20 Ocak 2023 Cuma

EMEK EN YÜCE DEĞERDİR

 


3 Temmuz 1960 Pazar, Karabucak Tarsus…

Bu sabah da okaliptüs ağaçlarının meltem rüzgarıyla dans eden yapraklarından yansıyıp, salınan cibinlikten geçerek gözüme ulaşan güneş ışınlarının etkisiyle gerinerek uyandım.  

Saat 06,30’du…

İvriz Öğretmen Okulu’ndan kalma alışkanlıklarım devam ediyordu. Yerden, yaklaşık 2 metre yükseklikteki çardakta, İvriz'in ünlü zil sesleri ve ranzalara vurulmadan kalkma alışkanlığı edinmiştim.

İyi ki 06,30'da kalkma alışkanlıklarım var dedim içimden. Bu sayede zorlanmadan kalkıyor ve tam zamanında dikim sahasında oluyordum.

Bugün ücret alma günüydü. 5 Haziran günü başladığımız mevsimlik işçilik döneminin birinci bölümü tamamlanmış, ücret alacak hale gelmiştik.

Emek en yüce değer idi.

Karşılığını alacaktık.

Bugün çalışmayacaktık…

Aldığımız ücretin bir bölümüyle zorunlu ihtiyaçlarımızı giderirken bir bölümü de biriktirilecekti işsiz kalacağımız, çalışamayacağımız günler için.

Yatmakta olduğum çardakta bir kez daha gerindim. Yatağıma uzanarak, Okaliptüs ağaçlarının yapraklarında dans eden güneş ışınlarını seyrettim. Kanalda akmakta olan suyun şırıltısını dinleyerek biraz daha yatak keyfi yaptım.

Anamın ”Mehmeeet… Mustafaaa. Kalkın artık” ünlemesiyle kalktım.

Anam kahvaltıyı hazırlamıştı bile.

Kardeşimi de uyandırmalı, kahvaltımızı etmeli ve 27’şer günlük ücretlerimizi almak için İşletme Şefliği muhasebesine gitmeliydik.

İşletme muhasebesinde çalışan Halil Amcanın kızı Zeynep, ‘’Muhasebe servisinin şefi İsmet Bey’in yanı sıra orman mühendisleri Yaşar Bey ve Muzaffer Beyle tanışırsanız rahat edersiniz.’’ Diye tembihlemişti dün.

Ayrıca ulaşımda önemli bir yeri olan araç sürücülerinden, Adem Usta ile Mahmut Ustayı da tanımamızda büyük fayda olacağını söylemişti.

Kahvaltıdan sonra babam ve kardeşimle muhasebeye gittik. Daha işçilerden kimse gelmemişti.

Zeynep bizi Muhasebe Şefi İsmet Beyle tanıştırdı. İsmet Bey hal ve hatırımızı sorduktan sonra, önündeki evraklara bakarak babama 135 Lira, kardeşim ve bana da 108’er Lira ödeme yaptı.

Ailemizin bütçesine 351 Lira girmişti. O yıllarda oldukça iyi bir paraydı 351 Lira. Sonuç ailemizin yüzünü güldürmüştü…

Daha ne olsun du? 

Emek en yüce değerdi.  karşılığını almıştık. 

Hayat güzeldi be kardeşim, yaşamaya ve yaşatmaya değerdi…

19 Ocak 2023 Perşembe

TARSUS KARABUCAK FİDANLIĞINDA YAŞAM

25 Haziran 1960 Cumartesi, Karabucak …

Okaliptüs ağaçlarının yaprakları arasından dans ederek gelip, hafifçe dalgalanmakta olan cibinlikten geçerek gözüme giren güneş ışınlarıyla uyandım.

Yerden yaklaşık bir buçuk metre yükseklikte bir çardakta yatıyorduk kardeşimle.

Temmuz ayına yaklaşmış olmamıza rağmen ormanın serinliği ve cibinliğin korunaklı yapısı rahat uyumamızı sağlamıştı.

Çardaklarda cibinliksiz olmazdı. Öyleydi çünkü Karabucak bataklığında kurulmuş olan ormanda hatırı sayılır sayıda sivrisinek vardı.

Karabucak Okaliptüs Orman Fidanlığında mevsimlik işçi olarak işe başlamıştık.

İlk birkaç gün tavuk kümesinden bozma kapalı alanı yatak odası  olarak kullandıktan sonra babam ‘’Haydi çocuklar ikinizin yatacağı bir çardak yapalım.’’ Dedi. Kardeşimle ‘’olur baba’’ dedik.

Babam çok becerikli biriydi, İvriz İlköğretmen Okulu bana da bir hayli el becerisi kazandırmıştı.

Ormanda da çardak yapabileceğimiz her türlü direk ve kereste çoktu.

Tek ihtiyacımız çivi, çekiç, testere ve kerpeten gibi malzemelerdi.

Komşumuz Halil Amca bu konuda yardımcı oldu. Birkaç gün içinde de bu sabah uyandığım çardak yapılmıştı.

*****

Gerinerek doğruldum çardakta.

Tatlı bir serinliğin yanı sıra yanımızdaki kanaldan akan suyun şırıltısı içimi sevinçle doldurmuş, bahar havası yaratmıştı.

Çok beğendiğim bir özelliğim vardı. O an için bulunduğum durumdan memnun olabilmesini bilmek…

Daha iyisini istemediğim anlamına gelmiyordu bu özelliğim.

Olumsuz koşulları sorun haline getirmememi sağlıyordu.

Yaşama bütün gücümle tutunmamı ve yaşamdan keyif almamı sağladığı gibi gücüme de güç katıyordu.

Hayallerim ve isteklerimden kolay vazgeçmiyordum.

Biliyordum ki ‘’şans dediğimiz kavram, hazırlıklı olarak fırsatla karşılaşmak’’ oluyordu.

Bir başka deyişle, kendi şansımı kendim yaratıyordum...

Çardakta neşeyle tekrar gerindim ve işe geç kalmamak için kardeşimi de uyandırdım.

Anamla babam benden erken kalkmışlardı.

Anam kahvaltı sofrasını hazırlarken babam kümesten oluşturulan konutumuzu biraz daha yaşanılır duruma getiriyordu.

-Hayırlı sabahlar Baba…

Dedikten sonra elimi yüzümü yıkadım. Mustafa da kalkmış, giyinmişti bile.

Kahvaltı sofrasına oturmadan önce babam ''Çalışmalar nasıl gidiyor çocuklar, zorlanıyor musunuz?’’

Dedi. Zorlanmıyorduk...

*****

Dikimin yapılacağı saha taş ve yabancı otlardan temizlenmişti.  Bize düşen görev fidanlık seralarından getirilmiş olan tüplü okaliptüs fidanlarını usulüne uygun dikmekti.

İvriz Öğretmen Okulu tarım derslerinde edindiğimiz bilgiler burada çok işime yarıyordu.

Bu düşüncelerle Tarım Öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy’u anımsayarak içimden teşekkür ettim.

Salih Ziya Büyükaksoy’u gıyabında babam da tanımıştı…

17 Ocak 2023 Salı

ANTİK TARSUS REGMA GÖLÜ

11 Haziran 1960 Cumartesi, Karabucak Tarsus…

Bulgaristan’dan gönüllü ve serbest göçmen olarak geldiğimizden, devlet bize bakmak zorunda değildi. Zaten biz de devletten bir şey istemedik, savrulduk durduk.

Geldikten 30 yıl sonra Akıncı Ailesinin Mersin Nusratiye Mahallesi’nde, eski Göçmen Barakalarının bulunduğu yerde, tek katlı bir evi oldu.

Yerleşik düzene geçinceye kadar karnımız nerede doyduysa oralara gittik. Gittiğimiz her yerde de öncelikle kütüphanelere, ardından kütüphanelerdeki kitaplardan bulunduğumuz yörenin tarihi ve coğrafi özelliklerini öğrenerek, yöre ile bütünleşmeye çalıştım.

