11 Eylül 2023 Pazartesi

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM


15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul...

Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a gittim. Perili Köşk olarak tanımladığım okulumu, arkadaşlarımı ve öğretmenlerimi özlediğimi hissettim.

Her yarım saatte bir kalkan Kamil Koç otobüslerinden birine bindim saat 09:00'da. Yaklaşık 9 saatlik bir yolculuktan sonra, saat 18:00'de Sirkeci Garı civarında otobüsten inip, çevreyi gözden geçirdim.

Anadolu ve Trakya'dan gelen bütün şehirlerarası otobüslerin son durağı Sirkeci ve Gar çevresindeki ara sokaklardı.

Ara sokaklardan boynuzlu otobüslerin kalktığı Sirkeci Garı Meydanı'na geldim. Bindiğim otobüste içim içime sığmıyordu. Çapa'ya ulaşmak istedim bir an önce.

Otobüsten indiğimde, Millet Caddesi'nin karşısına geçerek, 2 yıl okuma şansımı yarattığım Çapa Öğretmen Okulu anıtsal binasına, Perili Köşkümüze, hasret giderircesine uzunca bir süre baktım.

İlk kez 11 Eylül 1961 Pazartesi günü böyle bakmıştım bu anıtsal yapıya. İvriz Öğretmen Okulu'ndan gelmiştim Müzik Semineri giriş sınavları için.

''Öyle sanıyorum ki, benim gibi birçoğunuz, girmekte olduğunuz bazı binalara hayran hayran bakarken bulursunuz kendinizi.'' Demiştim içimden. İstanbul Çapa Öğretmen Okulu binası da bunlardan biriydi.

*****

Cephesindeki göz alıcı çinileri ve anıtsal giriş kapısıyla hayranlık uyandıran bu anıtsal yapıya bu kez, sevgilisine kavuşan biri edasıyla girdim. Yine kırmızı halılar ve büyük yaldızlı Venedik Aynaları karşıladı beni…

Bir süre muhteşem Venedik Aynalarını ve kendimi seyrettikten sonra Müdür odasına yöneldim. Giriş kapısının sol tarafında ''Müdür: Canip AKIN'' yazıyordu. Niyazi Akşit'in yerini almıştı demek.

Kapısını tıklatarak girdiğimde, okul müdürü Canip Akın ile yardımcılarından Muzaffer Danışman masa üzerine eğilmişler bir konuyu tartışıyorlardı.

Önce algılayamadılar beni. Doğrulup alıcı gözle baktıklarında Muzaffer Danışman tanıdı beni. Çok sevdiği öğrencilerinden biriydim. Eksiklerim olsa da yazılı kağıtlarıma tam not, 10 verirdi.

-Oooo. Gözlerime inanamıyorum. Akıncı sen misin, Hoş geldin.

-Hoşbulduk öğretmenim.

Dedikten sonra Canip Bey'in de ellerini öptüm. Kim bu öğrenci der gibi Muzaffer Hanıma baktığında,

-Müdür Bey, tanıştırmayı unuttum. Mehmet Akıncı çok sevdiğim öğrencilerimden biri olup, iki yıl Müzik Semineri öğrencisi olarak bu çatının altında eğitim gördü. Geçen yıl Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi'ne göndermiştik.

-Hoşgeldin evladım. Anlat Bakalım Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi'ni. Lise Diploması alabildin mi?

-Oldukça zorlanmama rağmen, iyi derece ile Lise Diploması aldım Müdür Bey. Böylece Üniversite sınavlarına girme şansını yakaladım. Ardından da, yaşamımda çok önemli bir yeri olan Çapa Öğretmen Okulu'nu, Peri Köşkümüzü, ziyaret ederek öğretmenlerime ve idareye olan vefa ve minnet duygularımı ifade etmek için geldim.

Bu arada Canip Akın, hizmetli düğmelerinden birine basmıştı. Bir süre sonra gelen okul görevlilerinden Mustafa Beye,

-Mehmet Akıncı eski öğrencilerimizden biridir. Yatakhanede boş yataklarından birini hazırla lütfen.

-Ben de tanıdım kendisini. Hemen hazırlarım Müdür Bey. Yarım saat sonra hazır olur.

Uzunca bir süre Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi ve uygulamalarından söz ettim. Yatak hazırlayan görevlinin gelmesi üzerine, izin isteyerek en üst kattaki yatakhaneye çıktım.

Bavulumu yerleştirip, elimi yüzümü yıkadıktan sonra, pencereden Millet Caddesi'ne baktım bir süre. Millet Caddesi'nden gözümü ayırıp saate baktığımda ''yemek saati olmalı'' diyerek aşağı indim.

Yemekhanede sınıf arkadaşlarımı aradı gözlerim. İbrahim Kazan, Erol Güven, Ergül Yıldırım, Muammer Tomris, Kadir Karkın, İvriz'den arkadaşım Akif İken, Nezahat vardı. Önce İbrahim Kazan gördü beni. Ayağa kalkarak,

-Arkadaşlaaar...Gözlerime inanamıyorum. Mehmet Akıncı burada.

Deyince hepsi ayaklandı. Sarmaş dolaş ve hasret giderdikten sonra, her kafadan bir ses çıkarken yemeklerimizi yedik. Ardından ders yaptığımız eski sınıfımıza giderek, eski anılardan söz ettik uzunca bir süre.

Şekip Oğuz ile Lütfiye evlenmişlerdi. Lütfiye İstanbullu olduğundan, varlıklı sayılabilecek ailesi, çifte kumrulara ayrı bir ev açmışlardı.

Zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmamıştık. Gece yarısını geçerek yataklarımıza girebildik.

Rüyamda yine keman çalıyordum...

16 Ağustos 2023 Çarşamba

AYÖO OKULU HAZIRLIK LİSESİ MEZUNU OLDUM


13 Haziran 1964 Cumartesi, Ankara...

Sevinç ve mutluluktan adeta kanatlandım, uçuyorum. Uçuyorum çünkü üniversiteli olma hayalime bir adım daha yaklaştım.

Geçen hafta Hazırlık Lisesi Bitirme sınavları tamamlandı ve sonuçlar bugün açıklandı.

Tam da tahmin ettiğim gibi, iyi derece ile AYÖO Hazırlık Lisesi Diploması almaya hak kazandım. Böylece bir hayalim daha, üniversiteli olma hayalim, gerçekleşiyor.

Çok mutluyum. Mutluluğumu ''Anı Defterim'' ile paylaşmalıyım. Sakin ve rahatsız edilmeyeceğim bir yer bularak defterimi açıyorum.

Birden zamanda geriye, 1951 yılına kadar giderek yazmaya başlıyorum.

*****

24 Nisan 1951'de Bulgaristan Karagözler Köyü'nden, karakışın olduğu bir sabah açık bir kamyon kasasında, Şumnu'ya hareketle başlamıştı Türkiye'ye göç hikayemiz.

Aradan geçen 12 yıla ne çok şey sığdırmışız.

Titreyerek ve koyunlar gibi birbirimize sokularak 6 saat bekledikten sonra, Şumnu Garı'nda kara tren vagonlarına binmiş, 26 Nisan 1951'de Karaağaçtan giriş yapmıştık Türkiye'ye.

Muhacirler ayrıntılı bir muayeneden geçirilerek; tüberküloz, soğuk algınlığı, ishal ve kızamık gibi bulaşıcı sağlık sorunlarının olup, olmadığı araştırılıyordu. Anama ince hastalık teşhisi konularak revire gönderilmişti. İki yaşındaki kardeşim Şaban'ı anamdan zor ayırmışlardı.

27 Nisan Cuma günü düzenlenen ve doğum kağıdı adı verilen kimlik bilgilerimizde, başta değişen soyadlarımız olmak üzere, meslek ve yerleştirileceğimiz yerler yer alıyordu. Biz Maraş İl emrine verilmiştik.

