka Hatice Teyzelere ulaştık.

Hatice Teyze bizi oğullarıymışız gibi karşıladı. Ellerini öptüm. Osmanımın pantolon parası hayatımı dğiştirmişti. Anımsatarak tekrar teşekkür ettim.

Beni görmekten ve ziyaret etmiş olmamdan mutlu olmuştu Hatice Teyze. Tam bir Anadolu kadınıydı. Sevecen, güler yüzlü, konuksever ve yoktan vareden bir kadındı.

Bir süre sohbet ettikten sonra izin isteyip, evimizin yolunu tuttuk.

Anamın yanında da zaman geçirmeliydim. Bulgaristan’dan ayrılalı beri gün yüzü görmemişti anam.

Babam Mersin’de günlük işçi statüsündeydi. Mektuplarından edindiğim izlenimlere göre, bazı günler iş bulamadan Mersin Göçmen Barakalarında sığındığı odasına dönmüş oluyordu.

Hatice Teyzeden eve dönerken bunları düşündüm hüzünle… 



18 Aralık 2022 Pazar

İVRİZLİ OLARAK MİSLİ (KONAKLI) KÖYÜNDE

 

17 Ocak 1959 Cumartesi, Misli(Konaklı)…

Tanyeri ağarırken, sidik torbam dolmuş olarak uyandığımda dışarıdan rüzgârın uğultusu geliyordu.

Rahat kalkmak için ranzanın demirini yokladım ellerimle. Tutunarak rahat kalkacaktım ama demiri bulamadım bir türlü.

Tekrar ellerimi gezdirdim, ranzalı karyolada değil yer yatağındaydım çünkü… 

Nasıl olmuştu da yer yatağına girmiştim?

Bir an için nerede olduğumu anımsayamadım. Arkadaşlarımı aradım ama onlar da yoktu. Kardeşim Mustafa yanımda yatıyordu.

Misli Köyündeydim. Evdeydim…

Gözlerimi ovuşturarak yattığım odayı gözden geçirdim. Ortama uyum sağlayınca odamızdaki tek pencerenin camının buz tutmuş olduğunu gördüm. Dışarısı görünmediği gibi odamızda yarı karanlıktı.

Sırtıma bir hırka geçirdikten sonra el yordamıyla kapıyı buldum, evden dışarı çıktım. Tuvalet evin dışında, yaklaşık 10 metre uzaktaydı.

Dışarıdaki rüzgâr uğultusunun nedeni, kar fırtınasının başlamış olmasıydı.

Birden İvriz’deki kar fırtınaların anımsadım, bereket köyde o kadar şiddetli değildi.

Bembeyaz bir yorganla örtülmüş avluda, neredeyse 40-50 cm’yi bulmuş kara bata çıka tuvalete ulaştım.

Tahtadan yapılmış, nöbetçi kulübesi gibi tuvalette de kar fırtınasının izleri kendini göstermiş, aralıklardan giriyordu.

Tuvaletimi yaptıktan sonra hızla eve girdim, kendimi tekrar yorganın altında buldum. Biraz daha uyumak istiyordum ama beynim zamanda geriye, İvriz'de karneleri aldığımız Cuma gününe gitti.

                                            *****

İvriz’de, cuma günü öğleden sonra tahta bavulumu hazırladıktan sonra saat 15,00’de Ulukışla yönünde gidecek olan trene yetişmeliydim. Ayağımdaki Beykoz kunduralarıyla,  yaklaşık 12 km uzaklıktaki Ereğli’ye kadar yürümüş, bir saat bekledikten sonra da Ulukışla’da aktarma yapacak olan kara trene binmiştim.

Yaklaşık 75 km uzaklıktaki Ulukışla’ya bir buçuk saatte ulaşmış, aktarma yapmak için Adana’dan gelecek olan Toros Ekspresini beklemiştim.

Bir saat sonra gelen Toros Ekspresiyle Kayseri’ye doğru hızla yol almaya başlamıştık. Yaklaşık 120 km uzaklıktaki Hüyük İstasyonu’na da iki saatte ulaşmıştı Toros Ekspresi.

Hüyük tren istasyonu ile Misli Köyü arasında yaklaşık 6 km uzaklık vardı. Üstelik benden başka köye gidecek olan da yoktu.  

Güneş batmış, üstelik kar yağıyor ve kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. Bir, bir buçuk saatte köye ulaşırım diyerek yola koyuldum.

Köye yaklaştıkça kar kalınlığı ciddi oranda artmıştı. Bata çıka ilerliyordum. Şiddetli rüzgâr yüzüme kamçı gibi vuruyorsa da Beykoz kunduraları ayaklarımın üşümesini engellemişti. 

Önemli olan ayakların üşümemesiydi.

İlerledikçe üşümek şöyle dursun, zorlu çabalarımdan ötürü terlemeye bile başlamıştım. Kar ve kar fırtınalarına karşı şerbetliydim. Bunda İvriz’deki kar ve kar fırtınalarından şerbetli olmamızın etkisi de olmuştu.

Normal şartlarda bir saatte ulaşmam gereken köye iki saatte ulaşmıştım. Köy karanlıktı, tek tük bazı evlerden ışık sızıyordu.

Köyün köpekleri de havlamaya başlamıştı. Bereket köpeklerle aram iyiydi. Evimizin köpeği de beni tanımıştı.

Evimizin kapısını çalmıştım kan ter içinde. Karda kışta, hele o saatte, kimseyi beklemedikleri için kapı bir süre açılmadı. Tekrar kuvvetlice çalınca ‘’Kim o bu saatte?’’ Diyen kardeşimin sesini duymuştum. ‘’Ben Abin Mehmet…’’ Deyince kapı açılmıştı.

Kardeşim boynuma sarılıp ‘’Hoş geldin Abi’’ demiş, anam da arkadan yetişerek hasretle bana sarılmıştı. Hasret giderdikten sonra anam  ‘’Karnın aç mı yavrum? Biraz çorba vardı, ısıtayım mı?’’ Demişti.

Sobaya yakacak olarak birkaç tezek atıldıktan sonra üzerine konulan çorba ısıtılarak açlığım bir nebze de olsa giderilmişti.

Evimiz İvriz’deki yatakhanelerimizi andırıyordu ısıtılma konusunda. Odun ve kömür yoktu. Yakacak olarak saman ve tezek kullanılıyordu. Üstelik yeterli miktarda tezek de yoktu.

Çok zorunlu olmadıkça soba yanmazdı. Anamla kardeşim alışmışlardı bu duruma. Ben de İvriz’den alışıktım yatakhane ve yemekhanemizde soğuklarla haşır neşir olmaya.

Bir süre sohbet ettikten sonra kendimizi daha korunaklı olan yorganların altında bulmuş ve kısa sürede de uyumuştuk.

                                      *****

Olanlar bir film şeridi gibi beynimde dalgalandıktan sonra, yarıyıl tatili için köye geldiğime inandım ve tekrar uykuya daldım anam beni uyandırıncaya kadar…

14 Aralık 2022 Çarşamba

İVRİZ'DE İLK YARIYIL TATİLİ

 

6 Ocak 1959 Cuma, İvriz…

Kendinizden uzağa, zamanda ileri ya da geriye, uzaklarınıza gitmek istediğinizde, denk gelir de  yükseklerden uçan bir kuş ya da kuşlar sürüsünü görürseniz, sürüye karışmak ister sonra da sevdiklerimizin olduğu yere, dersiniz.

