27 Ocak 2023 Cuma

HAYALİMDE İSTANBUL ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU

3 Kasım 1960 Perşembe, İvriz…

İçim içime sığmıyordu… Nasıl sığsın ki?

Hayallerimin şehri, İmparatorluklar Başkenti İstanbul’da okuma fırsatını yakalamıştım.

Son iki saatimiz müzik dersiydi. Müzik öğretmenimiz Kemal Çuhalılar ‘’İstanbul Çapa İlköğretmen Okulu Müzik Seminerine gitmek isteyen var mı?’’ Sorusunu sorduğu anda ilk kalkan parmaklardan biri benimdi.

Benimle birkaç parmak daha kalkmıştı. Kemal Bey kalkan parmakları gözden geçirdikten sonra ‘’ Çapa Müzik Semineri için iyi derecede Keman ve Piyano çalmak, birer parça hazırlayarak sınavına katılmak zorundasınız. Yaz tatilinde de okulda kalıp çalışmalısınız.’’

Deyince parmakların bazıları inmişti. Ben indirmemiştim. İndirmeyenlerden biri de Akif İken idi. İkimize ayrı ayrı bakıp ‘’yarından itibaren hazırlanmaya başlayabilirsiniz.’ Demişti. Seçilmiştim…

İstanbul Çapa İlköğretmen Okulu Müdürlüğü, Türkiye’deki İlköğretmen Okulları müdürlüklerine yazı yazarak; normal derslerin yanı sıra müzik ve resim konusunda uzmanlaştırmak üzere öğrenci alınacağını duyurmuştu.

Gerekli koşuları sağlayan, çalışkan, yetenekli öğrenciler; yetenekleriyle ilgili hazırlıkları yaptıktan sonra Eylül ayı ortalarında Çapa İlköğretmen Okulu’nda seçtikleri bölümle ilgili sınava gireceklerdi.

Ben Müzik Semineri bölümünü seçmiştim. Sınavlarda başarılı olursam liseyi İstanbul’da okuyacaktım. Bu sınav, üç yıl İstanbul’da okuma fırsatı kazandıracaktı. Bu kazanç benim için çok önemliydi. 

Okul bandosunda akordeon çalıyordum. Enstrümanlardan mandolin çalmak zaten zorunluydu. Keman ve Piyano ile ilgilenmeye başlamıştım bu ders yılı başında.

Diğer bütün derslerimde olduğu gibi resim, müzik ve diğer sanat dallarında da disiplinli biriydim. Başarılı olmak için sadece yeteneğin yeterli olmadığını yaşayarak öğrenmiştim.

Başarının birinci koşulu disiplin ve süreklilikti. Bunların hepsi bende vardı, olmak zorundaydı. Aksi takdirde Çukurova’nın pamuk tarlaları ve Karabucak Okaliptüs ormanının dikim sahalarında mevsimlik işçi olarak çalışacaktım.

Müzik öğretmenimiz olan Kemal Çuhalılar’ın ayrı bir yeri ve ağırlığı vardı İvriz’de.   Çuhalılar öğrencileri arasında kulakları hassas olanlarla benim gibi disiplinli olanlara dersleri dışında da mandolin ve keman dersleri vermekteydi. 

Geçen yıl Salih Ziya Büyükaksoy öğretmenimizin oğlu Feridun Büyükaksoy’u Çapa İlköğretmen Okulu’na hazırlamıştı. Feridun ağabeyimiz İstanbul’daki sınavları kazanmış, müzik dalında ilerlemişti.

Kemal Çuhalılar dersten sonra bana ‘’Akıncı sen kal, seninle Müzik Semineri hazırlıkları üzerine biraz konuşalım. Akif, seninle sonra konuşacağım’’ Dedi.

Arkadaşlarımız müzikhaneden ayrıldıktan sonra da ‘’Piyano ve keman çalışmalarımın yanı sıra; Kulak eğitimi, Ritmik ve melodik dikte; ritmik boğumlanma ve solfej çalışmaları, nota aralıkları, akorları, dereceleri duyarak tanıma; Temel müzik teorisi, armonik ve melodik analiz, akor yürüyüşleri, akor-gam ilişkileri konularında çalışmalar yapmamız gerekiyor. Ancak, enstrüman olarak keman ya da piyanodan birini seçim kuvvetlendirmen gerekiyor.’’ Dedi.

Ben kemanı seçmiştim. Kemana olan hâkimiyetimi arttırmalıydım.