Edirne'ye girdiğimizde ''Ahmet Mustafa Durgud'' ailesiydik. Bundan böyle Ahmet Akıncı Ailesi olarak Türkiye'de yer alacaktık.

27 Nisan 1952 tarihine kadar geçerli olmak ve doğum kâğıdı yerine geçmek üzere, bütün Karagözlülere muhacir kâğıdı verilmişti.

Bu arada, doktorlar anama koydukları ince hastalık-verem teşhisi nedeniyle, en az 2 ay, misafirhane polikliniklerinde tedavi görmesi gerektiği, yolculuk yapamayacağı, babamın da refakatçi kalacağını bildirdiler Halil Dedeme.

Biz, 5 yaşındaki kardeşim Mustafa ile 2 yaşındaki kardeşim Şaban Halil Dedmlerle birlikte Maraş'a gidecektik. Bu ayrılık 2 yaşındaki kardeşimiz Şaban için çok zor olacaktı...

Sahi, Maraş nerede, nasıl bir yerdi acaba?

Edirne Karaağaç Garından hareketle, dört gün süreyle, yaklaşık 1300 km yol alarak ulaşmıştık Maraş İline. Maraş'ta 3 gün konakladıktan sonra, birlikte geldiğimiz Karagözlü 10 ailenin herbiri Elbistan Alevi Kürt köylerinden birine yerleştirlmek üzere, Elbistan Kaymakamlığı emrine gönderilmiştik.

Elbistan Kaymakamlığı da,  Dedem Halil Kurtuldu, 7 kişilik ailesi ve 3 torunuyla, Elbistan’ın yaklaşık 50 km doğusundaki Karahasanuşağı köyüne gönderiliyordu.

Karasal iklimin etkisindeki köy, Ceyhan Nehrinin kollarından biri olan Söğütlü Çayı’nın, V şeklindeki, iki yakasına kurulmuştu. Arazi yapısı, hayvancılık için elverişli ancak tarım arazisi yoktu.

Halil Dedem ''biz burada aç kalırız çocuklar'' demişti daha ilk görüşte. Üstelik, konut olarak da, kapı ve penceresi olmayan hayvan ağılı gösterilmişti.

En kısa sürede, Elbistan ve köylerinden kaçmalıydık ama, Edirne'de tedavi görmekte olan anamla refakatçisi babam gelmeliydi.

Bu arada iki yaşını yeni bitirmiş olan kardeşim Şaban yolculuk boyunca iyice üşütmüş olduğundan öksürük nöbetleri de artmıştı. Her geçen gün durumu daha da kötüleşiyordu. ‘’ anamı isteriiiim, ille de anamı isteriiiim’’ diye tutturuyor, debeleniyor ve ağlıyordu…

7 Temmuz 1951 Cumartesi günü anamla babama kavuşmuştuk. Yaklaşık 2 ay sonra da olsa, Edirne’den gelen anamla babama kavuşmak harika bir duyguydu. Özellikle, 2 yaşındaki kardeşim Şaban için daha iyi bir ilaç olamazdı.

Boşuna dememişler di ”analı kuzu, kınalı kuzu” diye…

Akıncı Ailesinin şansına da Hasanalili-Hasanköy düşmüştü. Hasanköy, Karahasanuşağı köyünün yaklaşık 3 km doğusundaydı ama aralarındaki yüksek platolar, derin vadiler ve geçit vermez boğazlardan ötürü 10 km’lik yolculuktan sonra Hasanköy sınırlarına girmiştik.

Köyün arazi yapısı belki hayvancılık için elverişli olabilirdi. Ancak tarım arazisi yok denecek kadar azdı. Halil dedemin dediği gibi, Elbistan köylerinde bize iş, aş, ekmek yoktu…

Ne diye Elbistan köylerine verilmiştik ki?

Hasanköy'e geldikten 21 gün sonra, 2 yaşındaki Şaban'ımızı toprağa verdik. Bardağı taşıran son damla oldu.

Çukurova'dan gelip, pamuk tarlalarında çalışacak ''mevsimlik işçi'' arayan bir ''elçi'' ve sağladığı bir kamyonun kasasında, 25 Ağustos 1951 Cumartesi günü Elbistan köylerinden ayrıldık diğer Karagözlülerle.

26 Ağustos 1951 sabahı, Beyaz Altın olarak tanımlanan pamuk tarlalarında işbaşı yapmıştık.

Elbistan köyleriyle Çukurova arasında olanca heybetiyle duran Amanoslar; yoksulluk ile varlık, kıtlık ile bolluk, yaşam ile ölüm arasında duran bir sınırdı sanki. Aşamayanlar yokluk ve sefalet çekerken, aşabilenler varlık, bolluk ve yaşam kavramlarıyla haşır neşir oluyorlardı.

Öyleydi ama Akçasaz Bataklıkları ve çevresinde oluşan bulut gibi sivrisinekler, çocuklarla yaşlıların canlarını almayı sürdürüyorlardı. Kurbanlardan biri de Halil Dedem olmuştu.

Eylül sonunda pamuk hasadı sona ermiş; yersiz, yurtsuz, işsiz kalmıştık. Bizlere acıyan ''elçi'' bir günlük bir araştırmadan sonra, Adana'nın kazası Osmaniye'de yerfıstığı hasadı ile bağlantılı iş buldu.

Hasadı yapılmış, kurutulmuş yerfıstığının, çerez olarak kullanılabilmesi için, kabuklarından ayrılması gerekiyordu.

Benim güçsüz parmaklarım buna uygun olmadığı için, yer fıstıklarını kabuklarından dişlerimle ayırıyordum. Bu tür bir ayırma işleminin yaşlılık dönemlerinde dişsiz kalacağımı bilemezdim.

Aralık 1951'de yerfıstığı hasadı da sona erince yine yersiz, yurtsuz ve işsiz kalmıştık.

Babamla birlikte diğer aile büyüklerinin yaptıkları araştırmalar sonucunda, Osmaniye’nin yaklaşık 30 km kuzeydoğusunda olan Yeşilova Köyünde, 1936 yılında gelen Karagözlülerden Ömer Dayı bizlere sahip çıkarak, köyde kışlayabileceğimizi söylemişti.

1952 yılının Haziran ayı sonuna kadar Yeşilova'da konakladık.

Her nasılsa, Ömer Dayının yaptığı araştırmalarda, 17.10.1951 tarih ve 3-13828 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına kabul edilmiş, Niğde merkez köylerinden bir olan Misli (Konaklı) Köyü'nde, mülkiyeti devlette olmak üzere işlenecek toprak verileceği öğrenilmişti.

İlk çiftçilik denememizin hüsranla sonuçlandığı, ilkokul birinci sınıfa başladığımız Misli'de de tutunamayacaktık.

Sırasıyla Osmaniye'de ilkokul ikinci sınıf, Mersin'de üçüncü ve dördüncü sınıflar, Niğde Bor'da beşinci sınıfa başladıktan 3 ay sonra, dönmek zorunda kaldığımız Misli'de ilkokulu bitirecektik.

Bu aşamadan sonra, Misli İlkokulu Başöğretmeni ve sınıf öğretmenimiz Bayezit Tuna'nın yönlendirmesi ve yardımlarıyla İvriz Öğretmen Okulu ''parasız yatılılık sınavlarına'' girmiştim.

İvriz'de 3 yıl eğitim gördükten sonra İstanbul Çapa Müzik Semineri sınavlarına katılmıştım. İki yıl eğitim gördüğüm Çapa Müzik Semineri'nden sonra da Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi'ne gelmiş ve lise mezunu olmuştum...