Ananız, babanız, kardeşleriniz, varsa sevgiliniz, bazen de doğduğunuz yerdir sevdikleriniz ve uzaklarınız.

Böyle bir havadaydım boşalmış sınıfta. Öyleydim çünkü yarıyıl tatili başlamıştı…

Sevdiklerimin yanına gitmek istemiştim…

İvriz Öğretmen Okulu’nda, 1958-59 Eğitim ve Öğretim yılının birinci yarıyılı başarıyla sonuçlanmıştı.

Karnelerimiz dağıtıldığında bütün derslerden on üzerinden on almıştım. İvriz’deki ilk yılım bu karne ile taçlanmıştı.

Çok mutluydum…

O anda Misli Köyündeki Hatice Teyzeyi, Osman’ımın bayramlık pantolon parası olan 10 lirayı ikiletmeden bize vermesini düşünmüştüm.

Bize verdiği 10 lira Niğde’deki sınavlara katılmamızı sağlamıştı. Kazanmış ve İvrizli olmuştum.

Bunları düşününce gözlerim buğulandı, sevdiklerim içinde yer alan Hatice Teyzeyi minnet ve şükranla andım.

Tatile çıkan arkadaşlarımın neredeyse okulu boşaltmış olmalarının da duygulanmamda payı olmuştu.

Ereğli’den kalkacak olan trenime daha 6 saat vardı.

Ulukışla üzerinden, aktarma yaptıktan sonra, Kayseri yönünde Hüyük İstasyonuna, sonra da Misli Köyüne gidecektim. Anamla kardeşim Mustafa köyde, babam Mersin’de iş peşindeydi. 

Böyle duygulu bir anda elime mandolinimi alarak, beni biraz daha duygulandıracak olan  ‘’Uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru. Anadan babadan yardan bir haber yok mu?’’ mısralarını mırıldanmaya başladım.

Müzik öğretmenimiz Kemal Çuhalılar’ın tavizsiz uyguladığı program sonucunda hem mandolin çalmasını öğrenmiş, hem de bazı türküleri çalıp, söylemeye başlamıştık.

Çalmaya ara verdiğimde ise bir başka sevdiğim yer,  doğduğum yer olan Bulgaristan’daki Karagözler Köyü ve Sakar Balkan aklıma geldi.

Mandolinimi tekrar akort ederek Rıza Tevfik Bölükbaş’ının bir dörtlüğünü biraz değiştirerek mırıldanmaya başladım.

Uçun kuşlar uçun doğduğum yere;
Şimdi Sakar Balkanda mor sümbül vardır.
Ormanlarının koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.

Bu mısraları hakkıyla söyleyememiştim ama olsun du…

Niyet önemliydi ve ben mutlu olmuştum…

Derken okulu dolaşmakta olan nöbetçi öğretmenimiz Hüseyin Seçmen girdi mandolin çalmakta olduğum sınıfa.

-Hayrola Mehmet, sen niye gitmedin? Okulda mı kalacaksın?

-Hayır, Öğretmenim, trenimin kalkmasına zaman vardı. Mandolin çalma yetkinliğimi geliştirmeye çalışıyorum fırsattan istifade.

-İyi yolculuklar Mehmet

Deyip, sınıfları ve yatakhaneleri denetlemeye gitti kalanlar var mı diye..

İvriz Öğretmen Okulu’nda yarıyıl tatillerine gidemeyenlerin okulda kalma olanakları vardı. Nasılsa işleyişin büyük bir bölümünü öğrenciler üstleniyordu.

Okulda kalan bu öğrenciler bir bakıma okul idaresinin işleyişine de katkıda bulunmuş oluyorlardı tatile gitmeyen öğretmenlerle birlikte.

Nöbetçi öğretmenimiz Hüseyin Seçmen’in ayrılmasından sonra mandolini Müzikhanedeki yerine koyup, tahta bavulumu hazırladım.

Neler koymuştum tahta bavuluma?

İvriz’de sürekli çalışan terziler ve atölyeleri vardı. Elbiselik kumaşlar okul yönetimi tarafından ihale ile alınır, terzilerimiz de bir prova sonrasında takım elbiselerimizi dikerlerdi

Gömleklerimiz için de aynı yöntem uygulanırdı. Ayakkabılarımız ünlü ‘’Beykoz Kundurası’’ idi.

1810 yılında tabakhane olarak kurulan Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası İstanbul’un en eski fabrikalarından biriydi. Kunduralarımız Beykoz’dan temin edilirdi.

Hem taş gibi sağlam hem de oldukça ekonomikti. Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası Osmanlı ve Türk ordusuna ayakkabı deri ürünlerinin tedarikini sağlamaktaydı.

Osmanlı İmparatoru II. Mahmut döneminden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ve birçok tarihi olaya şahitlik yapan fabrika 1933 yılında Sümerbank’a devredilmişti.

O zamandan bu yana hafızalarımızda asla eskimeyen sağlam Sümerbank ayakkabıları olarak yer edinen deri kunduralarının üretimini gerçekleştirmişti. 

Tahta bavuluma takım elbisemi, gömleklerimi, kravatım ve okul kütüphanesinden aldığım birkaç kitabı da koydum.

Yaklaşık 12 km uzaklıktaki Ereğli’ye kadar yürümem gerekecekti. Aklıma ‘’Dağ başını duman almış, yürüyelim arkadaşlar.’’ Mısraları geldi. Mırıldanarak Ereğli’nin yolunu tuttum…


10 Aralık 2022 Cumartesi

İVRİZ'DEKİ NADİDE ÇİÇEKLERİMİZ

 

25 Aralık 1958 Perşembe, İvriz…

Fen Bilgisi dersinden yeni çıkmıştık. Gün içerisinde kar ve yağmurun etkili olduğu İvriz’de akşamüzeri oluşan rüzgâr Torosların üzerindeki bulutları parçalamış, kızıl renkleriyle batmakta olan güneş görünmüştü.  

Etrafımızdaki dünya, Fen Bilgisi dersinde deney gereği sıcaklığı arttırılan kızıl demirin renklerine; 

 ve sarı’ya bürünüyordu sanki. Ufuk çizgisini yarılayan güneş, yepyeni umutların habercisi edasıyla batarken, yıldızların parlaklığına bırakıyordu İvriz’i. Son derece gizemli ve romantik bir ortam oluşmuştu.

Bütün arkadaşlarım sınıfımızın nadide çiçekleri olan kız arkadaşlarımız Sema ile Gülşen’e baktılar sevgiyle.

Gülşen Aktaş sessiz kaldı ama Sema Cengiz kendilerini sevgiyle kucaklamış olmak ve günbatımı renkleriyle bezemiş olmamızdan mutlu olduklarını ifade etti.

Biz de mutluyduk sınıfımızda olmalarından. Mutluyduk çünkü bizi edepli davranmak zorunda bırakıyorlar ve bilmeden terbiye ediyorlardı. Diğer sınıflara göre daha centilmen olmuş ve kendi kendimizi de eğitir olmuştuk.

Kızıl demirin renklerine bürünen gökyüzü yarım saat önce yaptığımız bir deneyi anımsattı hepimize.

Öğretmenimiz Mehmet Baş Fen Bilgisi dersinde Isı ve Sıcaklık kavramlarını anlatmıştı. Aralarındaki ilişkiyi görelim diye de yanmakta olan bir bunzen bekinin üzerine demir bir çubuk yerleştirmişti.