Tarsus ve bir zamanlar Tarsus’u bürün dünyaya bağlayan limanı, Regma Gölü’nü anlamaya ve bütünleşmeye çalıştım. Karabucak Okaliptüs Ormanı’nda mevsimlik işçi olarak çalıştığım dönem bana bu fırsatı verdi.

Dokuz bin yıllık tarihi olan Tarsus, bir dönem Roma’nın önemli eyaletlerinden biri Kilikya’nın başkentliğini yapmıştı.

Roma İmparatoru Sezar’ın M.Ö 44 yılında ölmesinin ardından onun yerini alan üç kişiden biri olan Marcus Antonius Doğu Roma’nın yöneticisi olmuştu. Tarsus’a gelmesiyle, kentin gelişmesinin önü açılmıştı.

Cleopatra, Sezar’ın ölümünün ardından Romalı General Marcus Antonius’la yönetim konularını görüşmek üzere Tarsus’a gelir.

Cleopatra’nın dillere destan bir eşi daha olmayan muhteşem gemisiyle Tarsus limanına girişi hem Antonius’u hem de kent halkını büyülemişti.

Cleopatra’nın bu ziyaretiyle Tarsus, Dünyanın kalbinin attığı en önemli merkez durumuna gelmişti. Mısır’ın yönetimi ve Roma ile ilişkileri nedeniyle bir araya gelen çift arasında büyük bir aşk doğar.

Cleopatra’nın yaşadığı büyük aşk nedeniyle bir yıldan uzun bir süre Tarsus’ta kaldığı sanılıyor. 

Roma’nın genç imparator adayı Marcus Antonius, Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın onuruna, Tarsus’u  yeniden yaratmıştır.

Tarsus, tarihi konumu, coğrafyası ve limanı ile Antik Kilikya’nın stratejik bölgesinde bulunmaktaydı.

Tarsus ve çevresinde yaşayan antik çağ insanları Regma Gölü’nü doğal bir liman gibi kullanarak, antik çağ uygarlığının tüm nimetlerinden yararlanmıştı.

Ticari ve askeri yönden stratejik öneme sahip Regma Gölü sayesinde Tarsus “En büyük, en güzel, en ileri” vasıflarla tüm Akdeniz kentlerinde anılmaya başlanmıştı.

Toroslardaki sedir ağaçları, günümüzde Berdan olarak bilinen Kydnos Nehri yatağından akıtılarak Regma kıyılarına indirilir ve Regma kıyılarındaki tersanelerde askeri ve ticari gemiler yapılırdı.

Gölün Akdeniz’e kanallarla bağlı olması sayesinde Akdeniz’in şiddetli dalgaları Regma ’ya giremiyor ve tersanelere zarar veremiyordu. Bu nedenle Regma kıyılarında tersanecilik antik çağlarda en üst seviyeye çıkmıştı.

Tarih boyunca Tarsus’un ortasından akan Kydnos/Berdan Nehri taşkınlarla kente zarar vermekteydi.

M.S. 6. yüzyılda meydana gelen çok büyük bir taşkın nedeniyle, Bizans İmparatoru Justiniaus’un talimatıyla, nehrin yatağı değiştirilerek kentin doğusuna alınmıştı.

Kent içinden geçen ve Regma Gölünü besleyen Kydnos ’un yatağına ise yeterli su verilememişti. Gölü besleyen ana su kaynağının kesilmesi ile göl zaman içinde bataklığa dönüşmüştü.

Çevresindeki sazlık ve düzensiz su göletlerinin alüvyonlarla dolduğu bu alanlara Tarsuslular Karabucak ve Aynaz Bataklığı isimlerini vermişti.

M.S. 6. yüzyılda taşkınlardan korunmak amacıyla, doğaya yapılan müdahale, acı sonuçlarını 19. yüzyılda göstermişti. 1825, 1865 ve 1895 yıllarında Kydnos/Berdan’ın şehir içinde kalan eski yatağının kirliliği ve Regma bataklığı nedeniyle Tarsus ve çevresinde sıtma ve kolera salgını olmuş ve bu salgınlarda binlerce kişi hayatını kaybetmişti.

Berdan Nehri ise önce yolu üzerindeki Regma Gölüyle Tarsus’u bir liman şehri yapmış, sonrasında da taşıdığı alüvyonlarla bir bataklığa dönüştürmüştü.

Karabucak Okaliptüs ormanı Regma Gölü bataklığı üzerine kurulmuştu.

Karabucak Ormanını oluşturan Avustralya kökenli okaliptüs ağaçları Osmanlı devletine 19. yüzyılın son yarısında girmişti.

Okaliptüs ağaçları bölgeyi ormanlaştırma, yol kenarlarında süs bitkisi, bataklıkları kurutmak, toplum sağlığıyla ilgili olarak sıtmayla mücadele gibi nedenlerle dikilmişti dünya genelinde.

Egzotik bir ağaç olan okaliptüs 19. yüzyıldan sonra Avrupa’dan Uzakdoğu’ya kadar dünyanın sulak ve ılıman bölgelerinde, başta endüstriyel amaçlı olmak üzere, bataklıkların ıslahında kullanılmaya başlamıştı.

1883 yılında Çukurova’nın ortasında bulunan Tarsus- Karabucak bataklığının kurutulması gereği, “çevre temizliği” bakımından devleti ilgilendiren önemli bir sorun olarak belirmişti.

Bataklığı kurutmak ve ziraat arazisi haline getirmek şartıyla Karabucak ve etrafındaki 89.000 dekar saha, 56.000 kuruş bedelle İngiliz Dara Kumpanyası ’na ihale edilmişti.

Ancak şirket bataklığın korkunç manzarası karşısında işe başlamaya cesaret edememiş, bu öldürücü bataklığı yalnız başına yenemeyeceğini düşünerek işi bırakmıştı.

Okaliptüs ağaçları tohum, fidan ve klonlama sistemiyle yetiştirilmekteydi. Taban suyu yüksek yerlerde diğer ağaç türlerine göre çok daha iyi ve hızlı gelişme göstermekteydi.

Bataklık Cumhuriyet döneminde, 1939 yılında ilk kez okaliptüs fidanı dikilerek ağaçlandırılmaya başlanmış ve günümüzde Karabucak okaliptüs ormanı adını almıştı.


12 Ocak 2023 Perşembe

TARSUSLU DERVİŞ ÇAVUŞ

5 Haziran 1960 Pazar, Tarsus Karabucak…

Bu yaz kısmet, Tarsus Karabucak Okaliptüs Orman Fidanlığı’ nda mevsimlik işçi ailelerinden biri olmaktı.

Dün Mersin’den gelmiş, fidanlıktaki kanallardan birinin kıyısında tavuk kümesinden bozma yaklaşık 12 metrekarelik bir yeri, yanmış kireçle badana yaparak, yeni konutumuz haline getirmiştik. 

Bugün, Allah ne verdiyse yaptığımız sabah kahvaltısından sonra, Halil Amca önümüzde Akıncı Ailesinin erkekleri, ki kardeşim Mustafa ile ben de dahildim bu tanıma, fidanlık dikim alanının yolunu tuttuk.

Su tahliye kanallarından birinin yanında ağaç dikim alanı olarak hazırlanmış bir parselde çalışan 15-20 işçinin başında bulduk Tarsuslu Derviş Çavuşu.

Mevsimlik işçilerin alımı, çalıştırılması ve yevmiye defterine işlenmesi konusunda yetkili kılınmıştı Tarsuslu Derviş Çavuş.

Halil amca bizleri tanıttı Derviş Çavuşa. Mustafa ile benim öğrenci olduğumu özellikle vurguladı.