Kemal Çuhalılar’ın beni de seçerek, İstanbul Çapa İlköğretmen Okulu Müzik Seminerine hazırlamaya başlaması yaşamımda yepyeni bir sayfanın açılmasını sağlamıştı.

25 Ocak 2023 Çarşamba

İVRİZ'DE 1960-61 EĞİTİM VE ÖĞRETİM YILI

 

19 Eylül 1960 Pazartesi, İvriz…

Madeni anahtar sesleriyle uyandım. Neler oluyor diye gözlerimi açıp, kafamı kaldırdığımda cibinlik ve okaliptüs ağaçlarını göremedim.

Neredeydim acaba?

Karabucak Okaliptüs Fidanlığı'nda olamazdım, ağaçları yoktu. Mersin Göçmen barakalarında da olamazdım. Olamazdım çünkü, ''geri döndüğümde hiç kimseyi yatağında görmeyeceğim'' sesi beynimde yankılandı. Ses Hüseyin Seçmen'e aitti.

Bir ranzanın üst katında İvriz yatakhanelerinden birindeydim.  Hüseyin Seçmen de nöbetçi öğretmendi. Demek ki İvriz'de, sıcak yuvamızdaydım. Sınıf arkadaşlarım yataklarından inip, hızla giyinmeye başlamışlardı bile.

Zamanda geriye, Cumartesi gününe gittim. Tarsus’tan bindiğim trende gecelemiş, Pazar günü de öğleden sonra İvriz’e gelmiştim.

Yaklaşık üç ay bir buçuk metre yükseklikte bir çardakta, cibinlikle çevrelenmiş bir yatakta gecelemiştim kardeşimle. Ranzanın üst katındaki yatağımı çardaktaki yatak olarak algılamış, okaliptüs ağaçlarını ve yaprakları arasından dans ederek geçen güneş ışınlarını aramıştım.

Zil ve anahtar sesleri denetimi ele almışlardı yine.

Kalktım… Elimi yüzümü yıkadım ve hızla giyindim. Yatağımı düzelttikten sonra etüte yetişmek üzere 3/A sınıfının yolunu tuttum. Henüz dersler başlamadığı için, dün göremediğim arkadaşlarımızla sarmaş dolaş olup yaz anılarımızı paylaştık.

Sabah kahvaltısından sonra tören alanında toplanmış, Okul Müdürü Kâmil Açan, yardımcıları ve öğretmenler yerini aldıktan sonra okul bandosu eşliğinde İstiklal Marşı söylenmişti. Andımız da okunduktan sonra Müdürümüz Kâmil Açan ‘’Günaydın Arkadaşlar, 1960-61 Eğitim ve Öğretim Yılı hepimize hayırlı olsun.’’ 

Dedikten sonra   ”Aramıza yeni katılan kardeşleriniz var. Öyle sanıyorum ki çok büyük bir bölümü ailelerinden ilk kez ayrılmıştır. Tanımadığı, tanımaya çalıştığı yepyeni bir çevredir okulumuz yeni gelen kardeşleriniz için. Kendilerini biraz garip, biraz yalnız ve biraz da üzgün hissediyor olabilirler. Onlara sahip çıkalım ve burasını sevdirelim.” 

Demiş ve okulun oldukça sıkı ve katı kurallarından uzunca bir süre söz etmişti. 

Okul Müdürümüzün konuşmasından sonra Müzik Öğretmenimiz Kemal Çuhalılar yönetimindeki bandonun eşliğinde, efsane öğretmenimiz Mehmet Karaman’ın başını çektiği zeybek oyunlarıyla ortamı bir şölen havasına dönüştürmüştü. Yarım saat süren oyunlardan sonra sınıflarımıza gitmiş ve ilk dersimize başlamıştık.

Okul Müdürümüz Kâmil Açan’ın iki yıl önceki bayrak töreninde söylediği gibi ‘’Eğitimin bir insanın hayatını devam ettirebilmek için öğrendiği her şey olduğunu, bir zamanı mekânı olmadığını, İnsanoğlu ölene kadar eğitimin sürdüğünü…’’ yaşayarak öğrenmiştik.

Aileden başlayan Eğitim İnsanoğluna kişiliğini, insanı insan olarak sevmeyi, paylaşmayı, yardımlaşmayı, sergilediği davranışları, ahlakı kazandırıyordu.