Yeterince ısı enerjisi alan demir çubuk bilinen bir sıcaklığa eriştiğinde önce kırmızı sonra da turuncu ve sarı renkler ortaya çıkmıştı.

Şimdi de atmosferde, İvriz semalarında, aynı olay gerçekleşiyordu. Kırmızı, turuncu ve sarı renkleriyle bir masal ortamı sunmuştu ufuk çizgisinde kaybolan güneş.

Diğer renklere göre düşük enerjili olan kırmızı, turuncu ve sarı renklerin atmosferde dağılmadan çok uzaklara gidebilme özellikleri vardı.

Bulutlardan yansıyan bu renkler gözümüze ulaşarak muhteşem günbatımını oluşturuyordu. Günbatımı renkleriyle Fen Bilgisi dersinde öğrendiklerimiz taçlanmıştı.

Bu arada kız arkadaşlarımıza da takılma fırsatımız doğmuş, kendilerini günbatımı renklerine bezemiştik.

Köy Enstitülerinde ve devamı olan İlköğretmen okullarında karma eğitim yapılmaktaydı. Karma dediğime bakmayın, adı karmaydı. Öyleydi çünkü 1958 yılında İvriz’de üç kız öğrenci vardı.

Bizim sınıfımızdaki kızlardan Sema Milli Güvenlik öğretmenimizin, Gülşen ise okulumuzda görevlilerden birinin kızıydı. İkinci sınıftaki Feride ise okulumuzun direklerinden biri olan Salih Ziya Büyükaksoy’un kızıydı. Her üçü de gündüzlü olup, son dersten sonra evlerine gidiyorlardı.

Ancak derslerden birinden yardıma ihtiyaçları olduklarında akşam yemeği öncesi etütlerden birine katılarak bizlerden yardım alıyorlardı.

Türkiye’de yatılı düzeyde karma eğitim, ilk kez Köy Enstitülerinde uygulanabilmişti. Ne var ki, 1935 sayımına göre 40.000 köyün 35.000’inde ilkokul yoktu, var olanların ise çoğu üç sınıflıydı.

Bu nedenle de kız öğrencilerden vazgeçtim, erkek öğrenci bile bulmakta zorlanıyordu Köy Enstitüleri. Okulumuzda bulunan kızlarımızı kollayıp korumalıydık ki başka kız öğrenciler gelsin. Bu konuda yönetimce de uyarılmıştık zaten. Düşünüyorum da 600 kız öğrencinin bulunduğu bir okulda üç erkek öğrenci olsaydık halimiz nice olurdu?

Öğretmenlerimizle birlikte bizler de kız arkadaşlarımızın incitilmemesi ve olumsuz bir takım sonuçların doğmaması için azami itina gösterdik. Ağabey kardeş ilişkileri oluşturduk. Dönemimizde öğrenci olan Feride Büyükaksoy buna tanıktır.

9 Aralık 2022 Cuma

DONDURUCU BİR İVRİZ SABAHINDA BİRKAÇ SAAT

 

18 Aralık 1958 Perşembe, İvriz

Ranzaların demirlerine vuran madeni sesle sıçrayarak uyandım. Aradan 3 ay geçmesine rağmen ranzalara vuran madeni sese alışamamıştım bir türlü.

İvriz’de öğrenciler için hayat sabahleyin saat 06’da kalk zilinin çalmasıyla birlikte başlardı. Ardından da nöbetçi öğretmen, bazen öğrenci başkanı ya da disiplin başkanı, genellikle ellerindeki bir anahtar ya da bir madeni para ile demir ranzalara vurarak uyanmayanları uyandırırlardı.

Gözlerimi açtığımda hala alaca karanlık ve çok soğuktu. Üstelik geçen hafta sınıf nöbetçisi olarak her sabah daha da erken kalkmak zorunda kalmıştık Emin arkadaşımla. 

Nöbetçi öğretmen bir taraftan ‘’Kalkın, oyalanmayın, geri geldiğimde kimseyi yatakta görmeyeceğim.’’ Derken, bir taraftan da elindeki anahtarlarla ranza demirlerine vurarak ilerliyordu.

Saat 05,45 olmalıydı. Nöbetçi öğretmen Müzik Öğretmenimiz Kemal Çuhalılar ’dı ve 15 dakika erken gelmişti. Kemal Bey’den bütün öğrenciler çekinir, korkuyla karışık bir saygı duyarlardı. Geri döndüğünde kimse yatakta yakalanmak istemezdi.

Üstelik bu gün Müzik dersimiz de vardı.

Camları buz tutmuş yatakhanemizden dışarısı görünmüyordu ama pencere aralıklarından, kapı altlarından, görünmez çatlaklardan rüzgâr doluyordu yatakhanemize. Kış bütün şiddetiyle devam ediyordu İvriz’de.

İstemeyerek ve telaşla çıktık yataklarımızdan...

Yatakhane ne kadar soğuk ve soğuk hava ne kadar yakıcıydı. Soğuk yakar mıydı? Yakıyordu işte…

Sanki İvriz’le birlikte Dünya buz tutmuştu. Sabahları saat 06.30’da mütalaa (etüt) zili çalmadan sınıflarımızda olmak zorundaydık.

 İstemeyerek çıktığımız yataklarımızdan alel acele giyindik. Öncelikle yataklarımızı düzelttik, düzeltmek zorundaydık. İki yatakhane arasındaki tuvaletlerde ihtiyaçlarımızı giderdik, neredeyse donmuş olan musluklardan damlayarak akan sularla elimizi yıkayıp, sınıfımıza gitmek üzere dışarı çıktık. 

Korkunç, kar tipili bir fırtına Torosların dibinden ziraata doğru hücum ediyor ve yatakhanelerin arasından, tozu dumana katarak ve ıslık çalarak gidiyordu.

Binaların, yolların, direklerin, uzaklarda görünen her şeyin her tarafı karla örtülüyor ve bu örtü giderek büyüyordu.

Paltolarımıza sıkı sıkıya sarılmış ve arkadaşlarımızla el ele tutuşmuş olarak sınıfımıza yollandık. Kar taneleriyle birlikte biz de savruluyorduk. Hatta aramızda sıska olanlardan uçanlar bile olmuştu.

Bir an fırtına durdu. Sınıfımıza doğru hep birlikte hamle yaptık…

Dalgalar halinde tekrar esmeye başlayan kar tipili rüzgârda kazasız belasız sınıfa ulaştık. Bizden önce kalkan nöbetçi arkadaşlarımız da kömür sobasını rahat tutuşturmuşlar ve sınıfımız ısınmıştı.

Köy Enstitülerinde ve devamı olan İlköğretmen okullarında günlük yaşam bazı bölgesel farklılıklar dışında birbirine çok benzemekteydi.

Genel olarak tüm enstitülerde yaşam saat altıda başlamaktaydı. Sabah etütleriyle birlikte, günde zorunlu olarak 3 saat etüdümüz olurdu.

Nöbetçi öğretmen ve üst sınıflardaki öğrencilerin gözetim ve denetiminde gerçekleştirilen etütlerde bütün ödevlerimiz bittiği gibi ertesi günkü derslerin ön hazırlığı da yapılmış olurdu.