Derviş çavuş çantasından çıkardığı yevmiye defterine bizleri kaydettikten sonra, babamı bedensel güç isteyen işlerden birine gönderdi.

Kardeşimle bana dönerek tüplerde hazırlanmış okaliptüs fidelerinin toprakla buluşmasını sağlayacaksınız, yani toprağa dikeceksiniz dedi.

Böyle bir iş verilmesine sevindim. Kazma ve küreklerimizi alarak diğer işçilerin yanında yerimizi aldık.

Fidanların dikilecekleri yerler önceden işaretlenmişti. Bir tarafına da arabalar dolusu hayvan gübresi yığılmıştı. İlk fidanımı dikmek için işaretlenen yere, okaliptüs ağacı fidanının içinde yer aldığı kesenin boyundan daha derin bir çukur kazmıştım.

Çukuru kazarken üstten alınan toprakla dipten çıkarılan toprakları ayrı yerlerde biriktirmiştim.

Toprağı bu şekilde ayırmak fidanın sağlıklı yetişmesi için oldukça önemliydi, Salih Ziya Büyükaksoy böyle söylemişti. Çukuru tamamladıktan sonra da içine bir kürek kadar hayvan gübresi koymuştum. Kardeşim de beni gözlemiş ve aynen uygulamıştı.

İşe başlamamızın ilk günü olması nedeniyle Derviş Çavuş dikkatle bizi izlemişti. Uygulama yöntemimizi beğenmiş olmalı ki ‘’Aferin çocuklar’’ Demişti. Ben de ona İvriz İlköğretmen Okulu tarım derslerinden ve Salih Ziya Büyükaksoy’dan söz etmiştim. Bu konuşmadan sonraki günler ve aylarda Derviş Çavuşla tatlı bir diyaloğumuz olmuştu.

Derviş Çavuş diğer işçilerin yanına gidince dikim işlemine devam etmiştim. Tüplü fidanı yan yatacak şekilde yere koymuş ve içinde yer aldığı plastik kesenin tabanını keskin bir bıçak yardımıyla kesip, fidanı çıkarmıştım. Fidanı hazırladığım çukura dik olarak koymuş, etrafına önce kürekle üst toprağı sonra da alt toprağı atmıştım. Toprakla fidanın dengesini sağladıktan sonra fidan etrafındaki toprak birikintisine fidanı ezmeden ayaklarımla bastırmıştım. Arkamızdan gelen bir başka mevsimlik işçi de dikilen fidanlara can suyu vermişti.

Başlangıç iyi olmuş, iyi olmaya da devam ediyordu.


11 Ocak 2023 Çarşamba

KİREÇ BADANALI KÜMESTEN EVİMİZ


5 Haziran 1960 Pazar, Karabucak Tarsus…

Yanmış kireç kokusu ve su şırıltılarıyla uyandım. Gözlerimi araladığımda karşılaştığım bembeyaz duvarlar, ilk anda, hastanede olduğum duygusunu uyandırdıysa da bir an için nerede olduğumu anımsayamadım. 

İvriz’de miydim, Misli Köyü’nde miydim, yoksa Mersin’de miydim?

Mersin’de olamazdım, barakaların duvarları böyle bembeyaz değildi. İvriz aklıma geldiyse de ranzalardan birinde olmadığım gibi kardeşim Mustafa yanımda yatıyordu?

Neredeydim acaba?

Bulgaristan’dan ayrıldığımız 1951’den beri sürekli yer değiştirdiğimiz için, bazı sabahlar kalktığımda nerede olduğum konusunda çekincelerim oluyordu.

Yatakta doğruldum... Tavanıyla birlikte bütün duvarları bembeyaz ve pencereleri olmayan oldukça küçük bir odadaydık.

Sineklik olarak tanımlayabileceğim tel örgüden yapılmış kapısından giren ışıkla aydınlanmıştı yattığımız yer. Yattığımız odanın normal bir kapısı yoktu yani.

Yatakta bir süre oturup, odaya göz gezdirdikten sonra zihnimi toparlamaya çalıştım. Bir anda hatırladım. Zamanda geriye, Mersin'e, 2 Haziran perşembe gününe gittim.

Kardeşim Mustafa Konya’dan gelmiş, babam da Tarsus Karabucak Okaliptüs Orman Fidanlığı'nda başımızı sokacak bir yer ayarlamak için gitmişti.

Döndüğünde yüzü gülüyordu babamın…

Geçen yıl Göçmen barakalarından Tarsus Karabucak Ormanına mevsimlik işçi olarak giden Şerife Teyze ile eşi Halil Amca nın kızı Zeynep Karabucak Fidanlık muhasebesinde çalışıyormuş. Yardımcı olmuşlar babama. Üstelik konaklama yeri de gösterebileceklerini söylemişler.

Cuma günü toparlanmış, cumartesi günü de eşyalarımızı yüklediğimiz bir kamyonetle, yaklaşık 40 km uzaklıktaki Karabucak Okaliptüs Orman Fidanlığına hareket etmiştik.

Tarsus’a girmeden, Berdan Nehri’nin kollarından birine paralel Karabucak yoluna girdiğimizde, yolun iki tarafındaki okaliptüs ağaçlarının üstü kapalı bir koridor oluşturduklarını gördüm. Bu koridoru o kadar çok beğenmiş olmalıyım ki yıllarca aklımdan çıkmadı bir doğa harikası olarak.

Muhteşem okaliptüs ağaçlarının oluşturduğu koridordan gözümü ayırıp geriye döndüğümde Toros Dağları, yaşamı sürdüren muhteşem bir anıt gibi görünmüştü.

Bu anıtsal dağların üzerindeki karlarının ilkbaharda erimesiyle birlikte ortaya çıkan milyonlarca metre küp su Seyhan, Ceyhan ve Berdan Nehirleriyle Akdeniz’e ulaşıyordu…

Akdeniz’e ulaşmaya çalışan bu nehir suları kimi zaman coşkulu bir biçimde akarken, kimi zaman da sel olup taşmaktaydı yataklarından.

Binlerce yıl bu taşkınların sıkıntısını çekmişti tarihteki Kilikyalılar ve şimdiki Çukurovalılar.

Berdan Nehri ise önce yolu üzerindeki Regma Gölüyle Tarsus’u bir liman şehri yapmış, sonrasında da taşıdığı alüvyonlarla bir bataklığa dönüştürmüştü.

Karabucak Okaliptüs Ormanı Regma Gölü bataklığı üzerine kurulmuştu.

Bu kez insanoğlu doğaya verdiği zararı telafi etmek için Regma bataklığını, ormana dönüştürerek, kurutma yolunu seçmişti.

Bataklıkta yüzlerce kanal oluşturulmuştu fazla suyu tahliye etmek için.  Ayrıca diğer ağaç türlerine göre daha çok su tüketen Okaliptüsler aracılığıyla bataklık kurutulma yoluna gidilmiş, Karabucak Güresin Ormanı ortaya çıkmıştı.

Ormanın neredeyse tamamını oluşturan ağaçların Okaliptüs cinsi de 1885 yılında ilk kez Türkiye’ye girmişti.

Akıncı Ailesi olarak, bataklık sonrası ortaya çıkan bu ormanın kanallarından birinin çevresindeki bir barakada yaşamakta olan Halil amcaların yanına eşyalarımızı indirmiştik.   

Hoşbeşten sonra Halil Amca ile Şerife teyze bize konaklama yeri olarak barakanın yanında oldukça büyük bir tavuk kümesini göstermişlerdi.

Kardeşim Mustafa ile benim hayal kırıklığımız yüzümüzden okunmuştu ki Halil Amca,

-Burasını yaşanacak hale getirip, yağmur çamurdan korunabilirsiniz. Sonraki günlerde daha iyi bir konaklama yeri bulabiliriz…

Hayal kırıklığımızın farkına varan babam da bir süre bizi izledikten sonra,

-Hadi bakalım çocuklar, burasını yaşanacak hale getirelim.