15 Ağustos 2023 Salı

AYÖO HAZIRLIK LİSESİ DÖNEMİ BİTTİ

31 Mayıs 1964 Pazar, Ankara...

Geçen hafta, kurtarma yazılı ve sözlüleriyle, 1963-64 Eğitim ve Öğretim yılı fiilen sona erdi.

Korkulu rüyam olan Cebir ve Geometri derslerimin ortalaması 8 oldu. Bu demektir ki ''İyi Derece'' ile Lise Diploması alabilecek duruma geldim.

Geldim diyorum çünkü henüz hiçbir şey bitmedi. Önümüzdeki hafta bitirme sınavları var.

Birinci ve ikinci yarıyıl notlarınız ne olursa olsun, bitirme sınavlarında da geçer not almak zorundasınız. Öyle ki, bitirme sınavları soruları bütün yıl gördüklerimizi kapsayacak biçimde düzenleniyor.

Bizim, Lise Bitirme Sınavları dediğimiz uygulama, Osmanlı döneminde “Olgunluk sınavları'' olarak uygulanıyordu. Osmanlı döneminde ilk kez Mektebi Sultani'de (Galatasaray Lisesi'nde) 1869 yılında uygulanmaya başlanmıştı. 1955 yılında olgunluk sınavı yerine lise bitirme sınavları getirildi.

Liseyi bitirip de yüksek öğrenim yapmak isteyenlerin akademik olgunluğunu anlamak için düzenlenen ve uygulanan sınav, bana göre, eğitimin geleceği açısından oldukça yararlıydılar.

Lise mezunu sayısının az olduğu cumhuriyetin ilk yıllarında öğrencilerin liseden mezun olmaları üniversiteye girmeleri için yeterliydi.

Liseden mezun olmaları içinse 1926-1935 yılları arasında sözlü olarak uygulanan “Lise Mezuniyet Sınavı”ndan başarılı olmaları yeterliydi. 

1935 yılından itibaren liseden mezuniyet sınavını vererek mezun olmayı başarabilen öğrenciler eğer üniversiteye gitmek isterlerse Milli Eğitim Bakanlığı(MEB) tarafından düzenlenen “Devlet Olgunluk Sınavı”na girmeleri gerekmekteydi.

1955 yılında ise bu iki sınav birleştirilerek “Devlet Lise Sınavı” adı altında tek aşamalı bir sınav olarak birleştirildi.

1958 yılına gelindiğinde 23 yıllık MEB’in hazırladığı ortak soru sisteminden vazgeçildi. Her lise kendi sınavını yapmaya başladı.

Bu sınavın sonucu, başvuru sırasında üniversite tarafından değerlendiriliyordu. Talep sayısı kontenjandan azsa üniversite başvuran herkesi alabiliyordu. Fazla olduğu durumlarda ise; başvuru sırası, lisede yapılan sınavın durumu gibi kriterler devreye girse de zamanla her fakülte kendi sınavını yapmaya başladı.

Ancak, her fakültenin kendi sınavını yapması zamanla bir takım sorunları beraberinde getirdi. Şansını olabildiğince çok denemek isteyen öğrenciler sınavdan sınava koşturmaya, sınavların çakışması durumunda tercih yapmak durumunda kaldılar.

İlk kez bu yıl, bizim dönemimizde, Merkezi Sınav Sistemi uygulanacak. Öğrenciler, Ankara'daki bir sıvadan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi sınavları için İstanbul'a gitmek zorunda kalmayacaklar.

Uygulama yaralı mı zararlı mı? Sorularının yanıtları yıllar sonra ortaya çıkacak..

14 Ağustos 2023 Pazartesi

AYVAZ GÖKDEMİR VE LAİKLİK DÜĞÜMÜ


3 Mayıs 1964 Pazar, ÜKD Ankara...

Sınavlar, ödevler, etüdler ve derslerden çok bunalmış biri olarak, manevi desteğe ihtiyaç duydum. Sabah kahvaltısından sonra, manevi dünyamız olarak tanımladığımız, Üniversiteliler Kültür Derneği'ne geldim.

Geçtiğimiz haftalardaki sohbetlerimizin önemli bir bölümü Din ve Dindarlık kavramları üzerineydi. Bu sohbetlerde ulaştığımız en önemli sonuç, karşılaştığımız problemlere çözüm arayışlarında, ilk başvuru kaynaklarımız Ayetler ve Hadisler olacaktı.

Bugünkü sohbet konumuz, İslama aykırı olan ''Laiklik'' kavramı üzerineydi.

Toplantı odamızda herkes sıralara oturduktan sonra kürsüde yerini alan Ayvaz Gökdemir, ''Sevgili Din kardeşlerim, ülküdaşlarım, kardeşlerim. Bugünkü sohbet konumuz ''Laiklik Düğümü''

Kafalarınızda bazı soru işaretleri kalmasın diye, önce Hristiyan Batı ülkeleriyle Amerika'da kabul edilmiş olan ''Laiklik'' kevramı üzerinde durmak istiyorum.

Batı’da hür düşünce, Kilise ve Engizisyon Mahkemeleriyle ile boğuşa boğuşa gelişti. Sonuçta Batılı, Kilisenin her türlü baskısını kırarak, Devletin Dini olmaz dedi. Kilise ve bağlı kuruluşlarını, inananların ahiret işleriyle görevli bir kurumu haline getirdi.

Böylece Din, sadece “Allah’la kul arasında bir vicdan meselesi” olarak görüldü. Laiklik; Batı ülkelerinde bilimin gelişmesinin hem sebebi, hem de sonucudur.

Öyledir çünkü, Bilim ve hür düşünce, kilisenin ve papazların kurduğu maddi ve manevi sultaya, zulüm ve batıla karşı laikliği savundu.

Laikliğin kabul ve yerleşmesi de bilim ve tekniğin gelişmesini sağladı.

Bu sonuç, Hristiyan Batı’nın, tamamen kendine özel koşularından doğmuş bir oluşumdu. Olumlu sonuçlar doğurdu.

Bize gelince, ilim ve tekniğine muhtaç olduğumuz, medeniyette örnek aldığımız Batı Laik olduğuna, dünyevi işlerinde dini kovarak geliştiğine göre, mede­niyetçe gelişmek için bizim de aynı yolu izlememiz gerektiği, başta Gazi Mustafa Kemal ve aydınlarımız tarafından zorunlu göründü.

Oysa Biz Hristiyan değil, Müslüman’ız. Bizim Dinimizde, Hristiyan Avrupasının olumsuz koşullarının hiçbiri, ne aslında ne de 1300 küsur uygulamasında, yoktur.

Hristiyanlık dünyasında “Allah’la kul arasında bir vicdan sorunu” olarak, tamamen kişisel ve uhrevi olarak görülmeye uygundur.

Ancak İslamiyet, “Bu dünyayı güzelleştirmek için bütün varlıklarıyla Ademoğullarını görevlendirmiştir.

Toplumu ve Anayasası Kuran olan ülkeleri refah ve saadete kavuştu­ran; sosyal, ekonomik, hukuki ve ahlaki en güzel hükümleri bildiren ilahi bir nizam” olması bakımından İslam, böyle bir dünya-ahiret ayırmasını kabul etmez, edemez.

İslami hüküm ve uygulamaları hem bu dün­yamız hem de öte dünyamız içindir. Bu nedenle, Batı anlamında bir Laiklikle İslamiyeti dünya işlerinde yok saymak kabul edilemez.

Batı anla­mında bir Laiklik Türk İslam Cemiyetinde uygulamaya konuldu mu, bu fiilen İslamiyetin, en azından bazı hükümlerinin, iptali anlamına gelir.

Oysa İslam imanı bir bütündür; Kur’an-ı Kerim’in bir hükmünü iptale kalkışmakla bütününü inkâr ya da yok saymak arasında bir fark yoktur.