Muhteşem ve mükemmel bir uygulamaydı zorunlu etütler. Öyleydi çünkü yapamadığınız soruları sınıf arkadaşlarınıza sorabildiğiniz gibi nöbetçi öğrenci ve öğretmenden de yardım alırdınız.

Bugün 06,30’da başlayan bu etütte kütüphaneden aldığım Jules Verne’inin ‘’Aya Seyahat’’ adlı kitabını bir kez daha gözden geçirme gereğini duydum.   

Dün akşamki etütlerde bütün ödevlerimi bitirmiş ve kalan zamanımda Türkçe Öğretmenimiz Mehmet Ali Aladağ'ın önerisiyle Bilim-Kurgu kitaplarından birine yönelmiştim. Yönelmiştim çünkü bilime olan ilgimi arttırıyordu.

İvriz’de bizlere öncelikli olarak kazandırılmak istenilen davranışlardan biri de okuma alışkanlığıydı. Bir bakıma kitap okuma seferberliği başlatılmıştı. Okumanın önemi, benimsenmesi ve alışkanlığa dönüşebilmesi için yoğun çaba gösterilmişti.

İvriz Kütüphanesi oldukça zengindi. Kütüphaneyi dolduran kitaplar Hasan Ali Yücel ve İsmail hakkı Tonguç döneminde çevirtilip yayınlanan Dünya klasikleri olmuştu.

İvriz’deki kitap listesi, genelde Hint, Çin, Yunan, Alman, Amerikan, Fransız, İngiliz, İtalyan, Macar, Rus ve İskandinav klasiklerinden oluşmuştu.

Okuma işinin verimli ve faydalı bir yoldan yürümesi için okunan kitapların özetleri çıkarttırılıyor, bunlar gözden geçirilerek üzerinde konuşmalar yaptırılıyordu.

Ben de, daha ilkokulda, Denizler Altında yirmi bin fersah adlı kitabın özetini çıkarmıştım, ilk Türkçe dersinde arkadaşlara sunum yapacaktım.

Sabah mütalaası 07,15’de bitecekti ama arkadaşlarımın bazıları ayaklanmıştı bile. Hepimiz acıkmıştık. Serbest çalışma saati de diyebileceğimiz etüdün sona erdiğini bildiren zil çalar çalmaz sınıftan fırlayıp, koşar adım tören alanına gittik gittik. 

Sabah sporu niyetine okul bandosu eşliğinde yarım saat milli oyunlar oynandıktan sonra kendimizi yemekhanede bulduk.

1958’li yıllarda okullar henüz kalorifer sistemleriyle tanışmamışlardı. Kömür sobasının da bulunmadığı yemekhanemizde fazla yer kapladığı için sandalye yerine tabureler kullanılmıştı.

Tam bir kışla havasının olduğu okulumuzdaki sabah kahvaltılarında herkese çeyrek ekmekle bazen yumurta bazen de peynir verilirdi. Çaylarımızı karavanadan kepçe ile alır, su bardaklarına koyardık. İkinci bir çeyrek ekmek alma olanağımız olmadığı gibi, ikinci bardak çay alabilmek de mümkün değildi.

Kahvaltıdan sonra güne ve derslere hazırdık...

İVRİZ'DE BİR PAZAR GÜNLÜĞÜ

 

14 Aralık 1958 Pazar, İvriz…

Bugün Pazar,   Sabah mütalaası ve ders yok, ancak biyolojik saatimiz bedenimizi erken kaldırmaya programlanmış. Yine saat 06,00’da uyanmıştım ama biraz yatak keyfi yapmak istedim. Sabah kahvaltısı 07,30’dan önce başlamazdı.

Ranzanın üst katında yatıyordum. Üzerindeki buzların bir kısmı erimiş olan camdan dışarı baktım.

Tanyeri göğünün altında her yer bembeyaz bir yorganla örtünmüştü İvriz yerleşkesinde.

Cama biraz daha yaklaşarak dikkatlice baktım dışarı, kar fırtınası görünmüyordu. Kar fırtınasının olmaması iyiydi. 

Bir süre her yeri örten bembeyaz kardan yorganı seyredip, ortamın sessizliğini dinledim. Sonra da yatağımın sıcaklığına gömüldüm.

Bazı arkadaşlarım da benim gibiydi, uyanmışlar ama yataktan çıkmıyorlardı.

Sıcak yatağımda zamanı verimli geçirmeliydim.

Bu kez okul kütüphanesinden aldığım Jules Verne’inin ‘’Bir Piyango Bileti’’ adlı kitabı vardı yanımda. Geçtiğimiz Çarşamba günü Türkçe dersinde ‘’Aya Seyahat’’ adlı kitabın özetini sunmuştum sınıfa.

Mehmet Ali Aladağ öğretmenimiz çok beğenmiş ve not defterini çıkarıp ödev notu olarak da 10 vermişti. Sanıyorum bu davranışıyla diğer arkadaşlarımı da kitap okuma ve özet çıkarma konusunda özendirmek istemişti.

Gece tuvalete gidecek olanlarla rahatsızlıkları olanlar dikkate alınarak elektrik ampullerinin bazıları söndürülmezdi. Bu ampullerden çıkan zayıf sarı ışık, zor da olsa kitap okumamıza olanak sağlardı. Akşamları uyku tutmayan arkadaşlarımın da yararlandığı bir durumdu bu. 

Ampuldeki titreşen sarı ışığın altında saat 07,00’ye kadar ‘’Bir Piyango Bileti’’ adlı kitabı okumaya başladım, bitmesine yaklaşık 20 sayfa kalmıştı. İkinci kez gözden geçiriyordum. Özet çıkaracaktım. 

Bir Piyango Bileti adlı kitaptan kafamı kaldırdığımda saat 7,15 olmuştu. Hızla kalkıp tuvalete gittim. Elimi yüzümü yıkayıp, temizlendikten sonra sıra yatağımın düzeltilmesine gelmişti.

Her öğrenci yatağını düzeltmeden yatakhaneden ayrılmazdı, ayrılamazdı.  Temizlik ve düzen birinci önceliklerimizdendi. Özenle düzelttiğim yatağıma bir kez daha baktım, içime sinmişti. Kahvaltıya gidebilirdim.

Kahvaltıya giderken akşamdan yaptığım günlük programımı bir kez daha beynimde evirip, çevirdim.

Kahvaltıdan sonra, öncelikli olarak mandolin çalışmalıydım. Müzik öğretmenimiz Kemal Bey önümüzdeki hafta çalışmalarımızın hangi aşamada olduğunu denetleyecekti. Şakası yoktu, en az iki saat çalışmalıydım.

Sonraki iki saatte kütüphaneye giderek kitap değişimi yapmalıydım. Bir Milli Piyango Bileti bitmiş, Dünya klasiklerinden birini almalıydım.

Kahvaltıda zeytin vardı. Çeyrek ekmek ve kazandan kepçe ile aldığım okkalı bir bardak çayla kahvaltımı yaptıktan sonra Müzik evine gittim.

Mandolin çalışmalarım verimli oldu. Kütüphaneden de Robinson Crusoe adlı kitabı aldım.

Öğle yemeğinden sonra iki saat kapalı ortamda resim çalıştıktan sonra tekrar Müzik evine giderek iki saat daha çalışarak Kemal Bey’in verdiği parçayı iyice pekiştirdim.

Günlük programı gerçekleştirdiğim için kantine doğru yürüyüşe çıkabilirdim. Akşam etütlerine kadar İvriz yerleşkesi içinde dolaştım.