Demişti. Babam oldukça becerikli ve tevekkül sahibi biriydi. Ben de İvriz’de pek çok el becerisi edinmiştim.

Yaklaşık 12 metrekare büyüklüğündeki üstü kapalı tavuk kümesini başımızı sokacak hale getirebilirdik, getirmeliydik diye düşünmüştüm.

Kümesin içindekileri temizlemiştik ki Halil Amca bir teneke sönmüş kireç getirmişti duvarları mikroplardan arındırmak için. Kireç kullanılmış ve kümesin içi bembeyaz olmuştu.

Zaten pek fazla olmayan eşyalarımızdan, öncelikle yatak ve yorganlarımız yerleştirilmişti.

Havalar da oldukça güzeldi, eşyaların bir bölümü dışarıda kalabilirdi. Öyle de olmuştu.

Şerife Teyze bize akşam yemeği niyetine, Allah ne verdiyse bir şeyler de hazırlamıştı. Yemekten sonra bir demlik çay da ikram edince keyfimiz yerine gelmişti.

Tavuk kümesinden de olsa orman içindeki bir kanal kenarında başımızı sokacak bir yer edinmiştik.

Gecenin oldukça geç bir saatinde yataklarımıza girdiğimizde ‘’Bakalım yarın nelerle karşılaşacağız.’’ Demiş ve derin bir uykuya dalmak üzere yer yatağına girmiştim.

Anamın ”Mehmeeet, Mustafaaa…” sesiyle başlangıçta hastane odası sandığım tavuk kümesinden çıktım.

Okaliptüs ağaçlarının dalları ve yaprakları neredeyse gökyüzünü kaplamıştı. Meltem rüzgarlarıyla salınan yaprakların arasından şifreleme yapar gibi gözüme giren güneş ışığından yüzümü çevirince suyu şırıldayarak akan kanalı gördüm.   

Kümesten bozma 12 metrekarelik bir odadan çıkmama rağmen içimde bahar havası esti. Mersin’deki teneke mahallesindeki gecekondudan sonra burası biraz da cenneti andırıyordu.

Bulunduğum durumdan o an için mutluluk duymak gibi bir özelliğim vardı. Sorunlarla başa çıkmamı kolaylaştırıyordu bu özelliğim.

Anam yanmış kireç badanalı kümesten bozma yeni evimizin önündeki hasıra koyduğu siniye kahvaltılık hazırlamıştı. Ortalıkta çay ve çaydanlık yoktu. Ocak olmayınca çay da yoktu tabi.

Dere kıyısında elimi yüzümü yıkayıp,  Mustafayı uyandırmaya giderken  yerleşmemize önayak olan Şerife teyze Günaydın diyerek elindeki demlikle yandaki barakadan çıktı. Bize çay demlemişti.

Yüzüm aydınlandı, minnet duygularım kabardı. Anamın hazırladığı siniye demliği bıraktıktan sonra ‘’Başka bir ihtiyacınız olursa çekinmeden söyleyin.’’ Deyip yanımızdaki barakaya girdi.

Bir süre sonra da oldukça alımlı olan kızı Zeynep evden çıkıp ‘’Günaydın, afiyet olsun’’ Deyip fidanlık işletme şefliğinin yolunu tuttu. Orada çalıştığını söylemişti annesi.

Sessizce ve hızlıca kahvaltımızı yaptık. Halil Amca bizi Fidan dikim sahasına götürüp, Derviş Çavuşla tanıştıracaktı. 

Ahmet Akıncı Ailesi için yeni bir dönem başlamıştı... 




8 Ocak 2023 Pazar

1960 YAZ TATİLİNDE MERSİN

 

29 Mayıs 1960 Pazar, Mersin…

1955-57 yılları arasında, Kuvayi Milliye İlkokulu 3. ve 4. sınıfları okuduğum Mersin'deyim. Babam nafakasını çıkarmak için ailesini Mersin'e taşımıştı.

Dün Ereğli’den bindiğim Konya-Adana arasında çalışan Toros Ekspresi'nden Yenice İstasyonu'nda aktarma yaptıktan sonra, saat 21:00 civarında Mersin Göçmen barakalarındaydım.

Kardeşim Mustafa Konya'dan henüz gelmemişti. Anam evde, babam işten henüz gelmemişti. Anamın elini öptüm, sarıldık birbirimize. Okul ve Mersin’deki iş durumu hakkında biraz konuşup bavulumu yerleştirdikten sonra, komşu barakadaki Fatma neneme gittim.

Ceyhan pamuk tarlalarında kocası, Halil Dedemi toprağa verdikten sonra, Kurtuldu ailesinin en büyük oğlu Hüseyin dayımın da vefat ettiğini öğrendim nenemden. Birlikte gözyaşı döktük. 

Nenemle bir süre daha dertleştikten sonra izin isteyip diğer dayılarımı da görmek isterim deyince, hepsi işte yavrum, dedi.

Elini öpüp eve doğru giderken Kerim Dayımın barakasının yanından geçtim. Barakasının etrafını sazlarla çevirmiş. Çevirdiği avluyu ağaçlandırdığı gibi bir de çardak yapmış. Biraz daha dikkatli bakınca kümesinin ve tavuklarının da olduğunu gördüm.

Eve geldiğimde babam yatsı namazını kılıyordu. Selam verip namazını bitirdiğinde,

-Hoşgeldin Mehmet…

-Hoşbulduk Baba.

Dedikten sonra ellerini öptüm. Hâl hatır sordu. Okulda çok başarılı olup, takdirname aldığımı söyledikten sonra iş durumunu sordum.   

Ataş Rafinerisi’ndeki sürekli işin sona erdiğini, tekrar günlük işçilik döneminin başladığını, bazı haftalar birkaç gün iş bulabildiğini söyledi.

-Baba, kardeşimle ben de aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışalım.

-Ne iş yapacaksınız oğlum. Ben bile iş bulmakta zorlanıyorum.

-Yine simit satarız Mustafa ile. Öğleden sonraları da halka tatlısı yapar satarız.

-Olmaz oğlum. Mersin, üç yıl önceki Mersin değil. Doğu ve Güneydoğudan çok göç aldı. Sokaklar simitçi kaynıyor.

-Ne yapacağız o zaman Baba. Boş mu oturacağız. Aç kalırız o zaman.

-Tarsus Karabucak Okaliptüs Ormanı Fidanlık bünyesinde çalışacak mevsimlik işçi alacaklarını öğrendim. Mustafa ile sen de fidanlıkta çalışabileceksin.

Dedi. Simit ve halka tatlı satma derdinden kurtulmuştuk. 

Mustafa Konya’dan geldikten sonra Tarsus Karabucak Okaliptüs Orman Fidanlığı yolu görünecekti demek ki.

Hayırlısı olsun dedim kendi kendime.



7 Ocak 2023 Cumartesi

İVRİZ ÜÇÜNCÜ SINIF ÖĞRENCİSİ OLDUM

 

27 Mayıs 1960 Cuma, İvriz…

İvriz Öğretmen Okulu’nda 1959-1960 Eğitim ve Öğretim yılını tamamladık.

Genelde, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları ve etkinliklerinden sonra yazılı ve sözlü sınavlar bitmiş olur. Sonraki bir hafta on günde de kurtarma yazılı ve sözlüleri yapılır. Bu yıl da öyle oldu.

Amaç, kimseyi bütünlemeye bırakmamaktır. Hele sınıfta bırakmak düşünülemez bile.

Öğrencinin çok özel koşullarından ötürü istenen bilgi ve beceriler verilememişse sınıf tekrarının yapılması kararlaştırılır Öğretmenler Kurulu tartışmalarından sonra.