Öte yandan bizim Laiklik uygulamamız, Batı’yı taklit gayretinden doğmuş olmakla beraber, her basit ve dıştan taklit gibi eksik, yanlış, gülünç kalmış ve zararlı olmuştur.

Laiklik düğümü çözülmeden Türk’ün Dini ve Manevi, yani İslami gelişmesi müm­kün değildir. Hâlbuki kaderimiz bu gelişmeye bağlıdır.

Annenin damarlarını zorlaya­rak coşkunca gelen süt, çocuk için ne ise bu toprakları bize vatan yapan imanın yeniden, damar damar, ana memesindeki helal süt gibi feyizle fışkırması da bizim için odur.

Çözülmesi gereken sorun Devrim niteliğindedir. Bunu kimden beklemeli?

İşte Türk siyasi hayatının yol ve yön gösterici ana ölçülerinden biri bu sorunun cevabındadır.

Dernekten ayrılıp okula dönerken kafamda ''Ayvaz Gökdemir ve Üniversiteliler Kültür Derneği'nin ''Atatürk Devrim ve İlkelerine karşı kurulmuş olabileceği'' kuşkusu doğduysa da dersler ve sınavlar bu kuşkunun yerini aldı.

Akşam etüdleri başladığında kafamda sadece yılsonu sınavlarının yanı sıra liseyi bitirme, üniversite giriş sınavları vardı.

Üniversiteli oluncaya kadar Ayvaz Gökdemir ve Üniversiteliler Kültür Derneği'nden uzak kalmalıydım.

ANKARA YENİŞEHİR SİNEMALARI (1939-1963)


25 Nisan 1964 Cumartesi, Ankara...

Bugün öğle yemeğinden sonra can dostum Yaşar Samyeli ile Kızılay Atatürk Bulvarı üzerindeki Büyük Sinema'da en arkadaki sırada yerimizi aldık.

Üçüncü gong sesinden sonra, başlayacak olan filmle, bir başka boyuta geçmeye hazırız Yaşar ile. Karşımızdaki bordo renkli kadife perdenin açılmasıyla başlayacak yolcuğun heyecanı içindeyiz.

Perdeye yansıyan ışığın içinde uçuşan toz parçacıkları, aklımdaki derslerle ilgili, düşünce bulutlarını da dağıtıyor. Salondaki herkesle birlikte, büyülü dünyaya yapacağımız yolculukta, aynı gemideyiz.

Hepimiz aynı yolculuğu yapsak da, aynı filmi izlesek de, yolculuğun sonunda yükleyeceğimiz anlamlar farklı olacak.

Işıklar söndü ve bir başka boyuttaki yolculuk başladı...

*****

Cumhuriyetin ilk yıllarında başkente yaraşır bir kent planlaması düzenlenlenmiş, yarışmayı kazanan Prof. Dr. Hermann Jansen’in projesine göre biçimlendirilmeye başlanmıştı.

1929-1939 yılları arasını kapsayan Jansen Planı’nda, planlamanın motorlu taşıtlara uygun olmasının yanı sıra yeşil alanlar, parklar yapılması amaçlanmış, Güvenpark ve Kızılay bölgesi yerleşimi düzenlenmişti.

Böylece Ankara halkının kültürel etkinlik ve sinema tutkusunun merkezi konumunda olan Ulus semti de yerini yavaş yavaş Kızılay’a bırakmaya başlamıştı.

Ankara’daki sinema salonlarının artması ve gösterime giren birçok filmle birlikte Ankaralıların sinema tutkusu da büyüyordu.

1949 yılında açılan Büyük Sinema ise Ankara’nın en önemli protokol mekânlarından birisi olmuştu.

Ünlü film yıldızlarının galalara katıldığı, yerleri kırmızı halı ile kaplı, özel localara sahip 1600 kişilik bu sinema idi. Ayrıca konserler ve toplantıların da yapıldığı Büyük Sinemanın üst katında, bir madam tarafından işletilen, bir de pastane yer almaktaydı.

BÜYÜK SİNEMA:

1949 yılında Cumhurbaşkanı İnönü tarafından açılışı yapılan Büyük Sinema, ''Ankara’ya farklı tatlar getirmiş, bambaşka bir dünya yaratmıştı'' yorumları yapılmıştı ilk açıldığı günlerde.

Anafartalar Caddesi’ndeki Yeni Sinema gibi, onun da bir “Madam”ı vardı. Bir Beyaz Rus olan Madam Marika Larissa, sinemanın üst katındaki “Büyük Pastane”yi işletiyordu.

Her gün kendisi gibi Beyaz Rus olan yardımcısıyla birlikte sabah erken saatlerde pastanesini pırıl pırıl temizletir, müşteriler gelmeye başlamadan hazırlıkların tamamlanmasına özen gösterirdi.

Yıllar boyu hasır koltuklarında nice anılar yaşanmış olan “Büyük Pastane”, o dönemlerde başkentin en seçkin buluşma noktalarından biri kabul ediliyordu.

1950-1955 senelerinde piyanist Yaşar Güvenir ve bazı ses sanatçılarının katılımlarıyla burada çok nezih yılbaşı eğlenceleri düzenlenmişti.

Sahnesinin üstünde yükselen, Turgut Zaim imzalı “Halay Çeken Kızlar” panosu, şık fuayeleri, dekorasyonundaki bin bir özen, onu eski Ankara sinemaları içinde çok özel ve ayrı bir yere taşımıştı.

Üstelik bir protokol sinemasıydı Ulus. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü için yapılmış, özel bir locası vardı.

Her tarafı kadife kaplı, şahane koltukları olan bu özgün locada, İnönü’nün filmdeki sesleri rahat duyabilmesi için özel bir hoparlör sistemi bulunuyordu.

ULUS SİNEMASI:

1939 yılında, Soysal Apartmanı’nda açılan Ulus Sineması, kentin Yenişehir’de açılan ilk sinemasıydı.

Işık sistemi, sıcak ve soğuk hava tesisatı gibi birçok yeniliği barındıran Ulus Sineması'nda dönemin en beğenilen yabancı filmlerini izlemek mümkündü.

Ulus Sineması’nın açılışı, kültürel etkinliklerin Ulus’tan Kızılay’a kayması sürecini de başlatmıştı.

Ankara’nın yüksek sosyetesi için vazgeçilmez iki gece kulübünden birisi, Süreyya Gazinosu yine Kızılay’da, şimdiki Soysal İşhanı'nın bodrum katındaki Süreyya Gazinosuydu.

Nezih, popüler ve güzel döşenmiş bir mekandı. 1942 yılından 1963 yılına dek hizmet veren gazinoya ancak özel kıyafetlerle girilebilmekteydi.

ANKARA SİNEMASI:

1943 yılında, Sıhhiye Meydanı’ndan Necatibey Caddesi’ne girişte sağ tarafta İş Bankası iştiraki olarak açılmıştı Ankara Sineması.

Toplam seyirci kapasitesi bin 100 kişiden fazla olan üç katlı sinemada, sinema perdesi orta katın karşısına denk gelmişti.

Alt ve balkon katta oturanlar filmi izlemekte zorlanıyorlardı. Ancak uyguladığı indirimli biletleri nedeniyle, üniversite öğrencileri tarafından tercih edilmekte, seyirci sayısını olumsuz etkilemiyordu. 

1949 yılından sonra bir süre de tamamen Ankara Sinema İşleri Limited Şirketi tarafından işletilen sinema sonrasında el değiştirdi.

ATATÜRK BULVARI KAFE VE PASTANELERİ

Kızılay’daki Atatürk Bulvarı’nda, hareketli yaşamı desteklemek üzere, çok sayıda pastane de bulunmaktaydı.

Eski adıyla Uçar Sokak olan, İzmir Caddesi’ne girerken solda Kutlu ve sağda Özen Pastaneleri bunlardan ikisiydi,

Salt pastane işlevinde olan Özen Pastanesi'ne karşınolmasına karşın, Kutlu Pastanesi oldukça şık döşenmiş bu mekandı.