Öğretim ise okullarda gerçekleştiriliyordu. Müfredat programları çerçevesinde, bir amaca yönelik olarak yapılan sistemli bir uygulamaydı.

Daha yalın bir tanımla eğitim adam etmeyi, bir başka deyişle insan olmayı, öğretim ise bilgi kazandırmayı amaçlayan süreçlerdi.

Bulgaristan’dan Türkiye sınırlarına girdiğimiz andan itibaren hayatımızı devam ettirmek için çok şey öğrenmiştim. İvriz bunu birkaç adım daha ileriye taşımıştı.

İyi ki İvriz İlköğretmen Okulu öğrencisi olmuştum. Kazandırdığı beceriler ve öğretim yöntemleriyle hayata hazırlamış, önce kendimizi sonra da çevremizi sevecek şekilde donatmıştı bizleri…

1960-1961 Eğitim ve Öğretim Yılı bizlere neler kazandıracak ve hangi sürprizleri önümüze çıkaracaktı.

Bekleyip, görecektik…

ELVEDA TARSUS VER ELİNİ İVRİZ

 

17 Eylül 1960 Cumartesi, Karabucak Tarsus…

19 Eylül 1960 Pazartesi günü bütün okullarda yeni Eğitim ve Öğretim Yılı başlayacaktı. Benim İvriz Öğretmen Okulu’nda, kardeşim Mustafa’nın da Konya Maarif Koleji’nde bulunma zorunluluğu vardı.

Karabucak Ormanında çalıştığımız üç buçuk aylık sürede hem kardeşim hem de ben yaklaşık 400’er lira kazandık. Aile bütçesine kazandırdığımız 800 lira yıl içerisinde bize harçlık olarak dönecekti.

Babam bisikletle Tarsus’a inerek tren biletlerimizi almış, her birimize 100’er lira da harçlık vermişti.

Akşam saat 21,00’de Tarsus’tan kalkacak trenle ben Pazar günü öğleden sonra Ereğli’de olurken kardeşim de akşamüzeri Konya’da olacaktı.

Bavullarımızı hazırlamadan önce, başta Orman Mühendisleri Muzaffer ve Yaşar Beyler olmak üzere muhasebedeki İsmet beyle görüşüp kendilerine teşekkür ettik.

Sonra da her zaman bize saygı ile davranan Adem Usta ile Şoför Mahmut abilere uğradık, teşekkür ettik. Mahmut Ağabey ben siz akşam istasyona götürür uğurlarım dedi.

Arkadaşımız, can dostumuz Salih’le de görüştükten sonra eve dönerek bavullarımızı bir kez daha kontrol ettik.

Akşam yemeğinden sonra Salih’le Şoför Mahmut Ağabey gelip, ‘’Hazır mısınız?’’ Dedi. Sarılarak anamın elini öpüp, hakkını helal et anacığım. Dedim.

Tam babamın elini öpecektik ki ‘’İstasyona ben de sizinle geliyorum.’’ Dedi. Tam saatinde kalkan trenle Tarsus’tan ayrıldık…


23 Ocak 2023 Pazartesi

MEVSİMLİK İŞÇİLİK DÖNEMİ BİTTİ

 

17 Eylül 1960 Cumartesi, Karabucak Tarsus…

Yaklaşık üç buçuk ay çalıştığımız Karabucak Okaliptüs Orman Fidanlığı'ndaki mevsimlik işçi dönemimizi dün sonlandırdım.

Bu dönemde hem para kazandım hem de Antik Kilikya’nın başkenti Tarsus’u tanımaya çalıştım. Güzel bir yaz sezonu oldu.

Tarsus’la ilk bağlantım 6 Temmuz Cumartesi günü Tarsus açık hava sinemasında izlediğim Ben Hur filmi kurmuştum. Sonraki günlerde fırsat buldukça açık hava sinemalarında ilginç bulduğumuz filmleri izlemeyi sürdürdük arkadaşımız Salih’le.

Antik çağda Çukurova ile Mersin’den Alanya’ya kadar uzanan kıyıları ve yaslandıkları Toros Dağlarının güney yamaçlarını içine alan Kilikya bölgesi ve başkenti Tarsus ilgi alanım olmuştu.

Roma İmparatoru Sezar’ın M.Ö 44 yılında ölmesinin ardından onun yerini alan üç kişiden biri Marcus Antonius ’un Tarsus’a gelmesiyle, Tarsus’un gelişmesinin önü açılmıştı.