Akşam etütlerinde pazartesi günkü derslerin konularını gözden geçirdim. Konularla ilgili soru sorulduğunda parmak kaldırmalıydım.

Yatmaya giderken, oldukça verimli bir gün geçirdiğimi düşünerek mutlu oldum.

7 Aralık 2022 Çarşamba

İVRİZ'DE CUMARTESİ ETKİNLİKLERİ

 

6 Aralık 1958 Cumartesi, İvriz…

Torosların kuzeybatısındaki yamaca konuşlanmış İvriz’deki yatakhanelerin arasından uğuldayarak geçen deli poyrazın sesiyle uyandım ranzanın üst katındaki yatağımda.

İçeriden buz tutmuş pencere camını kazıyarak dışarı baktım. Tanyeri ağarmakta ve deli poyraz karları yerlerinden söküp savuruyordu pencerelerimize.

Ağaçların üstünde ışıldayan tomurcuklar halindeki karlar yerlere dökülüyor, yerdeki karlar poyrazın önünde tozarak havalara savruluyordu. Dağ taş beyaza bürünmüştü.

Oysa Cumartesi günlerinin ayrıcalıklı bir yeri vardı İvriz’de. En aktif geçen günler arasındaydı Cumartesi günleri.

Deli poyraz vız gelirdi bizlere. Zaten, İvriz yerleşkesindeki kara kış ile deli poyrazın olumsuz etkilerine biyolojik yapımız da uyum sağlamıştı. Sürekli hareket halinde oluşumuz ve etkinlikler terlememizi bile sağlıyordu.

Nöbetçi öğretmenin ranzalara vuracağı anahtar sesini duymadan kalktım.

Elimi yüzümü yıkarken, nöbetçi öğretmen Hüseyin Seçmen ‘’Günaydın Mehmet’’ dedikten sonra anahtarını ranzaların demirlerine vurarak girmişti yatakhaneye.

Saat 6,30’da hepimiz nöbetçi öğrencilerin sobasını yaktığı sınıflarımızda yerimizi almıştık. Haftanın son etüt saatindeydik.

Kahvaltıdan sonraki sportif etkinliklerin  ardından yapılan 4 saat ders ve öğlen yemeğinden sonra Bayrak merasimi başladı.

Okul müdürü Kamil Açan’ın yıllar boyunca hafızamızdan silinmeyen eğitim ve öğretimle ilgili konuşmaları yapıldı.

O dönemin yönetici ve öğretmenleri, başta İvriz olmak üzere, İlköğretmen okullarını salt bir okul ya da bir eğitim sistemi olarak görmüyordu.

Okul Müdürümüz Kamil Açan’ın sürekli vurguladığı gibi ‘’adam etme ve öğretme’’ kurumları olarak görüyorlardı İvriz’i…

İnsanı insan olarak sevmek, insan olduğunu hissettirmek bilincini geliştiren kurumlar olarak görüyorlardı okulumuzu. Kemalizm’in temel ilkeleri uygulanıyordu.

Bayrak merasiminden sonra öncelikle sınıflarda, yatakhanelerde ve diğer birimlerde genel temizlik için, her hafta olduğu gibi, bu hafta da temizlik ve diğer nöbetçi öğrenciler seçildi.

Nöbetçileri özendirmek için yarışmalar düzenlenir, nöbetçi öğretmenler ve başkanlar tarafından gezilerek puanlama yapılırdı. Pazartesi günleri bayrak töreninden sonra da en iyi temizlik puanlarını alanlar ödüllendirilirdi.

Başta yatakhanelerimiz olmak üzere İvriz yerleşkesinde bulunan bütün birimlerde temizlik ve düzen birincil önceliklerimizdendi.

Diğer taraftan bütün birimlerde nöbet ve görev aldığımız, üretim yaptığımız için, üretimden gelen gücümüzün de farkına varmıştık.

Üretmek harika bir duyguydu. Eleştirel bilince sahip, akıl ve bilime inanan bireylerin yetiştirildikleri demokratik, laik ve çağdaş bir eğitim kurumuydu İvriz. Üretim Gücümüzü destekliyordu.

Başta özgüvenimiz olmak üzere, bizlere kazandırdığı pek çok yeteneklerimizin yanı sıra, gözden kaçırılmaması gereken bir diğer nokta da, İvriz’de verilen sanat eğitimiydi.

Başta müzik ve resim olmak üzere, yazarlığa hazırlık, senaristlik, küçük hikâye yazarlığı, tiyatro ve folklor çalışmaları üzerinde önemle durulurdu.

İvriz’deki öğrencilerin yüzde doksanı uzak köylerden geldikleri ve yatılı olduklarından hafta sonu tatillerinde evlerine gitmezler, gidemezlerdi.

Bu nedenle de Cumartesi günleri akşam yemeğinden sonra yemekhanemiz bir tiyatro ve konser salonuna dönüştürülürdü.

Düzenlenen hafta sonu eğlenceleri önemliydi. Bu eğlencelerde çeşitli yazarların tiyatro eserleri ya da İvrizli öğrencilerin yazdıkları oyunlar sergilenirdi.

Bazen şiir ve şarkı yarışmaları düzenlenir, arkasından folklor gösterileri olurdu. Bazı hafta sonlarında seçme Türk filmleri de getirildiğini anımsıyorum.

Düzenlenen hafta sonu etkinlikleri ve eğlenceler önemliydi. Önemliydi çünkü hem o haftanın yorgunluğunu atmaya yardımcı oluyor, hem de sistemli bir şekilde, grup olarak öğrencilerin bir program düzenleme yeteneklerini geliştiriyordu.

Mezun olduktan sonra gideceğimiz köylerde bu tür etkinliklerin düzenlenebilmesi için bu tecrübeyi önceden kazanmış olmamız açısından bir avantaj olarak görülüyordu.

Konferans salonuna dönüştürülen yemekhanemizin bir başka işlevi de geniş katılımlı hafta sonu toplantılarıydı.

Geniş söz hürriyetinin olduğu bu toplantılarda işçi, öğrenci, öğretmen, idareci ve müdür ayırımı yapılmazdı.

Bazı Cumartesi toplantılarında İvriz’deki değişik birimlerin işleyişi üzerinde tartışmalar açılırdı. Öğrenci nöbetleri bunlardan biriydi.

Yemekhane ve idarede görev alan öğrencilerin nöbet sürelerinin uzunluğu, giremedikleri derslerin notlarını arkadaşlarından alıp, yazmaların zorlaştırıyordu.

Öğrenci nöbetleri dışında, erzak, ders, inşaat, ziraat, revir ve hastalık, giyecek, spor gibi her konu üzerinde görüşülür ve sorunlar tespit edilerek çözüm yolları aranırdı.

Harika günlerdi İvriz’deki Cumartesi günleri…

6 Aralık 2022 Salı

İVRİZ'DE SINIF NÖBETÇİSİ OLMAK

1 Aralık 1958 Pazartesi, İvriz…

Alaca karanlıkta gözlerimi açtığımda sanki rüzgâr esiyordu yatakhanede, kollarımı dışarı çıkardığımda havanın çok soğuk olduğunu hissettim.

Saat 05.00 olmalıydı…

Etrafa bakındım. Yatakhanemizin camları buz tutmuş, dışarısı görünmüyordu. Görünmüyordu ama pencere aralıklarından, kapı altlarından, görünmez çatlaklardan rüzgârın sesi doluyordu yatakhanemize.