Kutlu Pastanesi'nde, akşamları 16.30-18.30 saatleri arasında viyolonsel ve piyano eşliğinde oda müziği yapılmakta, hafif batı müziği çalınmaktaydı.

Daha çok genç çiftlerin geldiği, müzik dinlenilen bir mekân olan Kutlu’da, ayrıca ayda bir, şiir ve edebiyat matineleri düzenlenmekteydi.

Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı, Nurullah Ataç ve Ahmet Kutsi Tecer’in katıldığı edebiyat tartışmaları, edebiyat severler için, dillere destandı.

Bir başkaydı Ankara’nın Yenişehir Semti…

13 Ağustos 2023 Pazar

GENÇ BAŞKENTİN YENİ SOSYAL MERKEZİ YENİŞEHİR

1950'lerde Ankara Yenişehir

19 Nisan 1964 Pazar, Ankara...

Peşpeşe gerçekleşen sınavlardan, iyi derecede lise diploması almamı sağlayacak sonuçlar almaya başladım. Moralim düzeldi. Yaşadığım kent, Başkent Ankara'ya odaklanma fırsatı yarattım.

1951'de, Ceyhan pamuk tarlalarında kantarda görevli, mevsimlik işçi üniversiteli Muzaffer Abinin ''gerçek bir üniversiteli olmanın yolu, kentin kütüphanelerinden ve kentle bütünleşmeden geçer.'' sözü hep rehberim oldu.

Buna, Çapa Öğretmen Okulu'ndaki Tarih Öğretmenim Niyaz, Akşit'in, ''kentle bütünleşebilmek için, önce tarihini öğrenmen sonra da tüm eski kent merkezini yürüyerek gezmelisin'' sözlerini rehber edindim. 

Önce Ankara'nın Başkent oluşu ve gelişimiyle ilgili bilgi topladım. Sonra da Ankara'nın ilk siyasi ve ekonomik merkezi olan Ulus Meydanı ve çevresini gezerek tanımaya çalıştım.

Sıra Ankara'nın yeni ekonomik ve sosyal merkezi Yenişehir Semtini tanımaya ve anlamaya gelmişti.

Cumhuriyet'in ilk yıllarında, günümüzdeki Sıhhiye bölgesinde 150 hektarlık bir alanın, Yenişehir adıyla, planlaması yapılır ve bazı bakanlıklar bu bölgeye yerleştirilir.

Yenişehir bölgesi yapılaşmaya başlar. 1920’lerden itibaren bahçeli evler inşa edilir. Yenişehir’de yeni yaşam biçiminin temsil edildiği en önemli mekân, sonradan Kızılay adını alacak olan, Havuzbaşı Parkı'dır.

Ortasında, Barok bir heykel grubunun taşıdığı çanaktan sular dökülen bir havuz vardır. Meydana adını veren bu havuzun yer aldığı alanda gezilmekte, oturulmakta ve konserler izlenmektedir.

Havuzbaşı'nın açıldığı büyük meydan, 1927 yılında Kurtuluş Meydanı adını alır. Meydana, 1929 yılında Kızılay Genel Merkezi binası yapılınca Havuzbaşı bölgesi Kızılay Parkı, meydan Kızılay Meydanı, Yenişehir ise Kızılay olarak anılmaya başlar.

İzmir Caddesi, Sakarya Caddesi, Yüksel Caddesi, Karanfil Sokak ve diğerlerini içine alan Havuzbaşı, Kızılay Meydanıdır artık.

Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren önemli bir konumu olan Kızılay, yıllar içinde pek çok kez dönüşüm geçirse , Başkent'in merkezi olma özelliğini hiç yitirmedi.

Ulus Meydanı’nın resmi kimliğinin aksine, sivil kullanımlar için düzenlenmiş olan Havuzbaşı ki Kızılay Meydanı olacaktır zamanla, Cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle Yeni Ankaralılar tarafından yoğun olarak kullanılmıştır.

Atatürk Bulvarı’nda yürüyüş yapan kentlilerin, Havuzbaşı’nda dinlenenelerin ve bazı etkinliklerin, haber ve fotoğrafları dönemin günlük gazetelerinde sıkça yer almaktaydı.

Kızılay Genel Müdürlüğü’nün yapılmasının ardından küçülerek Kızılay Parkı adını alan bu alanda, Riyaseti Cumhur Bandosu’nun, 1929 yılından başlayarak verdiği akşam konserleri Ankaralılar tarafından yoğun ilgiyle karşılanmaktaydı.

Yenişehir; Kızılay Parkı’nın yanı sıra, geniş kaldırımları, ağaçları ve kafeleriyle Atatürk Bulvarı’nda, özellikle Yenişehir’de oturan bürokrat ve Yeni Ankaralılar için en gözde kamusal mekânlardandı.

Yenişehir sakinlerinin en belirgin etkinliği, iş çıkış saatlerinde Bulvar boyunca yürüyüş yapmak, kafelerde ya da Kızılay Parkı’nda dinlenmekti.

Yayalara ve bisikletlilere ayrılmış gezinti yolu ile Bulvar’a eklemlenen Güvenpark ise Bulvar’ın kamusal mekân özelliğini güçlendiren önemli bir açık alandı.

Kızılay’da, yaya yollarının oluşumunu sağlayan caddelerin (yaya akslarının) kesişim noktasında, Güven Anıtı ile, simgesel bir vurguyla tasarlanan parkın yanı sıra bakanlıkların  yapımına 1930’lu yıllarda başlanmıştı.

Güvenpark, bir yandan konut dokusu ile devlet yapıları arasında bir geçişi sağlarken, bir yandan da Kızılay Parkı ile bütünleşmiş bir yeşil alan oluşturabilmek düşüncesi ile kurgulanmıştı.

1939 yılında, Soysal Apartmanı’nda, açılan Ulus Sineması kentin Yenişehir’de açılan ilk sinemasıydı.

Ardından; 1943 yılında Ankara Sineması, 1949 yılında açılan Büyük Sinema ve pastaneler yerini almıştı.

Ankara’nın yüksek sosyetesi için vazgeçilmez iki gece kulübünden birisi, Süreyya Gazinosu, yine Kızılay’da yer almaktaydı.

Şimdiki Soysal İşhanı'nın bodrum katındaki Süreyya Gazinosu; nezih, popüler ve güzel döşenmiş bir mekandı. 1942 yılından 1963 yılına dek hizmet veren gazinoya ancak özel kıyafetlerle girilebilmekteydi.

Kızılay’daki Atatürk Bulvarı’nda, hareketli yaşamı desteklemek üzere, çok sayıda pastane de bulunmaktaydı.

Eski adıyla Uçar Sokak olan, İzmir Caddesi’ne girerken solda Kutlu ve sağda Özen Pastaneleri bunlardan ikisiydi,

Salt pastane işlevinde olan Özen Pastanesi'ne karşınolmasına karşın, Kutlu Pastanesi oldukça şık döşenmiş bu mekandı.

Kutlu Pastanesi'nde, akşamları 16.30-18.30 saatleri arasında viyolonsel ve piyano eşliğinde oda müziği yapılmakta, hafif batı müziği çalınmaktaydı.

Daha çok genç çiftlerin geldiği, müzik dinlenilen bir mekân olan Kutlu’da, ayrıca ayda bir, şiir ve edebiyat matineleri düzenlenmekteydi.

Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı, Nurullah Ataç ve Ahmet Kutsi Tecer’in katıldığı edebiyat tartışmaları, edebiyat severler için, dillere destandı.