Tarsus ve gelişimini öğrenmeye çalışırken, İvriz’de Tarih Öğretmenim olan Hüseyin Seçmen’i örnek almıştım. Tarih derslerini seviyorduk.

Antik Kilikya konusu ve işleyiş tarzı heyecanı yaratmıştı. Nitekim derslerinden sonra kütüphaneye giderek Mısır Firavunlarıyla Roma yöneticileri arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışmıştım.

Mısır’ın yönetimi ile Roma arasındaki ilişkilerin çözümlenmesi için Marcus Antonius tarafından Cleopatra Tarsus’a davet edilmişti. 

Karabucak bataklığının bulunduğu Regma Gölü, küçük tonajlı gemilerin rahatlıkla geçebileceği bir kanalla Akdeniz’e bağlı olduğundan Tarsus bir liman kentiydi.

İskenderiye’den kalkan Firavunluk gemileriyle Akdeniz’i geçen Cleopatra ve maiyeti bir liman kenti olan Tarsus’a büyük bir törenle girmişti.

Cleopatra’nın bu ziyaretiyle Tarsus, Dünyanın kalbinin attığı en önemli merkez durumuna gelmişti. 

Cleopatra Tarsus’u Regma Gölü'ne bağlayan Deniz kapısı, Cleopatra ziyaretinden sonra, Cleopatra kapısı olarak anılır olmuştu.

Tarihi anıtlardan Cleopatra Kapısı’nın yanı sıra Aziz Paulus Kilisesi ve Kuyusu ’nu da öğrenme fırsatını yakalamıştım. Vaftizci Yahya olarak da bilinen Aziz Paulus Tarsus doğumlu olup, Hz. İsa’nın ilk havarilerinden ve İncil’in yazarlarından biri olduğunu öğrenmiştim. 

Diğer taraftan, Yedi Uyurlar ve Ashab-ı Kehf turizm açısından öne çıkan mekânlardan bir başkasıydı. Tarsus ilçesinin kuzey-batısında,14 km. uzaklıkta yer alan Ashab-ı Kehf mağarası, Hristiyan ve Müslümanlarca kutsal bir ziyaret yeri olarak kabul edilmekteydi. 

Antik Tarsus’u bir ölçüde tanımanın dışında eski Regma Gölünü Akdeniz’e bağlayan Berdan Nehri kıyısındaki yerleşimleri de tanımaya çalıştım.

Yaklaşık 7 km güneyinde Özel-Bahşiş Köyü ile 11 km güneyinde Kulak Köyü bulunmaktaydı. Kulak Köyünden yaklaşık 600 metre güneydeki Berdan Nehri’nin kollarından biri üzerinden geçilerek Tarsus Plajına ulaşılmaktaydı.

Özel-Bahşiş sakinlerinin büyük bölümünü Balkan Göçmenleri oluşturmaktaydı. Avlular içine aldıkları evleri en azından renkli toprak boya ile boyanmışlardı. Bahçelerini ağaçlandırmışlardı. Evlerini, insanca yaşama uygun hale getirmişlerdi.

Öyleydi çünkü Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu arkadaşlarımın bazılarının aileleri buraya yerleşmişlerdi. Evlerine davet edilmişliğim vardı.

Oysa yerli halkın oluşturduğu Kulak Köyü, Osmanlının kulluk döneminde olduğu gibi, hala her şeyi devletten beklemekteydiler.

Genellikle evleri bakımsız ve çevreleri de kupkuruydu. Yeşillikten yoksundular. Balık vermişler ama balık tutmasını öğretmemişler, onlar da öğrenmek istememişlerdi.

Karabucak Okaliptüs Ormanı’nda çalışan mevsimlik işçiler içinde kardeşimle benden başka öğrenimine devam eden yoktu. İlkokuldan sonra eğitim ve öğretim bırakılmış ya da bırakılmak zorunda kalmıştı.

Parasız yatılı okullar olan Köy Enstitüleri ve ardılları olan İlköğretmen Okulları olmasaydı kardeşimle ben de okulları bırakmak zorunda kalabilirdik belki de…

Okullu olmamıza rağmen kardeşimle ben diğerleri gibi, bekli de onlardan daha iyi, üzerimize düşeni yaptık çalıştığımız süre içinde. Çalışmaları yöneten Derviş Çavuş takdirle karşılamış, bir bakıma, kardeşimle beni korumaya da almıştı.