Kış bütün şiddetiyle gelmişti İvriz’e. Ne kadar soğuk ve ne kadar yakıcıydı. Soğuk yakar mıydı? Yakıyordu işte…

Sanki İvriz’le birlikte Dünya buz tutmuştu.  

Gerçi Bulgaristan Karagözler Köyü ile Niğde Misli Köyünde de kar yakar, bazen bir metreyi aşardı ama böyle kar fırtınaları olmazdı. Böylesine alışık değildim.

Beyaz çarşafların sardığı battaniyeye sıkıca sarılayım, biraz daha uyuyayım dedim ama bir hafta süreyle, en iyi arkadaşım Emin Özkan (Ozgan) ile sınıf nöbetçisiydik. Kalkmalıydım, kalkmalıydık.

Bütün Köy Enstitülerinde olduğu gibi İvriz’de de kalorifer sistemi yoktu. Isınma aracı olarak sobalar vardı. Sobalar da sadece okul idaresiyle sınıflarda bulunurdu. Yatakhaneler ve yemekhanede soba da yoktu.

Diğer taraftan İvriz’deki işleyişin yüzde sekseni öğrenciler tarafından gerçekleştirilirdi. Diğer birimlerde olduğu gibi, sınıflardaki ve idaredeki sobaların yakılması nöbetçi öğrencilerin görevlerindendi.

Sınıf nöbetçileri haftanın son günü, akşamüzeri, bir önceki nöbetçilerden görevi devralır ve odun kömür deposuna giderlerdi.

Emin’le ben de dün akşam depoya gitmiş, odun ve kömürün yanı sıra sobayı tutuşturmak için çıra da almıştık. Haftanın ilk günü etüt başlamadan önce sınıfımıza gidip, sobayı yakmalıydık.

İstemeyerek çıktığımız yataklarımızdan alel acele giyindik. Öncelikle yataklarımızı düzelttik, düzeltmek zorundaydık. İki yatakhane arasındaki tuvaletlerde ihtiyaçlarımızı giderdik, neredeyse donmuş olan musluklardan damlayarak akan sularla elimizi yıkayıp, sınıfımıza gitmek üzere dışarı çıktık. 

Gece göğünün altında her yer bembeyaz uzanıyordu İvriz yerleşkesinde. Kara kışla birlikte karın hükümranlığı başlamıştı İvriz’de.

“Beyaz ipek gibi yağdı kar/ bir kız kardan hafif yüreğiyle/ geçip gitti güvercinleri anımsatarak,” der Ataol Behramoğlu.

Kimine göre bir kuşkanadı gibi hafiftir kar, kimine göreyse yüreğe oturmuş bir demir yük kadar ağır. Beyaz,  kalın ve sıkıntılı…

Maharet ise onu dinlemekten geçiyordu. Sessizliğiyle konuşuyordu kar. Ona baktıkça, dinledikçe bize ayna olurdu yaşamlarımız konusunda. Suskunluğuyla asıl bizi konuşmaya, içimizi dökmeye kışkırtır ve çoğu zaman da bir arınma sunardı. 

Torosların eteklerindeki İvriz yerleşkesinde bazı kış günleri unutulmazlarım arasına girmişti. Girmişti çünkü Aralık ayının bazı günlerinde ortaya çıkan kar fırtınalarında el ele tutunmadan bir binadan diğerine geçemezdik. Çatıların üzerindeki karların üzerimize düştüğü zamanlar olmuştu. Çatıların uçtuğu zamanlar da olurdu.

Bugün o günlerden biriydi.

Korkunç, kar tipili bir fırtına Torosların dibinden ziraata doğru hücum ediyor ve yatakhanelerin arasından, tozu dumana katarak ve ıslık çalarak gidiyordu.

Binaların, yolların, direklerin, uzaklarda görünen her şeyin her tarafı karla örtülüyor ve bu örtü giderek büyüyordu. Bir an fırtına durdu. Emin’le sınıfımıza doğru bir hamle yaptık…

Fakat daha sonra karşı konulamaz gibi görünen dalgalar halinde tekrar esmeye başladı. Emin ile ele le tutunarak, bazen de savrularak güç bela sınıfımıza ulaştık…

Pazartesi… Haftanın ve Emin ile benim sınıf nöbetimizin başlangıç günü…

Bir hafta süreyle, en sevdiğim arkadaşım Emin’le birlikte, her sabah sınıftaki sobayı yakacaktık arkadaşlarımız gelmeden önce. Gerçi İvriz’e gelmeden evlerimizde soba yakmıştık ama bizim evimize hiçbir zaman kömür sobası girmemişti. Kömür sobası konusunda Emin de benim gibi acemiydi.

Fen Bilgisi öğretmenimiz Mehmet Baş, ‘’Yanma Olayı’’ en basit şekilde, havadaki oksijen ve yakıtın kimyasal tepkimesi olarak tanımlanabilir. Demişti.

Kömürün yanmasını ise 3 aşamalı olarak anlatmıştı. Sırasıyla kömürün nemini bırakarak kuruması, tutuşması ve yanması aşamasından geçmesi gerekiyordu. Tutuşma aşamasında oksijenin eksik verilmesi nedeniyle eksik yanma meydana gelir ve ortamı karbondioksit gazı doldurur. Demişti.

İyi yanma için en uygun “hava(oksijen)/yakıt” oranının sobada sağlanmış olması gerekmekteydi. Başlangıçta biz bunu sağlayamadığımız için sınıfımız Tilki inine dönmüştü.

Sobamızdaki yakıt yeterli oksijeni alamamıştı. Hemen sınıfın pencerelerini açmıştık temiz hava girsin diye. Hava çok soğuk olmasına rağmen biz kan ter içinde kalmıştık sobayı yakma uğraşında.

Emin bana seslenerek… ‘’Hey Akıncı sobadaki kömür yeterli oksijeni alamadı, hatırlasana, yanma için gerekli oksijen iki şekilde temin edilmektedir. Demişti Fen Bilgisi öğretmenimiz Mehmet Baş.’’  

Hatırladım biraz geç de olsa. Birincil ve önemli olan oksijen ızgara altından kontrollü olarak verilmeliydi. İkincil olarak da tutuşan kömürden çıkan uçucu gazların sürekli bir şekilde yanmasını temin etmek için sobaya üstten hava/oksijen verilmeliydi. Kömürün üzerinde yeterince hava boşluğu bırakılmalıydı.

Emin’in uyarısı üzerine sobaya doldurulan kömürün üzerinde yeterli hava boşluğu bıraktıktan sonra, tutuşma sıcaklığı düşük olan odun ve çırayı koyduk. Soba dışında kibritle yaktığımız bir çıra yeterli kıvama gelince odun ve çıraların üzerine koyduk. Bunlar ateşlenerek, üst katmandan başlayarak, kömürün aşağıya doğru yanmasını sağladı.

Yanma için gerekli hava(oksijen) sobanın hem üst deliğinden hem de ızgara altından sağlanmıştı.

Sonunda başarmıştık, arkadaşlarımızın gelmesine daha 10 dakika vardı. Bu arada sınıfımız da havalanmış, tam olmasa da duman atılmıştı.

Arkadaşlarımız sabah etüdü için sınıfa geldiklerinde, tam olmasa da, sınıfımız biraz ısınmış ve sıralara oturulacak hale gelmişti.