Okul Müdürü Kamil Açan’ın her yeni eğitim ve öğretim yılında özenle vurguladığı gibi temel amaç, öğretmekten çok eğitmektir öğrencileri.

Öğrencilere, öncelikle kendisine saygı duyması öğretilir verilen eğitimle.

Kendisine saygılı olanlar çevresine de saygılı davranırlar. İnsan olmayı, çevresindekilere insanca davranmayı, duyarlı olmayı, doğayı ve içindekilerin hepsini sevmeyi ve korumayı öğretebilmektir birincil amaç.

Ardından kurallar ve disiplinin önemi benimsetilir bütün öğrenci, öğretmen ve çalışanlara.

İyi bir eğitim, disiplin ve kurallar sonrasında öğrenmek kolaylaşır.

Gerek mevsimlik işçi gerekse simit ve tatlı sattığım yaz tatillerinde kurallar ve disiplin konusunda kendimi eğitmiş, eğitmek zorunda kalmıştım.

Öyle ki kurallar, disiplin ve verimli çalışmanın en önemli meyvelerinden biri ”kendi şansını kendin yaratmak” olgusuydu.

Bulgaristan’dan geldikten sonra, şansa yer olmadığını daha 7 yaşından itibaren öğrenen birisi olmuştum.

Ceyhan pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak çalışan üniversiteli kantar görevlisi Muzaffer Abi’nin dediği gibi,

”…hazırlıklı olarak fırsatla karşılaşmak şans denilen olgudur.”

Şans denilen olguyu yakalamak için her an, her dem, her konuda hazırlıklı olmam gerekiyordu.

Üniversiteli olmak istiyorsan kitapların dünyasına gireceksin. Demişti arkasından. Muzaffer Abinin sözünü tutmuş, ilkokulu bitirmek için konaklamak zorunda kaldığımız 5 değişik il ve ilçede ilk uğrak yerlerimden biri kütüphaneler olmuştu.

İvriz, kitaplar dünyası için arayıp ta bulunamayacak bir yerdi. Kitaplar dünyasının Cenneti idi sanki.

Çevirileri yapılmış Bütün Dünya Klasikleri kütüphanemizde vardı. Her okuduğum kitaptan sonra dünya ve doğaya açılan yeni kapılar edinmiştim.

Bu edinimlerdir ki, hem ilkokul döneminde hem de İvriz’de okuduğum iki yıl boyunca bütün derslerimden tam not ve takdirnameler almıştım. Bir bakıma babamın beklentileri de yerine gelmişti.

27 Mayıs 1960 Cuma günü öğleden sonra karnelerimiz dağıtıldı. Resmen yaz tatiline girdik.

İvriz’de iki muhteşem yılım geçmişti.

Bakıyorum da, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre gibi geliyor bana. Okul döneminin muhteşem olduğunu düşünüyorum.

İyi olmayan yaz tatilleriydi.

Misli’ de tatilimi geçirdiğim geçen yaz, burçak yolmuştuk anam ve kardeşimle. Bazen ücretli bazen de imece usulüyle çalışmıştık. Genelde iş olmazdı köyde. Bol bol okumuş ve kardeşim Mustafa’nın sınav hazırlıklarıyla ilgilenmiştim.

Mersin’de günübirlik iş peşinde olan babam, kardeşim Mustafa Konya Maarif Koleji parasız yatılı öğrencisi olduktan bir hafta sonra anamı Misli’den almış, Mersin Göçmen Barakalarına götürmüştü.

Ailemin yanına gitmek için bavul hazırlıklarımı yaparken, 1955-57 yıllarında, Göçmen Barakalarında konaklayarak ilkokul 2. ve 3. sınıfa giderken sattığım simitler aklıma geldi.

Bir ara ayakkabı boyacılığı yapmak istediysek de yılın 300 günü güneşli geçen Mersin’de ayakkabı boyacılığında iş yoktu. Yaz tatillerinde halka tatlısı yapıp satmıştık simitlerimizin satışı bittikten sonra.

16 yaşına girmiştim. Bu yaz tatilinde Mersin’de ne yapacağım konusunda kararsız kalmıştım.

İlkokul döneminde olduğu gibi yine simit ya da halka tatlısı yapıp, satabilir miydim?

Ayakkabı boyacılığı yapabilir miydim?

Bilemiyordum…

Her şey Mersin’e ulaştıktan sonra belli olacaktı.

Her olumsuz durumu olumlu bir sonuca dönüştürmesini öğrenmiş biri olarak bavulumu hazırlamayı sürdürdüm…

 

İVRİZ'DE NEVRUZ KUTLAMASI

                                               21 Mart 1960 Pazartesi, İvriz…

Bugün Nevruz…

Baharın ve yeni yılın ilk günü…

Yaşam döngüsü yeniden başlıyor Kuzey Yarım Kürede…

Geçen haftaki Tarih dersinde öğretmenimiz Hüseyin Seçmen baharın bu ilk günü için ‘’İran kaynaklı bir inanışa göre Nevruz, Tanrı’nın Evreni ve İnsanı yarattığı ilk gün olup, İnsanlık tarihi boyunca özel ve dinsel anlamların yüklendiği çok özel bir gün olarak biliniyor.’’ Demişti.

Öyleydi çünkü oldukça zor geçmiş kış aylarının ardından gelen bahar, Toprak Ananın uyanmasını sağlamaktaydı.

Toprak Ananın sağlıklı uyanması ise bitkilerin ve tahılların yeşillenmesi, çiçeklerin açması ve meyveye durması, sığırların, koyunların yavrulaması, insanoğlu için büyük bir fırsat ve bolluğun canlanması demekti.

Bir başka deyişle İnsanoğlunun yaşam koşullarının sağlanması demekti.

Nevruz kutlamaları, yaşam döngüsünü yeniden başlatan Toprak Anaya şükran duygularımızı sunmak için başlatılmıştı.

21 Mart Kuzey Yarımküre ‘de İlkbahar Ekinoksu olarak biliniyordu. Gündüz ile gece eşitleniyordu. Bu nedenle Gün eşitliği olarak da bilinen Ekinoks, Güneş ışınlarının Ekvator’a dik vurması sonucunda her iki yarım kürede ışığın eşit alındığı andı. Kuzey yarımküredeki yaşamın can suyuydu 21 Mart.

İlkbaharın habercisi ve sıcakların artmasıydı Nevruz.

Güney Yarım kürede de Nevruz 23 Eylül gününe denk geliyordu. Öyleydi çünkü Güney Yarım küre için İlkbahar Ekinoksu idi 23 Eylül. 

Nevruz geleneğinin, Buzul Çağı’nın bitmesinden hemen önceki günlere, yani 15.000 yıl öncesine kadar uzandığını söylemişti tarih öğretmenimiz.

İnsan topluluklarını toplayıcı ve avcılıktan yerleşik yaşama geçişini temsil ediyordu. İnsanlık Tarım Devrimi’ne adım atıyordu. Tarım Devrimi’ne adım atıldığı çağlarda mevsimler ve tabiat döngüsü yaşamsal bir önem arz ediyordu.

Yaşamla ilgili her şey dört mevsimle çok yakından ilgiliydi.

Dünyanın mevsimsel döngüsü nedeniyle Nevruz, Dünya kültürünün ortak özelliğiydi. Öyleydi çünkü mevsimsel döngüler Toprak Ana için yaşamsal önemdeydi. Uzun sürecek bir kuraklık ya da buzul devri toprak ananın ölümüne neden oluyordu.

Nevruz demek, yaşam demekti…

3000 yıldan beri kutlanmakta olan, Pers kökenli, İnsanlığın bu ortak kültürü 2010 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından Dünya Nevruz Bayramı ilan edilecekti. Edildi de…

28 Eylül – 2 Ekim 2009 tarihleri arasında Abu Dabi’de hükumetler arası toplanan Birleşmiş Milletler Manevi Kültür Mirası Koruma Kurulu, Nevruzu Dünya Manevi Kültür Mirası Listesi ‘ne dâhil edecekti.  Öyle de olmuş, 2010 yılından başlayarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 21 Mart’ı “Dünya Nevruz Bayramı” olarak kabul etmişti.