İvriz İlköğretmen Okulu bizleri, birçok becerinin yanı sıra, disiplin konusunda da iyi yetiştirmişti. Mevsimlik işçiler arasında göz doldurmuş ve saygınlık kazanmıştık.

Gerek orman mühendisleri Yaşar ve Muzaffer Bey katında gerekse ulaşımdan sorumlu Adem usta ve şoför Mahmut abiler katında da itibarımız artmıştı.

Yaz boyunca, hem tarım konusunda bilgi dağarcığım büyümüş hem de okul harçlığımı kazanmıştım. Mutluydum ama yine de İvriz Öğretmen Okulu'na dönme heyecanı sarmıştı beni. Sanki, asıl yuvamız İvriz olmuştu...


22 Ocak 2023 Pazar

TARSUS CLEOPATRA KAPISI

 31 Temmuz 1960 Pazar, Tarsus…

Bugün yine, ikinci kez, ücret alma günü. 

5 Haziran'da geldiğimi Tarsus Karabucak Okaliptüs Ormanı Fidanlığındaki mevsimlik işçiliğimizin ikinci ayı dolmuştu.  

Sabahın erken saatlerinde Akıncı Ailesi çalışanları olarak fidanlık muhasebesinden 28’er günlük ücretlerimizi aldık. Muhasebeden ayrıldığımızda hepimizin yüzü gülüyordu.

Tavuk kümesinden bozma konaklama yerine dönerken babama ”Bugün Salih’le Tarsus’a gidebilir miyiz?” sorusuna olumlu yanıt aldık. Cumartesi günü sözleştiğimiz gibi Salih saat 09,00’da bisikletiyle geldi. Salih’e babamın bisikletiyle biz de eşlik ederek Tarsus'a hareket ettik.

Tarsus’ta ilk ziyaret yerimiz Cleopatra Kapısı oldu.  Anıtsal yapının çevresinde dolanırken aklıma, İvriz’deki tarih derslerinde tarihi adeta yaşatan, Hüseyin Seçmen öğretmenim geldi.

Antik Kilikya’nın başkenti Tarsus’tan söz derken, Tarsus biraz da Cleopatra Kapısıdır. Demişti.

Tarihin en romantik kapısıydı Cleopatra Kapısı. Anlatırken coşmuş, adeta kendinden geçmişti.

Antik dönemde, M.Ö. 41 yılında, Mısır’ın ünlü kraliçesi Cleopatra sevgilisi Romalı General Antonius ile buluşmak için, yelkenleri erguvan renkli atlastan, kürekleri gümüş, gövdesi altın yaldızlı gemisiyle uzun bir yolculuktan sonra, Akdeniz’in Tarsus sahiline demir atmıştı.

Hediyeleriyle değerli süs eşyalarını yanına alarak, büyük bir filonun eşlik ettiği pupası altın yaldızla kaplı, kürekleri gümüş ve yelkenleri erguvan rengi muhteşem bir saltanat kayığıyla Regma lagününün sığ sularından süzülerek Kydnos ırmağının içlerine doğru yelken açıp ilerlemiş, Deniz Kapısından geçerek Tarsus’a girmişti. 

Saltanat kayığından sayısız tütsülerin saldığı hoş kokular nehrin kıyılarına yayılmıştı. Tarsus halkının bir kısmı nehrin girişinden başlayarak her iki kıyı boyunca ona eşlik ederken, diğerleri de bu manzarayı görmek için, kentten koşarak gelmişti. Cleopatra o gün sadece Tarsus limanına değil, Antonius ’un kalbine de demir atmıştı.

Kente Deniz Kapısı’ndan girmiş olan Cleopatra’nın büyüsü nedeniyle, o tarihten sonra kapının adı Cleopatra olarak belleklere yerleşmişti.

Bizans Dönemi’nde inşa edilen kent surlarının Dağ Kapısı, Adana Kapısı ve Deniz Kapısı bulunuyordu. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Tarsus’u anlatırken bu kapı için İskele Kapısı ismini kullanmıştı. Yapımında Horasan harcı kullanılmış olan kapının kenarı at nalı şeklinde, yerden yüksekliği 6,17 metre derinliği ise 6,18 metreydi.

Tarsus’un 18.’nci yüzyıl sonlarına kadar oldukça sağlam üç kapılı surları, 1835 yılında Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından yıktırılmış ve sadece iki ayak üzerinde tek kemerli Deniz Kapısı kalmış, günümüze Cleopatra Kapısı adıyla ulaşmıştı.