Emin’le birbirimizi tebrik ettik. Sonraki günlerde soba yakma problemimiz olmadı, haftayı başarıyla bitirerek sonraki nöbeti diğer iki arkadaşlara devrettik…


5 Aralık 2022 Pazartesi

İVRİZ'DE BİR GÜNLÜK YAŞAM ÖZETİ

 


27 Ekim Pazartesi 1958, İvriz…

Oldukça yüksek bir sesle ‘’Kalkın, oyalanmayın, geri geldiğimde kimseyi yatakta görmeyeceğim.’’ Diyerek yatakhanemize giren nöbetçi öğretmen bir taraftan da elindeki anahtarlarla ranza demirlerine vurarak ilerliyordu.

Saat 06,00 olmalıydı.

Uykunun o en tatlı yerinde istemeyerek yataktan doğruldum. Gözlerimi ovuşturarak kendime gelmeye çalışırken, nöbetçi öğretmen de bizden  çıkmış, başka koğuşlara gitmişti.

Bunu fırsat bilerek tekrar battaniyemi başıma çekip birkaç dakika daha kestirmek büyük bir zevk olacaktı. Olacaktı ama olamazdı.

Kalkıp, önce tuvalete gittim. Elimi yüzümü yıkayıp, ihtiyaçlarımı giderdikten sonra hızla giyinip, yatağımı düzeltim. Deyim yerindeyse, yatağım jilet gibi olmuştu.

Saat 06.45’de mütalaa (etüt) zili çalmadan sınıflarımızda olmak zorundaydık.

Ödevlerin yapılması ve bir sonraki derse hazırlık çalışmasının yapıldığı zorunlu etütler 06,45-07,45 arasında yapılırdı.

Sınıf başkanı olarak, diğer arkadaşlarımdan önce sınıfa gitmeliydim. Adeta koşarcasına sınıfımıza gittim. Sınıf nöbetçisi olan arkadaşlarımızın yaptıkları sınıf temizliği ve masaların düzenini kontrol edip, sınıfı havalandırdım.  Derken diğer arkadaşlarım da geldi.

Bazıları hala gözlerini ovuşturuyordu. Uykularını tam alamamış olmalıydılar. Gece  rahat uyuyamadığını gürültülü olarak anlatan bir arkadaşımı uyarmak zorunda kaldım. Sessizlik hakim oldu.

Nöbetçi öğretmen ve üst sınıflardaki öğrencilerin gözetim ve denetiminde gerçekleştirilen sabah ve akşam etütlerinde bütün ödevlerimiz bittiği gibi ertesi gün derslerinin ön hazırlığı da yapılmış olurdu.

Muhteşem ve mükemmel bir uygulamaydı zorunlu etütler. Öyleydi çünkü yapamadığınız soruları sınıf arkadaşlarınıza sorabildiğimiz gibi nöbetçi öğrenci ve öğretmenden de yardım alıyorduk.

İlkokuldan beri çok disiplinli bir öğrenciydim. Öğrenmenin ve pekiştirmenin en iyi yolu tekrarın yanı sıra birilerine anlatmaktı. Yardım isteyen bazı sınıf arkadaşlarıma anlatıyordum.

Olabildiğince sessiz olarak bir arkadaşıma yardımcı olurken, yanındaki nöbetçi öğrenciyle birlikte nöbetçi öğretmen Mehmet Ali Aladağ sınıfımıza girdi. Türkçe öğretmenimizdi. Kalkıp yanına gittim. Her şeyin yolunda olduğunu söyledim. Çıktılar.

Etüdün  bittiğini bildiren zil sesiyle birlikte sınıftan çıktık. Kahvaltıdan önce bütün sınıflar tören alanında bir araya geldi. Güne daha dinamik ve mutlu girebilmek için her sabah yarım saat süreyle spor etkinliği vardı. 

Bu gün de sabah sporları zeybek havalarıyla devam etti. Okul bando takımı tarafından çalınan müziklerin eşliğinde oynanan milli oyunlar spor olmaktan çıkıp, tam bir şölen havasına dönerdi.

Bugün de öyle oldu. Hayatı ve okulu sevdiriyordu sabah etkinlikleri.

Ritmik hareketler beynimizin mutluluk hormonu  adı verilen endorfin ve serotonin salgılamasını sağlar. Her ikisi de bedenimizin kendini ödüllendirme sistemidir. Düzenli yapılan spor etkinlikleri zorluklarla baş edebilmeyi sağlamasının yanı sıra kişinin kendine olan özgüvenini de arttırıyordu.

Mutluluktan kendimizden geçmiş olarak yemekhaneye, sabah kahvaltısına gittik. Çeyrek ekmek ve bir bardak çay eşliğinde zeytin ve pişmiş katı bir yumurta ile tamamlanan kahvaltı ziyafet gibi gelmişti. 

Kültür dersleri müfredatın yarısını dolduracak şekilde düzenlenmişti. Öğleye kadar Kültür derslerimizden Türkçe ve Tarih  vardı. 

Köy Enstitüleri ve ardılları olan İlköğretmen Okullarında çalışma zamanının yarısı kültür derslerine, dörtte biri ziraat ders ve uygulamalarına, geriye kalan dörtte biri ise teknik dersler ve uygulamalarına ayrılmıştı.

Kültür derslerinin büyük bölümü öğleden önce sınıflarda, Fen Bilgisi laboratuvarda, müzik dersleri de müzikhanede yapılırdı.

Kültür dersleri içinde Türkçe, Tarih, Coğrafya, Yurttaşlık bilgisi, Matematik, Fen Bilgisi,   Resim-iş, Beden eğitimi ve ulusal oyunlar, Müzik, askerlik, ev idaresi ve çocuk bakımı, öğretmenlik bilgisi, zirai işletme ekonomisi, kooperatifçilik yer alırdı.

Öğle sonra, gününe göre ya Tarım dersi ve uygulamaları ya da Teknik dersler ve uygulamaları programda olurdu.

Tarım dersi uygulamalarında tarla ziraatı, bahçe ziraatı, sanayi bitkileri ziraatı, zootekni, kümes hayvancılığı, arıcılık, ziraat sanatları yer alırdı.

Atölyelerde gerçekleştirilen Teknik derslerin kapsamında Köy demirciliği, Dülgerlik ve yapımcılığı gibi uygulamalar yer alıyordu.

Bugün öğleden sonra Tarla ve Bahçe Ziraatı dersleri vardı. Özellikle bahçe ziraati önemliydi. Okulun meyve ve sebze ihtiyacı bu uygulama yöntemiyle sağlanıyordu.

Döner sermayeli olan okulumuzda kahvaltı ve yemek için gerekli olan malzeme okulun tarla ve bahçelerinden sağlanıyordu.

Uygulanan programın özü, öğrencileri bireysel çalışmalara yönlendirerek, onlara bilgiyi iş içinde ve üreterek öğretmekti.

İsmail Hakkı Tonguç tarafından Köy Enstitüleri için planlanan “İş Okulu” eğitim sistemi, tamamen öğrencilerin kişiliğini geliştirmeye yarayan, yaratıcılığı geliştiren uygulamaları içeriyordu.

Günlük ders programımız saat 17,00’de sona erdi. Saat 18,30’a kadar olan serbest zamanımızda kütüphane, spor salonu, müzik salonu ve diğer yerlerdeki etkinlikler yer alıyordu.