Bir başkaydı Ankara’nın Yenişehir Semti…

11 Ağustos 2023 Cuma

ÜNİVERSİTELİLER KÜLTÜR DERNEĞİ


12 Nisan 1964 Pazar, Ankara...  

Bu sabah kahvaltıdan sonra, Cezmi Bayram arkadaşımızın da yönlendirmesiyle, Üniversiteliler Kültür Derneği'ne gittim.

Yaklaşık 20 kişinin bulunduğu dernekte odalardan biri adeta bir dersliğe dönüştürülmüştü. Sıralar, öğretmen kürsüsü ve yazı tahtasının da bulunduğu odada Ayvaz Gökdemir bazı hazırlıklar yapıyordu.

Cezmi Bayram beni diğer arkadaşlarla tanıştırdı.

''Mehmet Akıncı 1951 yılında gelen Bulgaristan Muhacirlerinden biri. Asimilasyondan kurtulmak ve babasının deyimiyle ''Dinimizi, gelenek ve göreneklerimizi kurtarmak için'' göç etmişler.''

Tanışma faslı bittikten sonra, Ayvaz Gökdemir'in uyarısıyla sıralarda yerimizi aldık.

Ayvaz Gökdemir öğretmen Kürsüsünde, hitabeti güçlü bir öğretmen olarak konuşmaya başladı.

Sevgili kardeşlerim, Milli duygularla yanıp tutuşan genç arkadaşlarım. Derneğimize yeni katılanlar oldu, olmaya da devam edecek.

Üniversiteliler Kültür Derneğimizde, yetişme arzusu ile güdülenen-isteklendirilen Ülkücü genç arkadaşlarımız kutsal hareketimize pek çok katkıda bulundular.

Sohbetlerimizin önemli bir bölümü Din ve Dindarlık kavramları üzerineydi. İslâmiyet’in toplumumuza kazandırdığı değerlerin farkında olmak, her probleme çözüm arayışlarında başvuru kaynaklarına İslâm’a öncelik vermekti.

Bir süre sonra, başvuru kaynağı için, ayet ve hadisler tarandı. Çeşitli konulardaki ayet ve hadislerin tasnif çalışmaları yapıldı. Haftanın belirli günleri, genellikle hafta sonları sabah kahvaltısından sonra dernekte buluşma kararı alındı, uygulandı.

Marksistlerin Sosyalist Hümanizmine karşıt olarak, Hitlerin Kavgam Kitabıyla ortaya koyduğu Evrimsel Hümanizmini benimsedik. Enine boyuna tartışma gereği doğdu. Bu kitap önümüzdeki günlerde hepinize verilecek. Yeterli kitap sağlanamazsa, birkaç kitap dernek kitaplığında bulunacak.

Öğreneceğimiz Evrimsel Hümanizmin, milli duygularımızı güçlendireceği, Pantürkizmin gelişmesine yardımcı olacağı kanısındayım.

Marksistlere karşı, Sosyalizm ama Nasyonel Sozyalizmin benimsenmesi ve güçlendirilmesi, Türkiye'nin Marksistlere karşı kavgasında önemli bir rol üstleneceği inancındayım.

Türk Milliyetçiliğini dinamik bir tefekkür cehtiyle-günahlarını, kainatı, varlıkları, doğayı, yaratıkları, kendini ve Allah'ı ve O'nun yarattığı varlıklardan, kainattaki eşsiz mükemmellikteki düzenden ders çıkarmaya çalışan Üniversiteliler Kültür Derneği üyelerinin giderek olgunlaştıklarını görüyorum.

Yerinde bir benzetme ile, Üniversiteliler Kültür Deneğimiz bir bal arısı kovanıdır, bir ipek böceği çiftliğidir. Dış âlemden farklı olup, bizim manevi dünyamızdır, bizim için ayrı bir gezegendir.

Ayvaz ökdemir'i dinlerken zamanda geriye, 1951 yılı Mart ayının son haftasına gittim. Türkiye'ye göç hazırlıkları yapılıyordu. Biraz da çekinerek babama ''bütün mal varlığımızı bedelsiz olarak burada bırakıyoruz. Gitmek zorunda mıyız, neden gidiyoruz baba?'' Demiştim.

Babamın öz ve kısa yanıtı ''Dinimizi, gelenek ve göreneklerimizi kurtarmak, kişiliğimizi korumak için oğlum.'' Demişti.

Ayvaz Gökdemir babamın sözlerine tercüman olmuştu. Giderek daha çok sevmeye başlamıştım Gökdemir'i...

10 Ağustos 2023 Perşembe

ESKİ ANKARA ULUS'TUR


5 Nisan 1964 Pazar, saat 20;00 Ankara...

Gün içinde ve birinci akşam etüdünde ödevlerim bitmişti. Cebir ve Geometri derslerinden de iyi notlar almaya başlayınca, ülkemizin başkenti Ankara'yı tanımak ve bütünleşmek istedim.

Etüd sınıfımızın penceresinden bir süre Gazi Mustafa Kemal Bulvarı ve Köşk Gazinosu ışıklarını izledikten sonra ''Anı Defteri'' açıldı. Yazmaya başladım. Yanımda oturan Yaşar Samyeli ''yine mi Akıncı'' Dedi...

*****

Hemen her hafta sonu öğleden sonra, yıkanıp yunmak için, okulun verdiği hamam kartlarıyla Ulus'taki tarihi Eynebey Hamamı'na gidiyoruz. Dün o günlerden biriydi.

Hamamdan çıktıktan sonra, Atatürk Anıtı çevresinde birkaç tur atıp, önce Cumhuriyet Caddesi üzerindeki Kurtuluş Savaşı Müzesi olan I. TBMM binasını sonra da Türkiye Cumhuriyet Müzesi'ni gezdim.

Cumhuriyet Müzesi ya da II. Türkiye Büyük Millet Meclisi binası 1923 yılında Mimar Vedat Tek tarafından Cumhuriyet Halk Fırkası toplantı yeri olarak tasarlanmış bodrum üzerine iki kat olarak kesme taştan inşa edilmişti.

Toplantılar ve idari bölümler için I.TBMM binası yeterli gelmeyince meclis binası olarak düzenlenmiş ve 18 Ekim 1924 tarihinde hizmete açılmıştı.

Her iki müzeyi de gezdikten sonra, küçük bir bozkır kasabası iken koca bir ülkenin Başkenti olan Ankara’nın en eski semti Ulus’un tarihi yapısının hikâyelerini ve mimarisini öğrenmeye karar verdim.

Ankaralılar bilir. Eski Ankara Ulus’tur. Ulus Ankara’nın ilk merkezidir. O zamanki adıyla Taşhan Meydanı'dır. Genç cumhuriyetin, başta meclis binası olmak üzere, kamu binalarının yer aldığı bir açık alandır.

Yirminci yüzyılın sonunda, 1892’de demiryolunun Ankara’ya gelmesiyle, 1895-1902 yılları arasında Ankara Valisi Abidin Paşa’nın mektupçusu İsmail Bey tarafından Taşhan binası yaptırılmıştır. Önündeki açık alan da Taşhan Meydanı olarak anılmaya başlamış.

Aslında Taşhan meydan değil, mezarlıkların olduğu bakımsız bir açık alan. Ekonomi geliştikçe, demiryoluna bağlı olarak, ithalat ve ihracatın gelişmesiyle bakımlı hale dönmeye başlamıştır.

Taşhan Meydanı, meydana Ulus Cumhuriyet Anıtı konulunca Hâkimiyet-i Milliye yani Ulus adını almıştır.

Ulus Meydanı’ndaki Ulus Cumhuriyet Anıtı, Yenigün Gazetesi’nin öncülüğünde Türk halkı tarafından yaptırılmıştı.