ANTİK KİLİKYANIN BAŞKENTİ TARSUS

 

31 Temmuz 1960 Pazar, Tarsus Karabucak…

Tarsus Karabucak Okaliptüs Ormanı Fidanlığındaki mevsimlik işçiliğimizin ikinci ayı doldu sayılır.

Sabahın erken saatlerinde fidanlık muhasebesinden, 3 temmuzdan bu yana geçen 28’er günlük ücretlerimizi aldık. Geçen ayda olduğu gibi, Akıncı Ailesi 351 Lira hak etmişti.

Kendimizi ödüllendirmeliydik. Babamın da iznini aldıktan sonra yan yana çapa salladığımız mevsimlik işçi arkadaşımız Salih’le Tarsus’a gitmeye karar verdik.

İvriz’deki tarih Öğretmenim Hüseyin Seçmen, derslerinden birinde Roma İmparatorluğunu anlatırken,  Anadolu’nun en verimli topraklarından birinde bulunan Kilikya Eyaletinin başkenti Tarsus’tan da söz etmişti.

Tarsus deyince de dünyanın en romantik kapısı ile Clepatra-Antonius’un unutulmaz aşkları akla geliyordu.

Dünyanın en romantik kapısını gündüz gözüyle görmeliydim. Bisikletlerimize atlayarak Tarsus’a indik.

M.Ö. 41 yılında, Mısır’ın ünlü kraliçesi Cleopatra sevgilisi Romalı General Antonius ile buluşmak için yelkenleri erguvan renkli atlastan, kürekleri gümüş, gövdesi altın yaldızlı gemisiyle uzun bir yolculuktan sonra, Akdeniz’in Tarsus sahiline demir atmış, sonradan adını alacak olan Deniz kapısından Tarsus’a girmişti.

Roma’nın genç imparator adayı Marcus Antonius, Mısır Kraliçesi Cleopatra’nın onuruna, Tarsus’u yeniden yaratmış, Cleopatra’yı taçlandırmak için de Deniz Kapısı’nı Cleopatra Kapısı olarak adlandırmıştı.

Başka bir deyişle, Cleopatra Kapısı, Antonius ve Cleopatra’nım birbirine duydukları aşkın bir ürünüydü.

İlk Çağ’da Helenlerce Kilikya diye anılan bölge Çukurova’nın yanı sıra Mersin’den Alanya’ya kadar uzanan kıyıları ve bunların arkasındaki Toros dağları güney yamaçlarını içine alıyordu.

M.Ö. 66 yılında Kilikya bir Roma Eyaleti olunca, Tarsus’ ta bunun merkezi durumuna getirilmişti.

Tarsus Gözlükule Höyüğünde yapılan kazılar, Kilikya’nın başkenti olan Tarsus’un Anadolu’daki ilk yerleşim yerlerinden biri olduğunu ortaya koymuştu.

Tam 10 bin yıldır hiç terk edilmeyen, medeniyetin kesintisiz devam ettiği Tarsus, bu sayede zengin bir kültüre ve ‘ilklere’’ ev sahipliği yapmıştı.

Tarsus Kilikya’nın en büyük tek kentiydi. 

Ünlü gezgin Strabon, Tarsus’u Kilikya’nın ana kenti olarak tanımlar. Tarsus, bu durumunu ve ününü Roma İmparatorluğu’nun tüm dönemlerinde sürdürür.

Tarsus için iç liman özelliği taşıyan Regma Gölü’nün bataklığa dönüşmesinden ve Mersin Limanının devreye girmeye başlamasından sonra Tarsus eski muhteşem günlerini Mersin’e kaptırmıştı.

 



1960'TA TARSUS SİNEMALARI


 6 Temmuz 1960 Cumartesi, Karabucak Tarsus …

Yaklaşık bir buçuk ay olmuştu Karabucak Okaliptüs Orman fidanlığında mevsimlik işçi olarak çalışmaya başlayalı.

İlk bir ay fidan dikim sahasında çalıştık. Çalışma tarzımız ve disiplinimiz mevsimlik işçilerin amiri Derviş çavuşun takdirini kazanmıştı.

Dikim sahasında işimiz bitince önceki aylarda dikimi yapılmış olan fidanların çevresini çapalamaya başladık. Böylelikle fidan çevresindeki zararlı otları temizlediğimiz gibi, kaymak tutan toprak tabakası da kırılmaktaydı.