İvriz İlköğretmen Okulu da öğretmenleri, öğrencileri, idarecileri ve çalışanlarıyla baharın gelişini kutlayacaktık bu gün. Gezi ve kutlama kollarındaki arkadaşlarımızla nöbetçi öğretmenin denetiminde bir kutlama programı hazırlanmıştı.

Diğer taraftan, yemekhane nöbetçileri ve görevlileri tarafından da kumanyalarımız hazırlanmış ve sabah kahvaltısından sonra İvriz Kaya Anıtı’na doğru yola çıkılmıştı. Koyun Çayırı olarak bilinen mesire yerine gidilecekti. Henüz İvriz barajı yapılmamıştı.

Tabiatla iç içe, kucak kucağa yaşayan ve toprağı “Ana” olarak kabul eden Atalarımızın da düşünce sisteminde “baharın gelişi” önemli bir yere sahipti. Sadece Atalarımızın mı? Bütün İnsanlık için yaşam döngüsüydü toprağın uyanışı.

Özbekistan’dan Türkmenistan’a, Kırgızistan’dan Tataristan’a; Kazakistan’dan Türkiye’ye ve Azerbaycan’a kadar Türklerin olduğu tüm topraklarda kutlanan ve tarihte bilinen en eski bayramdı Nevruz. Efsanelere göre de; Türklerin hapsoldukları Ergenekon’dan, dağları eriterek çıktığı günün bayramıydı.

Kürt ve İran mitolojisindeki Demirci Kawa Efsanesi de Zerdüştlük ve Bahailer için kutsal bir gün idi Nevruz. Kutsal bir tatil günü olarak kutlanmaktaydı. Neredeyse bütün toplumlarda birliğin ve dayanışmanın sembolü olarak görülüyordu.

Nevruz Bayramı’nı okulca kutlamak istediğimiz Koyun Çayırı Toros Dağları’nın kuzey eteklerinden çıkan Delimahmutlu ve İvriz çayları arasında yer almakta olup, yeraltı sularının bolluğu ile bilinirdi.

Ortamda baharın gelmekte olduğunu müjdeleyen bir yeşillik vardı. Boşuna Yeşil Ereğli adını almamıştı Konya Ereğlisi.

Bu bölgede söğüt, kavak, çeşitli doğal bitkilerle birlikte İvriz Çayı çevresinde kirazlarıyla ünlü meyve bahçeleri de bulunmaktaydı. Özellikle beyaz kirazı ile ünlenmişti. Ayrıca Napolyon kirazı, vişne ve elma olmak üzere diğer çeşitli meyve ağaçları bulunmaktaydı.

İvriz İlköğretmen Okulu Ailesi olarak, merkezde idareci ve öğretmenler olmak üzere, Koyun Çayırı’nda bir daire oluşturacak şekilde yerleştik.

Merkezde büyük bir ateş yakılmalı ve üzerinden atlamalıydık. Atlamalıydık çünkü Atalarımızın 400 yıl süreyle hapsolduğu “Ergenekon” adlı bölgeden, efsaneye göre, demirden bir dağı ateşle eriterek 21 Mart’ta çıkmayı başarmışlardı.

Her yıl merkezde yakılmakta olan ateşin üzerinden atlamak kurtuluşu simgelemekteydi.  

Türk Bey’leri, her yılın 21 Mart günü ateş yakıp demir döverek kutlamışlardı. Bu kutlamalar, sonradan tüm Türki illerde Milli Bayram havasında yaşatılarak günümüze kadar ulaştırılmıştı.

Halen de tüm Türk Ülkelerinde coşkulu bir havada kutlanılmaktadır. Öyle ki, birçok Türki ülkelerde 21 Mart tatil kabul edilmektedir.

Koyun Çayırı’ndaki yerleşim düzenimizin merkezine istenilen büyüklükte bir ateş oluşturacak odunlar yığıldıktan sonra sıra okul bandosu ve milli oyun ekiplerinin gösterisine gelmişti.

Mehmet Karaman’ın yönetiminde milli oyun ekibi yerini aldıktan sonra, davulcu Rahmi Ayazın tokmağını davuluna vurmasıyla birlikte, Pamukçu Bengisiyle, şenlik başladı.

Balıkesir yöresinde ünlü olan oyunlardan biriydi Pamukçu Bengisi. Daire biçiminde, soldan sağa, saat ibrelerinin tersi yönünde hareket ederek oynanıyordu.

“Sonsuza kadar, Ebedi” anlamlarını taşıyan oyun Pamukçu Köyü ile özdeşleşmişti. Oyunun kaynağında, Ergenekon’dan çıkan atalarımızın anısına,  cengâverlik unsuru bulunmaktaydı.

Benginin kendine has bir çıkış havası vardı.

Bengi 8-10-12-15 kişi ile oynandığı gibi, daha fazla kişilerle de oynanıyordu. 30 İvriz linin oynadığı Bengi’de beş figür vardı. Figür aralarındaki hareketler ise oyunun anlamını belirliyordu. 

Pamukçu Bengisi’nden sonra Arpazlı ve Dağlı zeybekleri başladı. Havalanan beyaz gömlekli, lacivert asker kumaşı pantolonlu kızlı-erkekli İvrizli arkadaşlarımız bizleri de kendi ritmine ve sesine ortak etti.

Ezgilerin sesi ve zeybeklerin ritmiyle bütünleşmiş olarak ‘’İvriiiz, İvriiiz’’…

Diye bağırdık. Milli oyunlardan sonra meydandaki odunlar ateşe verilmiş ve büyük bir coşku ile üzerinden atlandı.

Ardından, yenilen kumanyalarımızdan sonra, sınıflar kendine özel oyunlarıyla şenlik havasını sürdürdüler.

1960 yılının 21 Mart günü, İvriz Koyun çayırındaki Nevruz kutlaması unutulmazlarım arasına girecekti…


6 Ocak 2023 Cuma

YARIYIL TATİLİNDE MERSİN 1960

 

24 Ocak 1960 Pazar, Mersin…

Sanki karyola demirlerine vuruluyormuş gibi bir duygu ile gözlerimi araladım ama, ses karyola demirlerine vurulan anahtar sesine benzemiyordu.

Biyolojik saatim İvriz’deki düzene endekslenmişti. Saat sabahın 06:30 civarı olmalıydı.

Etrafımı dikkatlice gözden geçirdiğimde, Mersin Göçmen Barakalarında, ailemin yanındaydım. Zamanda geriye, iki gün öncesine gittim.

22 Ocak 1960 Cuma öğleden sonra karnelerimiz dağıtılmış, birinci yarıyıl tatiline girmiştik.

İkinci sınıfa başladığım 1959-60 Eğitim ve Öğretim yılında da ilk bir ay, bütün derslerde parmaklarım havada olmuş, bütün sorulara doğru yanıtlar vermiştim.

Gerisi de kendiliğinden gelmişti. Ufak tefek hatalarım görmezden gelinmiş, birinci dönem bütün sözlü ve yazılı sınavlarda tam not vermişti öğretmenlerim.

Karnemdeki bütün notlarım 10 üzerinden 10’du.

21 Ocak Cumartesi günü, Ereğli'den, Konya-Adana arasında düzenli seferleri olan Toros Ekspresi’ne saat 18:00 de binmiştim. Adana-Mersin arasındaki Yenice İstasyonu'nda aktarma yapacaktım.