Türk hükümetince açılan uluslararası yarışmanın birincisi Avusturyalı sanatçı Heinrich Krippel’e 1925 yılında sipariş edilmiş, Viyana’da Birleşik Maden İşletmeleri’nde döktürülen heykel, 24 Kasım 1927’de bir törenle Sümerbank Binası önündeki meydana dikilmiş ve meydanın genişletilmesi sırasında ilk yeri değiştirilerek bugünkü yerine taşınmıştı.

Ön ve arka düzlemde yer alan figürler arasına yerleştirilmiş ana kaidede, asker giysileri içindeki Atatürk, Sakarya adlı atı üzerinde gösterilmişti.

Kaide üzerindeki kabartmalarda Türk halkının kökeni, kazandığı Kurtuluş Savaşı, Atatürk’ün Ankara’ya gelişi gibi konular anlatılmıştır.

Yeni Gün adıyla da bilinen anıtın dört yanında, taş kaideler üzerinde bronz dökümden dört figür bulunur. Bunların ikisi ülkesini koruyan ve gözeten Türk askeri, Mehmetçik’i; diğer ikisi ise Türk kadınını, halk arasında ulusal dayanışmanın kahramanı “Kara Fatma” olarak bilinen mermi taşıyan kadın anayı simgeler.

Ulus Cumhuriyet Anıtı da Kızılay’daki Güven Anıtı gibi çevreyle olan oransal ilişkinin bozulması, özellikle Ulus’a yapılan Emek İşhanı’nın etkisiyle, bir zamanların “büyük” anıtı olma özelliğini kaybetmiştir.

Ulus Meydanı kentin ilk kamusal mekânı olarak Eski Ankaralılar ile Yeni Ankaralıların buluşma ve toplanma yeriydi.. Her iki grup da, 1940’lara dek, Ulus’u merkez olarak kullanmış, gündelik uğraşlarını burada sürdürmüş, çeşitli tören ve kutlamalarla Cumhuriyet coşkusunu burada birlikte yaşamışlardı.

1900’lerin başında sadece birkaç küçük konaklama yerinin olduğu Ankara’da, başkent oluşunun ardından bu tür mekânların çoğaldığı görülmektedir.

1928’lerde sayıları on civarında olan oteller sadece konaklama amacıyla değil, Ankara bürokratlarının ve ailelerinin bir araya geldiği, yemek yiyip sohbet ettiği, yabancıların uğradığı, resmi toplantıların yapılıp, politik kararların alındığı çok amaçlı mekânlar olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Bu mekânlardan en önemlisi Taşhan’dır. 1928 yılına kadar önemli bir sosyal görevi yerine getirmiştir.

1928 yılında: Taşhan’ın yıkılarak yerine yeni ve modern bir banka binası yapılması için proje yarışması açılır. Ankara İmar Planı yarışmasını kazanan ve Plan Danışmanı olan Prof. Hermann Jansen Taşhan’ın yıkılmasını istemez, ancak itirazlarına rağmen, Taşhan yıkılmıştır.

Yeni yapı 1937-1938 yılları arasında inşa edilen dairesel formdaki yeni yapıda modern mimari anlayışı uygulanmıştır. Yapı bittiğinde, Sümerbank Satış Mağazası adı altında, Ankara’nın en modern binası ortaya çıkar. Tren garından gelen aksın bakış açısını oluşturacak şekilde tasarlanmıştır.

Taşhan Meydanı, Cumhuriyet sonrası politik ve bürokratik merkez özelliklerinin yanı sıra açılan sinema, pastane, bar ve diğer mekânlar ve kentsel açık alanlar ile aynı zamanda sosyal bir merkez haline gelmiştir.

Ulus’ta ilk yıllardan başlayarak meydanlar, parklar, resmi yapıların bahçeleri ile modern ve yeni yaşamı yaygınlaştıracak çeşitli aktiviteler için kullanılmaya başlanmıştır.

Bu açık alanlardan en çok bilineni Ankara Palas, Merkez Bankası ve Bankalar Caddesi üçgeninde kalan Millet Bahçesi’dir.

Akasya ağaçları, ortasındaki havuzu ve ahşap sinema binası ile Ulus Ankaralıların çeşitli kutlamaları yaptığı meydandır. Sakarya Meydan Savaşı zaferi, ilk İşçi Bayramı ve bando dinletileri için yoğun olarak kullandıkları yerdir.

Törenlerin izlenme yeri, milletvekillerinin ve bürokratların dinlenme mekânı olan Millet Bahçesi’nde sinemaseverler için her gece yapılan film gösterimleri büyük ilgi çekmiştir.

1924 yılında kurumsal bir işleyişle yenilenmiş, kare biçiminde sahnesi olan, localı sinema binasında gerçekleştirilmeye başlanmış, bina tiyatro temsillerine, dahası Büyük Orkestra’nın Ankara’daki ilk konserine de ev sahipliği yapmıştır.

Bahçede bu etkinliklerin yanı sıra modern ve yeni yaşamın yaygınlaşması ve sergilenmesi amacıyla özel günlerde hafif müzik eşliğinde gençler dans etmekte, yaşlılar Türk Müziği konserleri dinlemektedir.

Ankara’nın ilk çiçekçisine de ev sahipliği yapan bahçe içerisinde Atatürk’ün de sıklıkla gittiği bir lokanta ve çay bahçesi bulunmaktadır.

1925 yılında Fresco Bar adıyla açılmış olan lokanta o yıllarda bir buluşma mekânı olarak Ankara’nın sosyal yaşamına damga vurmuştur. Millet Bahçesi 1926 yılında kapatılmış, bahçenin bir kısmına 1933 yılında sıra dükkânlardan oluşan Şehir Çarşısı yapılmıştır. 

Ankara’da yaşamı renklendiren kentsel açık alanların bir diğer örneği ise T.B.M.M.’nin o zamanki ikinci binasının halka açık bahçesidir.

Kademeli şelaleleri olan havuzların, heykellerin yer aldığı bu bahçede bulunan sahnede konserler verilmekte, her hafta tekrarlanan bu konserlere Ankaralılar büyük ilgi göstermişlerdir.


9 Ağustos 2023 Çarşamba

GÖKDEMİR'E GÖRE DİN VE MİLLİYETÇİLİK


29 Mart 1964 Pazar, 2. akşam etüdü Ankara...

Akşam 2. etüdü başladıktan birkaç dakika sonra Ayvaz Gökdemir, hazırlık sınıflarından Cezmi Bayram ile sınıfımıza girdi. Bir süre, ilginin kendi üzerinde toplanmasını izledikten sonra, hayranlık uyandırıcı hitabet gücüyle konuşmaya başladı.

Kardeşlerim...

Öncelikle, sorunlarınızı ve varsa ihtiyaçlarınızı dinlemek isterim...

Yok mu? Olduğunda, çekinmeden, Üniversiteliler Kültür Derneği'ne gelebilir. her türlü yardımı alabilirsiniz...

Cezmi Bayram'ı tanıyor olmalısınız. O da sizin gibi, hazırlık sınıflarında. Zaman buldukça Üniversiteliler Kültür Derneği'ne gelerek bana birçok konuda yardımcı oluyor. Size de yardımcı olacaktır. En azından sizleri Kültür Derneğimiz ile tanıştıracaktır. Lütfen Cezmi'ye de yer açın ki, bu akşamki sohbetimize başlayabilelim.

*****

Bu akşam, ''İnsanların Allah'a, Allah'ın uyarıcı ve müjdeleyici olarak yeryüzüne peygamberler gönderdiğine ve ölümden sonra sonsuz yaşama iman ettikleri inanç sistemi'' olarak tanımlanabilen DİN ile MİLLİYETÇİLİK kavramları üzerinde durmak istiyorum.

Kim ne derse desin, bana göre ''Din ve Milliyetçilik'' kavramları birbirini tamamlar. Biri olmazsa diğeri eksik kalır.