Kaymak tabakasının kırılması önemliydi. Kaymaklaşan tabaka, fidan kökünün su almasını engel olmakta ve kurutmaktaydı.

İvriz Öğretmen Okulu’ndaki Tarım derslerinde Salih Ziya Büyükaksoy öğretmenimiz böyle anlatmıştı.

Yan yana çapa salladığımız Salih,

-Tarsus’a Ben Hur adında oldukça ünlü bir film gelmiş. Bu akşam gider miyiz?

-Olur Salih gidelim.

Dedik. Salih ve ailesi fidanlık şefliğinin yaklaşık 100 metre güneyinde, büyükçe bir kanal çevresinde konuşlanmış bir gecekonduda yaşamaktaydılar.

Fidanlıkta çalışmakta olan ailesi ve Salih’le tanışmamız ve kaynaşmamız kolay olmuştu. Kolay olmuştu çünkü onlar da Balkan göçmenleriydiler.

Saat 18:00’de günlük çalışma bitmişti. Ben Hur filmi saat 21:00’de başlayacaktı. Salih’le saat 20:00’de buluşmak üzere sözleştik.

Ev olarak kullandığımız tavuk kümesi ve çardaktan oluşan yerleşkemize geldikten bir süre sonra babam da gelmişti.

-Salih’le birlikte sinemaya gidebilir miyiz Baba?

-Elbette gidebilirsiniz. Bunu hak ettiniz….-Tarsus’a neyle gidip geleceksiniz çocuklar?

Sorusunu yöneltti. Babamın Mersin’de Ataş Rafinerisinde çalıştığı dönemlerde satın aldığı elden düşme bir bisikleti vardı.

-Bisikleti kullanabilir miyiz Baba?

Deyince olur, yanıtını aldık.

Fidanlıkla Tarsus arasındaki ulaşım fidanlığın araçlarıyla sağlanıyordu. Ne var ki fidanlıkça belirlenen saatlerin dışında servis bulunmamaktaydı.

Bazen zorunlu bazı ihtiyaçlarımız için servis saatleri bize uygun düşmemekteydi.

Tarsus’a ulaşım sorunu çözmek için babamın elden düşme bir bisikletini kullanıyorduk.

Üstelik kardeşimle birlikte ikimiz de bisiklet kullanmasını iyi derecede biliyorduk. Öyle ki dönüşümlü kullanarak aynı bisikletle ikimiz birlikte seyahat edebiliyorduk.

Salihlerin de bisikletleri vardı. Tarsus’a bisikletlerle gidip gelecektik.

Akşam yemeğinden sonra en temiz yazlık elbiselerimizi giyip, büyük bir heyecanla Salih’i beklemeye başladık. İlk kez Tarsus’la tanışacak ve ilk kez Tarsus’ta yazlık bir sinemaya gidecektik.

İlkokul dönemimizde Mersin’deki yazlık sinemalarla haşır neşir olmuştuk. Dönemin unutulmaz filmlerini izlemiştik. Bu dönemde de Tarsus’a gelebilecek filmleri izlemek istiyorduk zaman elverdiğince.

Derken Salih geldi, büyük bir neşe içinde yola koyulduk. Yaklaşık 8 km uzaklıktaki yazlık sinemaya 20 dakikada ulaşmıştık.

Arkadaşımız Salih’in tanıdığı bir yere bisikletlerimizi emanet ettikten sonra sinema kapısına ulaştık.

Sinema duvarlarındaki tanıtım amaçlı afişlerde, çılgınca hareket eden iki atın çektiği, iki tekerlekli, hafif ve oldukça hızlı gidebilen arabalardaki yarışmacılar atlarını biraz daha hızlandırmak için kamçılarını şaklatmaktaydılar.

İvriz Öğretmen Okulu Tarih derslerinde Hüseyin Seçmen iki tekerlekli savaş arabalarının tarihte ilk kez Mısırla Hititler arasındaki Kadeş Savaşında kullanıldığını söylemişti.

Kadeş Savaşı’nı öyle anlatmıştı ki bizler de adeta savaşın içinde hissetmiştik kendimizi.

Kadeş anılarımla afişteki görünüm birleşince filmin oldukça gerilim ve heyecan yaratacağını hissettim.