Ayrıca İvriz yerleşkesi içinde gezilir, arkadaşlıklar pekiştirilir ve günün değerlendirmesi yapılırdı.

Ben kütüphaneye giderek yeni bir kitap almayı seçtim serbest zamanımızda.

Saat 18,30’da ilk akşam etüdü başladı. Sınıftaki düzen ve disiplinin sağlandığını gördükten sonra, öğleden önceki Türkçe ve Tarih derslerinde gördüklerimizi gözden geçirdim. Edindiğimiz bilgileri pekiştirdim.

Saat 19,30-20,00 arasındaki akşam yemeğinden sonra tekrar başlayan akşam etüdüyle birlikte, ödevler bitmişse ertesi günün dersleri gözden geçirilirdi.

Benim ödevlerim bittiği gibi kütüphaneden aldığım kitaptan da yaklaşık 30 sayfa okumuştum.

Etüdün bittiğini bildiren zille birlikte yatakhanelere gitmek üzere sınıftan ayrıldık.

Öncelikle tuvalet ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra, ayaklarımızı yıkamış ve pijamalarımızı giymiş olarak yataklarımızın üzerindeydik.

En geç saat 21,30’da da yatağa girmemiz gerekiyordu.

Nöbetçi öğretmen yatakhaneleri dolaşarak durumu denetler, sarı ışıklı gece lambası dışında, bütün lambalar söndürülürdü.

Bugün de öyle oldu, İvriz yerleşkesinde mutlu bir gün daha tamamlanmıştı.

4 Aralık 2022 Pazar

YÖNETİMİN PAYLAŞILDIĞI İVRİZ ÖĞRETMEN OKULU

 

26 Ekim 1958 Pazar, İvriz…

İvriz’de beşinci hafta sonu...

Dün bir hafta süreyle nöbete çıkacak yaklaşık 60 öğrenci seçildi ve göreve başladılar.

Görevli öğrencilere verilen sorumlulukla birlikte yetki de veriliyordu. Bir başka deyişle okulun yönetim ve işleyişi öğrencilerle paylaşılıyordu.

 Eğitim ilkelerinin ustaca düzenlendiği ve buna göre uygulamanın yapıldığı Köy Enstitüleri ve ardılları olan Öğretmen Okullarında demokratik eğitim yaratılmıştı.

Demokrasi kavramını sindirebilmiş eğiticiler yönetiminde Demokrasi, Köy Enstitülerinde önce eşitlik ilkesiyle ortaya konulmuştu. 

Öğrenciler yapı işlerinde, tarlada çalışırken Enstitü yöneticileri sırtüstü yatamazlardı. 

Öğretmenlerle öğrenciler aynı karavanadan, aynı yemekleri yerlerdi.

Büyükler küçükleri ezmezler, ezemezlerdi. Herkesin gücüne göre iş yaptırılırdı.

Ast-üst ilişkisinden çok, işlevsel bir örgütlenme sağlanmıştı. Bilene saygı gösterilir; çeşitli yönetsel görevlere getirilecek öğrenciler yeteneklerine göre seçilirlerdi.

Herkes birbirine açık seçik hesap vereceğini bilirdi. Küme çalışmaları, birlikte iş başarma anlayışı yerleşmişti. Öğrenci öneride bulunabilir, eleştirebilir. Kısaca, Köy Enstitülerinde yönetenle yönetilen aynı potada olurdu. 

İvriz’de temizlik birinci öncelikti. Temizlik nöbetçileri başta yemekhane, yatakhaneler ve sınıflar olmak üzere, tüm okulu tertemiz yaptılar. Yatakhane nöbetçileri çok çalıştılar. 

İvriz’de kurallar tam anlamıyla işlemeye başlamış ve olumlu sonuçları da görülmeye başlamıştı.

Yabancılığımızı ve ürkekliğimizi henüz üstümüzden tam olarak atamadığımız ilk haftalarda, her konuda bize yardımcı olan öğretmenlerimiz ve büyük sınıflardaki ağabeylerimiz oldukça hoşgörülü davrandılar. 

Ama herkesin yeri yurdu, sınıfı yatakhanesi belli olup dersler de iyiden iyiye başladıktan sonra, hayli katı bir disiplin kendini hissettirmeye başladı. Öyle ki bu disiplin ağabeylerimiz, öğretmenlerimiz ve yöneticilerimizden ziyade ziller tarafından uygulanıyordu.

Sanki idare ve idare ile yönetimi paylaşan nöbetçilerden çok bizi yöneten uzunca çalan sert tınılı zillerdi. 

Yatma kalkma, kahvaltı yemek, mütalaa ve ders saatlerimizi hep bu ziller haber verirdi. Okulumuz çok geniş bir alana yayılmış olmasına rağmen ziller en uç noktalardan bile duyuluyordu. Düzen böyle kurulmuştu.

Okulda tam bir kışla havası vardı. İyi ki vardı çünkü 600 civarında öğrencinin olduğu İvriz’de kadrolu çalışan 10-12 görevli bulunurdu. Söz gelimi yemekhanemizde bir aşçıbaşı ile yardımcısı olurdu. Onlar yemekleri hazırlardı.  

600 öğrenci ile birlikte okul müdürü ve öğretmenlerin de yemek yediği yemekhanede yemek masalarının hazırlanması, yemekten sonra masadakilerin toplanması ve bulaşıkların yıkanması gibi işler yemekhanedeki nöbetçi olan öğrenciler tarafından yerine getiriliyordu.

Yemekhane ve idarede olduğu gibi diğer birimlerde de öğrenciler görevliydi birer hafta süreyle. 

Görevli nöbetçi öğrenciler hafta süreyle derslere girmezdi. Ders notlarını derse katılan arkadaşlarından alır, kendi defterine çeker ve çalışırdı. 

Fırında, çamaşırhanede, yemekhanede, müzikhanede, laboratuvarda, idarede, ziraatta ve diğer birimlerde birer hafta süreyle aldığımız sorumlulukların bizi hayata hazırladığını yıllar sonra yaşayarak öğrenecektik. Öğrenecektik çünkü Eğitim bir insanın hayatını devam ettirebilmek için öğrendiği her şeydi.

Okul yönetim binası ile yemekhane bitişikti. Yöneticiler ve öğretmenler bir ara kapı ile yemekhaneye geçerlerdi. 

Arazi eğiminden ötürü, yönetim binası ile aynı zeminde olan yemekhanemizin bir de bodrum katı vardı. Yemekhane binamız iki katlıydı yani. Ziraattan gelenler için bodrum, zemin kat oluyordu. Zemin katta mutfak ve gerekli erzakla eşyalar bulunurdu. Zemin üstü bölüm yemekhaneydi.

1958’li yıllarda okullar henüz kalorifer sistemleriyle tanışmamışlardı. Odun ve kömür sobasının da bulunmadığı yemekhanemizde fazla yer kapladığı için sandalye yerine tabureler kullanılmıştı. Yemek sonrası yeterince temizlenemedikleri için üzerine oturduğumuzda bazen pantolonumuza yapışırdı. 

Tam bir kışla havasının olduğu okulumuzdaki sabah kahvaltılarında herkese çeyrek ekmek verilirdi. Çaylarımızı kazanlardan kepçe ile alır, su bardaklarına koyardık. İkinci bir çeyrek ekmek alma olanağımız olmadığı gibi, ikinci bardak çay alabilmek de pek mümkün değildi.



BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...