Ereğli-Yenice arasındaki yolculuğum süresince zamanda geriye, 29 Haziran 1957 Cumartesi gününe gittim. Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu’nda 4. sınıfı başarıyla tamamlamış, beşinci sınıfa geçmiştik.

Yaz tatiline girer girmez de aile bütçesine katkı için simit satmaya bile başlamıştık kardeşimle.

Mersin’den ayrılabileceğimiz hiç aklımıza gelmemişti.

Ne var ki Misli'den çalışmak üzere gelen tanıdıklardan biri babama, mülkiyeti zaten devlete ait olan, tarlalarımızın hazineye devredildiğini söylemesi üzerine Niğde'ye gitmişti.

Cuma günü Niğde’den dönen babam, mülkiyeti hazineye ait olan, ekim dikim yapamadığımız tarlalarımızı, belki kurtarabiliriz umuduyla, Misli’ye geri dönmemiz gerektiğini söylemişti.

Babamın Bor’da, emekli öğretmen Necati Bey’in elma bahçesinde mevsimlik işçi olarak işe başlaması nedeniyle Misli’ye gitmemiş, Bor Künkbaşı Mahallesi’nde kiralanan bir eve taşınmıştık.

Bor 29 Ekim İlkokulu beşinci sınıfa başlamış, üç ay sonra da zorunlu olarak Misli’ye dönmek zorunda kalmış, ilkokulu Misli'de bitirmiştik.

Misli’den, 1958’de İvriz Ailesine katılırken kardeşim de bir yıl sonra Konya Maarif Koleji ailesine katılmıştı. Kardeşimin de okullu olması üzerine babam anamı Mersin’e almış, göçmen barakalarında yaşamaya başlamışlardı.

Ailem yaklaşık 3 yıl sonra yine Amanosların öteki yüzüne, Çukurova’ya inmek ya da geri gelmek zorunda kalmıştı. Göçler birbirini kovalıyordu. Yerleşik düzene ne zaman geçebileceğimiz konusunda bir ışık görünmüyordu.

Koridorda dolaşmakta olan kondüktörün Yenice İstasyonu'nda inecekler hazırlansın. Uyarısı üzerine toparlandım. Saat 22:00'yi gösteriyordu. Toros Ekspresi'nden inerek Adan-Mersin arasında çalışan banliyö trenini beklemeye başladım.

22:15'te gelen banliyö treni ile 22:45'te Mersin Garı'na ulaşmış ve 23:00 civarında da Göçmen barakalarının çamurlu sokaklarına dalmıştım.

Barakalar arasındaki dar, çamurlu ve karanlık sokaklardan geçerek ailemin oturduğu barakanın kapısını tıklattığımda anam ”Kim O…” diye seslendi. ”Ana ben Mehmet…” deyince kapı açıldı. Babam bir köşede, kazaya kalmış, yatsı namazını kılıyordu.

Anama sarıldım, ellerini öptüm…

Babamın namazını bitirmesini bekledim. Namazını bitirip selam veren babam,

-Hoş geldin Mehmet…Hayır mı oğlum ?

-Hayırdır Baba. Yarıyıl tatiline girdik. Sizleri görmek, hayır duanızı almak için geldim.

-Karne notların nasıl oğlum?

-Bütün derslerden tam not, 10 üzerinden 10 aldım Baba.

Deyince Babamın gözleri ışıldadı, yüzüne büyük bir tebessüm yayıldı.

-Beni ve ananızı çok mutlu ettin oğlum.

Dedi ve yaklaşık bir, bir buçuk saat süreyle Bulgaristan’dan ayrıldığımız 24 Nisan 1951’den başlayarak, destansı bir şekilde göç hikayemizi anlattı bir kez daha.

Sözünü bitirdiğinde gözlerimden uyku akıyordu. Anamın hazırladığı yer yatağına kafamı koyar koymaz uyumuştum.

Babamın destansı göç hikayemiz gece rüyalarımın konusu oldu.

Dondurucu ve karlı bir nisan sabahı Karagözlerden açık bir kamyon üzerinde başlayan yolculuğumuz, yolculuk boyunca anamın şiddetlenen öksürükleri, Edirne Karaağaç Tren Garı, Muhacirhane, ince hastalık teşhisiyle Muhacirhane Hastanesine yatırılan anamdan ayrılmak istemeyen 2 yaşındaki kardeşim Şaban’ın feryatları…

Kan ter içinde bir tarafımdan diğer tarafıma dönerken bu kez kendimi Maraş-Afşin arasındaki Gavur Dağlarına tırmanan bir kamyon kasasında Halil Dedemlerle birlikte buldum.

Halil Dedem ”çocuklar kamyon geriye doğru kayıyor. Uçuruma yuvarlanacağız.” diye feryat ediyordu. Kamyondan atlamıştım ki bu kez de kendimi Ceyhan pamuk tarlalarında buldum.

Pamuk tarlasındaki korunaksız çadırımızda bir sivrisinek bulutu içindeydim. Her yanımı sarmış olan bu arsız sinekler adeta bütün kanımı emmek istiyorlardı.

Dolmuş olan sidik torbamı boşaltmak için çadırdan çıktım. Ama pamuk tarlasında değil, mersin Göçmen Barakalarında, ailemin kaldığı barakadan çıkmıştım.

Sidik torbamı boşalttıktan sonra yine yattım rüyalarımdan uzak kalmak umuduyla…

5 Ocak 2023 Perşembe

İVRİZ'DE RAJ KAPOR'UN AVARE FİLMİ

 

7 Kasım 1959 Cumartesi, İvriz…

İvriz Öğretmen Okulu'nda eğitim çalışmalarının dışında sosyal etkinliklere de büyük önem verilirdi.

Başta özgüvenimiz olmak üzere, yeteneklerimizin ortaya çıkarılması için cumartesi günleri düzenlenen sosyal ve sanat etkinliklerini heyecanla beklerdik.

Başta müzik ve resim olmak üzere; yazarlığa hazırlık, senaristlik, küçük hikâye yazarlığı, tiyatro ve folklor çalışmaları üzerinde önemle durulurdu.

Öğle yemeğinden sonra değişik birim ve yerlerde nöbeti olanlar görev yerlerine gitmişlerdi.

Müzikhane nöbetçisiydim. Yemekhanenin yanından geçerken tatlı ve hummalı bir çalışma yapıldığını gördüm. Zamanım vardı, uğradım. Yemekhane sinema salonuna dönüştürülüyordu.

İçimi tatlı bir sevinç kaplamıştı. Demek ki bu akşam güzel bir film izleyecektik.

İvriz’deki öğrencilerin yüzde doksanı uzak köylerden geldikleri ve yatılı olduklarından ötürü hafta sonu tatillerinde evlerine gitmezler, gidemezlerdi. Bu nedenle de Cumartesi günleri akşam yemeğinden sonra yemekhanemiz bir tiyatro ve konser salonuna dönüştürülürdü.

Düzenlenen hafta sonu eğlenceleri önemliydi. Bu eğlencelerde çeşitli yazarların tiyatro eserleri ya da İvrizli öğrencilerin yazdıkları oyunlar sergilenirdi.

Bazen şiir ve şarkı yarışmaları düzenlenir, arkasından folklor gösterileri olurdu. Bazı hafta sonlarında seçme Türk filmlerinin yanı sıra yabancı filmler de getirilirdi.

Bu hafta sonu çok popüler olan ünlü Hint filmi, Raj Kapoor’un ‘’Avare’’ filminin afişleriyle donatılmıştı yemekhane.

Akşam yemeği sonrasında yemekhane nöbetçilerine yardım edip, sinema salonuna dönüştürdük. İvriz’de düzenlenen sinema etkinliklerine önemsiz sayılabilecek bir bilet ücreti ödeyerek girerdik.

İvriz’in Sinema Kolundaki arkadaşlardan biri film başlamadan önce oynatılacak film hakkında özet bilgiler verirdi. Öncelikle, getirdikleri filmi neden seçtiklerini anlatırlardı.