Filmin afişine göre yönetmenliğini William Wyler’ın ve yapımcılığını ise Sam Zimbalist’in üstlendiği 1959 yapımı efsane film Ben Hur’un başrolünde Charles Heston rol alırken kendisine Jack Hawkins eşlik etmişti.

Müzikler Miklos Rozsa’ya aitti. Dünya çapında üne kavuşmasını sağlamıştı.

Antik Yunan’da müzik ve drama birbirine çok yakın bir ilişki içindeydiler.

Müzik öğretmenimiz Kemal Çuhalılar öyle söylemişti. Aynı ilişki, yüzyıllar sonra perdede devinen görüntülere ona eşlik eden müzik arasında da sürmüştü.

Sinema perdesindeki devinimle uygun müzik birleştiğinde insanların duygusal sisteminde çok şeyi harekete geçiyordu. İnsanların çoğu geriliyor, ağlıyor, ayağa fırlıyor ya da neşeleniyor bazen de küfrediyordu.

Afişlerin başından ayrılıp, kişi başı 50 kuruş ödeyerek sinemaya girdik.

Açık hava sinemasında ışıklar kararmış ve giriş müziği ile Roma ordularının engellenemeyen yürüyüşü Kudüs kapılarına dayanmıştı.

Yahudi Aristokrat sınıfın temsilcisi Prens Judah Ben Hur, kenti savaşarak korumaya girişen maiyetindeki topluluklara sürekli olarak uzlaşma yolunu telkin ediyordu.

Ediyordu çünkü mevcut haliyle ne Kudüs ve etrafındaki toplulukların ne de bu toplulukları belirli düzeyde birleştirmeyi başarmış tek tanrılı Yahudi dininin Roma’yı durduracak gücü yoktu. 

Romalı askerlerin engelsiz kentte girişi, filmin en etkileyici sahnelerindendi. Roma askerleri içinde general rütbesinde çocukluk arkadaşı ve üvey kardeşi Mesalla da vardı.

Roma İmparatoru Tiberius ’un Kudüs’e gönderdiği sömürge valisi ile az ihtimal de olsa temas kurmak için Mesalla olağanüstü bir fırsat diye düşünmüştü Ben Hur.

Mesalla, yıllar önce Kudüs’ü terk etmiş ve rüştünü ispatlamak üzere Roma ordusunda kıdemli bir asker olmayı başarmıştı.

Ne var ki Mesalla ’nın yükselme ihtirası kardeş ve arkadaşlık duygularını yok etmişti.

Üstelik bir suikast girişimi sonrasında haksız yere suçlanan Ben Hur Kudüs’ten sürülmüş, Sayda limanında Romalı savaş gemilerinden birine zincirlenmiş bir kürek mahkûmu olmuştu.

Bir deniz savaşı sırasında, filo komutanı Quintus Arrius’u kurtarmış olan Ben Hur, onun tarafından evlat edinilmişti.

Yıllar sonra vatanına dönüp Messala’yla hesaplaşmak ve ailesini bulmak üzere özgür biri olarak yola çıkıyordu.

Sonunda iki eski çocukluk arkadaşı araba yarışında karşı karşıya geliyordu.

Karşılaştıkları araba yarışı sahnesi sinema tarihinin akıldan çıkmayan sahneleri arasında yer almıştı.

Biraz uzun sürmekle birlikte sadece araba yarışı için bile seyredilebilecek bir filmdi Ben Hur. Sonraki yıllarda tekrar seyredecektim.

Filmin ana konusu, Ben-Hur isimli bir Yahudi Prensin Roma İmparatorluğu’nun zalim görkemine başkaldırışıydı. Çocukluk arkadaşı Mesalla güç zehirlenmesi yaşayan bir Roma kumandanı olmuştu. Film, ikisinin çatışmasında, bir tür güç-özgürlük savaşını anlatmaktaydı.

Ben Hur filmini seyrederken Tarsus açık hava sinemasında zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmamıştık. Yaklaşık 4 saat zaman geçmiş, Cumartesi gününden Pazar gününe giriş yapmıştık.

Gözlerimizden uyku akmaya başlamıştı ama bisikletlerimize binip Karabacak’a yollandığımızda esen meltem rüzgârları kendimize getirmişti.

Nasılsa 20 dakika sonra ormandaki çardakta yataklarımız bizi bekliyordu. İyi ki gelmiştik…

Tarsus’la yıllarca unutulmayacak bir tanışma gerçekleştirmiştik…

Daha ne olsun du?

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...