Meşrutiyet devri Türkçülerinin de önüne çıkarılan bu konu, milliyetçilik tarihimizde her zaman karşılaştığımız bir konu olmaya devam etmiştir, edecektir de.

Bazıları karşı çıksa da, Milliyet fikri Müslümanlığa aykırı değildir. Bu konuda, Allah'ın son peygamberine gönderdiği Kuran'daki ayetleri gayet net ve açık.

Odalar anlamına gelen ''Hucurat'' suresinin 13. ayetini, bilmeyenler varsa, hatırlatmak isterim.

Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık... Sizi, milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız.”

Bu ayetten yola çıkarak;

Böylece ortaya ayrı renkler, deriler, ayrı diller ve kültürler çıkmıştır. Sosyal bir varlık olan, yani toplu yaşayan insan, ferdî seviyede olduğu gibi, toplum seviyesinde de farklılaşmıştır.

Bir toplum içinde fertler, insanlık âleminde de milletler birbirinden farklıdır.

Yaradılıştan gelen fiziksel farklılıklar dışında, topluluklerı birbirinden farklı kılan bir takım inançlar, gelenekler, alışkanlıklar, düşünce şekilleri, tavırlar, davranışlar, kurumlar vardır.

İster maddi ister manevi cinsten olsun, bunların bütününe kültür diyoruz. Yaradan, insanlığı değişik kültürler halinde görmeyi güzel bulmuştur.

Onun için de insanlık, zaman ve mekan içinde farklı kültürler ve milletler olarak dünyada yerini almıştır.”

Diğer taraftan, Rum suresinin 22. ayeti,

Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin çeşit çeşit olması da O’nun varlığının işâretlerindendir. Doğrusu bunları da bilen kimseler için alınacak dersler vardır.”

Dedikten sonra nefeslenen Ayvaz Gökdemir, anlattıklarını ne kadar anladığımızı anlamaya çalıştı gözlerimizin içine bakarak.

*****

Anladığım kadarıyla, Ayvaz Gökdemir, insan topluluklarının farklı milliyetler ve dillerle yaratılmış olmasını bu ayetlere dayanarak Tanrı’nın bir hikmeti olarak kabul ediyordu.

Yani Tanrı, insanları böyle yarattım ve bu benim varlığıma delâlet eder. Diyordu.

Diyordu da benim beynimde bazı itirazlar yükselir gibi olmuştu. Olmuştu çünkü, inanç sistemiyle bilim çelişiyordu.

Hem Çapa Öğretmen Okulu hemde hazırlık sınıfındaki Kimya derslerinde karşımıza çıkan periyodik tablodaki elementlerin ortaya çıkışıyla Ayvaz Gökdemir'in ortaya koydukları çelişiyordu.

İnanç sistemi ve bilim farklı şeyler söylüyordu.

Evrenin oluşumunu anlatan ''Sıcak Büyük Patlama-Big Bang'' teorisi; başlangıçta Evren'de hidrojen atomlarından başka bir şey yoktu.

Kütle çekimi ile bir araya gelen milyar kere milyar hidrojenin oluşturduğu basınç ve sıcaklıkla gerçekleşen ''çekirdek kaynaşması'' periyodik tablodaki elementlerin oluşumunu sağlamış, onlarda organize olarak organik molekülleri ve giderek canlıların oluşumunu sağlamışlardı.

Kafamdaki soruların giderilmesi için Ayvaz Gökdemir ile görüşmem gerekiyordu ama, birinci yarıyılda başarısız olduğum Cebir ve Geometri derslerimi hatırlayınca, bu tür tartışmaları üniversite dönemine bıraktım.

Yine de, Ayvaz Gökdemir'in, yeni gelen hazırlık sınıfı öğrencileriyle kurduğu bağ, yardımsever tutumu ve hatta bazı arkadaşlarımızn ekonomik sorunlarının çözümünde yaptığı katkılar, kendisine karşı bir sevgi ve saygı halesinin oluşumunu sağlamıştı.

CEBİR VE GEOMETRİ'DE OLUMLU GELİŞMELER


15 Mart 1964 Pazar, 2. akşam etüdü Ankara...

Demirtepe'deki kiralık yerleşkede bulunan Etüd sınıfımızdan Gazi Mustafa Kemal Bulvarı'na bakıyorum. Bakıyorum dediğime bakmayın. Zamanda geriye, 1951 yılı nisan ayının 24'üne gidiyorum. Bulvar yok oluyor. Kendimi doğduğum köy Karagözler'de buluyorum.

24 Nisan 1951, köyümüz, Bulgaristan Şunmu İli'ne bağlı Karagözle'den ayrılarak Türkiye'ye göç kervanını katıldığımız gündü.

Şumnu Tren Garı'ndan bindiğimiz kara ten vagonlarıyla, 26 Nisan 1951 Perşembe günü, Edirne Karağaç'tan Türkiye'ye Ahmet Mustafa Durgud ailesi olarak giriş yapmıştık.

Muhacir Misafirhanesi'ne giriş yapmadan sağlık kontrollerinden geçirildik. Anama ince hastalık-verem teşhisi konulunca bizden ayırdılar. İki yaşındaki kardeşimizin bütün ağlama ve sızlanmalarına karşın sonuç değişmedi.

Anamın babası Halil dedemler 4 erkek, 1 kız ve karı koca olmak üzere 7 kişilik bir aileydiler. Cemile Teyzem ile Fatma Ninem kardeşimizi korumaya aldılar. Özellikle Kerim ve Yusuf dayılarım Şaban'ın dikkatini başka yöne çekmek için ellerinden geleni yapmışlardı.

27 Nisan 1951 Cuma günü yeniden doğum kağıtlarımız verildi.

Balkanlardan gelen muhacirlerde, aile reisi babasının adını soyadı olarak kullanmaktaydı. Oysa Türkiye’de Soyadı Kanunu uyarınca baba adı soyadı otomatik olarak alınamıyordu.

Bulgaristan'dan kurtulmanın şerefine, Halil dedem ailesine ‘’Kurtuldu’’ soyadını aldı. Babam, Bulgar mezaliminden kurtulmak için yaptığımız göçü bir akın olarak değerlendirmiş olacak ki ailemize ‘’Akıncı’’ soyadını aldı.

Edirne'ye girdiğimizde ''Ahmet Mustafa Durgud'' ailesiydik.

''Baba, anamı görebilecek miyiz?''

Soruma yanıt beklerken birileri sürekli olarak omuzumu dürtüklüyordu.

Kim bu münasebetsiz diye geriye döndüğümde adeta afalladım. Edirne Muhacir Misafirhanesinde değil, Ankara Hazırlık Lisesi etüdündeydim. Başımda omuzumu dürtükleyen de Yaşar Samyeli idi.

Hayretle kendisine baktığımı görünce ''Öyle bir dalmışsın ki, birkaç dakikadır seni dürtüyorum. Yine nerelere gittin hayali yolculuğunda. İvriz'de de sıkça yaptığın hayali yolculuklardan biri mi Akıncı?''

''Sorma Yaşar, birden 1951 yılına, Türkiye'ye giriş yaptığımız günlere gittim. Bir şey mi soracaktın?''

''Evet Akıncı...Biyoloji ödevini bitirmiş miydin? Ben de bitirdim ama, seninle bir karşılaştırma yapalım.''

Ödevlerimizi bir kez daha gözden geçirerek, gerekli düzeltmeleri yaptık.

Bu arada, Cebir ve Geometri derslerimde gelişmeler oldu. Geçen hafta, salı ve çarşamba günleri her ikisinden de yazılı olmuştuk. Bu hafta sonuçlar okundu. Cebir'den 7 Geometri'den 8 almışım.

Yarıyıl tatilinde, ailemin yanında yaptığım sık çalışma ve tekrarların olumlu sonuçlarını almaya başlamıştım.

Mutluydum...

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...