Bu kez de öyle oldu.

Sinema soluna dönüştürülen salonun sahnesine çıkan Sinema Kolundaki arkadaşımız sessizliğin sağlandığını gördükten sonra mikrofonu eline alarak ‘’İyi ve keyifli bir akşam dilerim arkadaşlar. Neden Avare filmini seçtiğimiz konusunda kısa bir bilgi sunmak istiyorum.’’ Deyip devam etti.

Anadolu’da, hepimizin bildiği olumsuz deyimlerden biri ‘’Fukara bir babanın çocuklarına bırakacağı miras fukaralıktır.’’

Diğer deyimlerden bazıları ise ‘’Suçlu birinin çocuğunun yine suça itileceği’’, ‘’Hırsız bir babanın çocuğu da büyük bir ihtimalle hırsız olacağı’’ ön yargıları toplumumuzca kabul edilmiş ve ettirilmeye çalışılmıştır.

Bu ön yargıların yanlış olduğunun en büyük kanıtı Köy Enstitülerinde ve ardılları olan İlköğretmen Okullarında okuyan bizleriz. Sizlerin babalarınızda olduğu gibi benim babam da bu tür ön yargılara inanmadı. İyi bir eğitimle fukaralığın yenileceğine inandı ve beni buraya gönderdi.

Bütün insanlık tarihi boyunca, bazılarınca, insanlar arasında hiyerarşiler yaratıldı. Başta Hammurabi Kanunlarında olduğu gibi Amerika’nın Bağımsızlık Bildirgesi’nde de hiyerarşi vardı.

Köleler ve siyahiler yüzlerce yıl toplumun pisliği olarak görüldü. Dini ve bilimsel mitler bu ayrımları haklı göstermek için çalıştılar. İlahiyatçılara göre, Afrikalıların Nuh’un oğullarından bir olan Ham soyundan geldiklerini ve babaları Nuh’un Ham soyunu köle olarak lanetlediklerini ileri sürmüşlerdi.

Nitekim ülkemizde de fukaralar, marabalar, yarıcılar değersizleştirilmişti.

Bu akşam sizlere gösterilecek olan ‘’Avare’’ filminde de bu konu işlenmekte ve olumsuz algının doğru olmadığı eğlenceli bir biçimde seyircilerine aktarılmaktadır.

Filmin hem yönetmeni hem de oyuncusu olan Raj Kapoor, sevimli ve şaşkın bir hırsız olarak karşımıza çıkıyor bu siyah beyaz filmde…

Bir suçlunun çocuğunun yine suça itileceği ön yargısını taşıyan dönemin hâkimi Raghunath, masum bir adamı mahkûm etmekten çekinmemişti. Ne var ki eşiyle arası bozulup çocukluğundan beri görmediği kendi öz oğlu Raj çulsuz bir hırsız ve katil olarak karşısına dikilecekti bu filmde.

Tiyatro Kolundaki arkadaşımızın açıklamalarından sonra başlayan Avare filmi dansları, komik sahneleri, mantıksız sekansları ve bazen de gerçekten insani bölümleri ile, kelimenin tam anlamında bir nostalji fırtınası estirirek hepimizi hem güldürdü hem de gözyaşlarına boğdu…


2 Ocak 2023 Pazartesi

1959-60 EĞİTİM VE ÖĞRETİM YILI BAŞLADI

21 Eylül 1959 Pazartesi, İvriz…

Saat 06’da kalk zilinin çalmasıyla birlikte elindeki anahtarlarla demir ranzalara vurarak nöbetçi öğretmen girdi yatakhanemize. Bu kez yadırgamadık kalk zilini ve anahtar seslerini.

İstemeyerek yataktan doğrulup, gözlerimizi ovuşturarak kalktık. Yaz tatili anılarımızı konuşurken farkına varmamış, dün akşam oldukça geç yatmıştık. 

Çabucak giyinip, elimizi yüzümüzü yıkadık. Yataklarımızı düzeltip etüt için sınıflarımızda yerimizi aldık. 

Sınıfımıza yeni bir katılım olmuştu. Akif İken…

Okula yeni atanan ve Türkçe derslerimize girecek olan Şerif İken’in kardeşiydi. Uzun boylu, sarışın, yakışıklı bir çocuktu Akif.

Henüz dersler başlamadığı için ödev ve gözden geçireceğimiz konular yoktu.

Bütün arkadaşlar yaz anılarında başlarından geçen ilginç olayları anlattılar. Ben de en yakın arkadaşım, ki her şeyimi paylaştığım dostum olmuştu, Emin Özkan'a anlattım Konya maceramı.

Kardeşim Mustafa Konya Maarif Koleji’nin açtığı sınavı kazanarak leyli meccani öğrencisi olmuştu. Babam Mersin’de çalışmakta olduğundan kardeşimin kaydını yaptırmak bana düşmüştü. Cumartesi günü kardeşimin kaydını yaptırdıktan sonra trenle Ereğli’ye, oradan da okuluma gelmiştim.

Can dostum Emin, kardeşimin Konya Maarif Kolejine parasız yatılı öğrenci olarak gitmesine çok sevinmişti.

Etüt bitiş zilinin çalmasıyla birlikte sabah kahvaltısı için yemekhaneye girdiğimizde tam bir bayram havası ile karşılaştık. Bütün arkadaşlar tekrar İvriz’de buluşmanın mutluluğunu yaşıyor ve bunu şölen havasında kutluyordu.

Köy Enstitüleri ve ardılları olan İlköğretmen Okulları bize okul ve eğitimin kurtuluş olduğunu öğretmişti. Tatiller yerine okullarımızda bulunmak ve üretmek mutluluktu…

Sabah kahvaltımızdan sonra Bayrak Töreni alanında toplandık. Başta nöbetçi öğretmenlerimiz ve nöbetçi öğrenciler olmak üzere, bütün okul öğretmenleri yerini aldıktan sonra Okul Müdürümüz Kamil Açan ve yardımcıları da yerlerini aldılar.

Kamil Açan tören alanını alıcı gözle süzdükten sonra, işaretiyle birlikte, okul bandosunu eşliğinde İstiklal Marşı, ardından Andımız okundu.

‘’Günaydın Arkadaşlar.’’ Diyen okul müdürümüz aramıza yeni katılan birinci sınıf arkadaşlarımıza ‘’Hoş Geldiniz.’’ Dedi. Okulun kurallarını, eğitim ve öğretimin temel amacın anlattıktan sonra, eski öğrencilere, bizlere dönerek ‘’Kardeşlerinize sahip çıkın ve her konuda onlara yardımcı olacağınız gibi örnek de olun.’’ Uyarısında bulundu. 

İkinci sınıfa geçmiş olan bizler de ağabey sınıfına yükselmiştik.

Bayrak töreninden sonra efsane öğretmenimiz Mehmet Karaman  ‘’Milli oyunlarımızla açılışı taçlandıralım arkadaşlar.’’ Dedi. Benim de akordeon çaldığım okul bandosunu yöneten Kemal Çuhalılar’ın işareti ve Davulcu Rahmi Ayaz’ın tokmağını davula vurmasıyla birlikte oyunlar başladı.

19 Mayıs 1959 yılı Gençlik ve Spor bayramında Ereğli stadyumunda görsel bir şölen sunan arkadaşlarımız bu kez bizlere aynı duyguyu tattırdılar.

Oyunlardan sonra büyük bir mutluluk ve coşku ile sınıflarımıza giderek ders yılına başlangıç yaptık. İlk derste yine sınıf başkanı seçildim.

Dersimize yeni gelen öğretmenlerimizle tanıştık. 1959-1960 Eğitim ve Öğretim yılına başlarken İvrizli olmanın mutluluğunu yaşadık kısaca…


BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...