akıncı944 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
akıncı944 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Şubat 2023 Çarşamba

İVRİZ'DE BUNALIMLI GÜNLER

 


27 Mart 1961 Pazartesi, İvriz…

Yemekten önceki akşam etüdündeyiz... Ortamda hafif bir gürültü var. Bazı arkadaşların sesli çalışma alışkanlığının yanı sıra bazı arkadaşlarımın da yanındaki arkadaşa sorduğu bazı sorulardan kaynaklanıyor.

Geçen haftanın ikinci yarısı sınavlar açısından oldukça yoğun geçti. Türkçe, Kompozisyon, Sosyal Bilgiler, Tarih ve Coğrafyadan yazılı olduk.

Kompozisyon yazılısından 8 aldım. En iyi not benim yine. Bayram tatili yaramadı gibi, sınıfça dökülüyoruz.

Kırılmış olan keman telinin yerine yenisini aldım. Keman çalışmalarım tekrar başladı. Bu hafta sonunda birinci metodu bitirebileceğim inşallah.

Mehmet Karaman’ın Resim derslerini çok sevmeme rağmen Müzik çalışmaları daha çok ilgimi çekiyor. Çekmek zorunda, çünkü İstanbul Çapa Müzik Semineri sınavını kazanmak zorundayım.

Bu arada akordeonda da Çapa Müzik semineri için seçtiğim Vivaldi'nin Dört Mevsim Konçertosu'nun İlkbahar bölümünü çalmayı denedim ve keyif aldım.

Giderek, parçanın notalarının tamamını neredeyse ezberlemeye başladım.

Çalan zil sesiyle birlikte etüt sona erdi. Akşam yemeği için hızla sınıftan çıktık…

İkinci etütteyiz. Yemekte verilen elma kurularının bir kısmını ceplerine koyarak sınıfa gelen bazı arkadaşlar, ceplerinden çıkardıklarını diğer arkadaşlarına fırlatıyor.

Bu durumdan hoşlanmayan arkadaşlarımız tepki gösterdikleri gibi sınıfımız da çöplüğe dönüyor. Düğer taraftan, tepki gösterenlere takılan lakaplar, anlayışsızlıklar sınıfta tam bir kaos ortamı yaratıyor.

Ne oldu bu sınıftaki arkadaşlarımıza diye düşünüyorum. Aşırı disiplin ve ardarda gelen sınavlardan bunalmış olmalıyız. Diye düşünsem de bu olumsuz oluşumda sınıfımıza sürgün gelen Sabri’nin de payı var.

Hani ‘’kaşarlanmış’’ diye bir deyim vardır ya... Tam da Sabri arkadaşımız için tanımlanmış gibi. Uyarıları ve disiplin konusunda söylenenleri üzerine alınmıyor.

Kargaşadan içim sıkılıyor, adeta bunalımdayım...

Sağlıklı ders çalışamadığım, zamanımın boşa harcandığı duygusuna kapıldığım zamanlar böyle olurum.

Bunalıma girmemde biraz da parasız kalmış olmamın da payı var.

Emin arkadaşımdan biraz borç almalıyım her sıkıştığımda olduğu gibi…

SINIF BAŞKANLIĞINI BIRAKIYORUM

22 Mart 1961 Çarşamba, İvriz…

Akşam etüdündeyiz. Oldukça sıkıntılıyım, canım sıkılıyor ve kendimi mutsuz hissediyorum. 

18 Mart Cumartesi günü Ramazan Bayramı başladı. Bayram süresince, zorunlu etüt olmadığından, sınıf tam bir karmaşa içerisindeydi. Çalışma saatlerinde sınıfı düzene sokacağım diye kendime verimli zaman ayıramaz oldum.

Keman ve piyano çalışmalarım aksadığı gibi ödevlerim konusunda da aksamalara neden oldu.

16 Mart Perşembe günü kemanımın tellerinden biri koptu, Kemal Beye de söyleyemedim. Zaten neredeyse 5 Mart’tan bu yana bana zaman ayıramadı. Ona da canım sıkılmıştı.

Sınıf başkanlığını bırakmalıyım. Diye düşünmeye başladım. Bırakırsam tüm enerjimi kendim için harcayabilirdim.

Diğer taraftan, Ailelerine gidemeyen diğer öğrenciler gibi ben de hüzünlendim. Her ne kadar İvriz ailemiz olduysa da bazen ana babamızın yanında olma isteği uyanıyor içimde.

Her şeye rağmen, 4 günlük bayram süresince keman ve piyano çalışarak zamanı değerlendirmeye çalıştım.

Pazartesi akşamı bayram sona erdi. Salı günü derslerin başlamasıyla birlikte Matematikten yazılı olduk. Pek başarılı olamadım sanıyorum. En kötü ihtimalle 6 ya da 7 alırım ama bu benim için başarısız bir sonuç olur.

Matematik yazılısında bu olumsuz sonuç başkanlık görevim üzerine tuz biber ekti. Son dersten sonra sınıf defterini idareye bırakmak üzere gittiğimde okul müdürüne uğrayarak durumumu anlattım.

Okul müdürümüzün de oluru ile, yaklaşık 3 yıldır sürdürdüğüm sınıf başkanlığından istifa ettim.

Kuş gibi hafiflemiş olarak idareden ayrıldım...


31 Ocak 2023 Salı

ÖMER CANBAZOĞLU İLE MATEMATİK DERSİNDE

 6 Mart 1961 Pazartesi, İvriz...

İvriz Öğretmen Okulu 3. sınıftayız. Yaklaşık 3 ay sonra Ortaokul bölümünü bitirmiş olup, Ortaokul diploması alacağız. Bu nedenle, bilgiyi ölçme ve aktarma yönünden önemli bir değerlendirme olan olduğundan, sözlü sınavlar  önem kazanıyor. 

Bugün ilk iki dersimiz, hayranlık ve  saygı duyduğum Matematik Öğretmenim Ömer Canbazoğlu'nun. Öğretmen zili çaldığı anda sınıfa girdi. 

Sınıfça ayakta karşıladığımız Canbazoğlu ''Günaydın çocuklar, oturun lütfen'' deyip, ders defterini imzaladı. Bir süre sınıfı gözden geçirdikten sonra not defterini çıkardı.

Bugün bilgilerinizi ve aktarma gücünüzü ölçmek istiyorum. ''Akıncı seninle başlayalım. Gel bakalım kara tahtaya'' dedi. Biraz heyecanlanmamla birlikte kendime güvenim tamdı.

Tahtanın önüne geçip elime aldığım tebeşirle ''sorunuzu bekliyorum öğretmenim.'' Dedim. Canbazoğlu, ''üç katından 10 fazlası 40 sayısına eşit ve küçük olan sayılar doğrusunu nasıl ifade edersin? Dedi.

Tahtaya 3x+10 ≤ 40 birinci dereceden eşitsizliğini yazalım öğretmenim. Eşitsizliğin her iki tarafından 10 tam sayısını çıkardığımda geriye kalan 30 sayısı 3x bilinmeyenin karşılığıdır. Bu durumda 3x=30 olup, bilinmeyen x'in karşılığı 10 tam sayısıdır.

Ancak, küçük eşit tanımlaması yapıldığına göre, kullanılacak sayı doğrusunda 10 tam sayısı ve 10 dan küçük olan bütün tam sayılar sorunun yanıtı olmalıdır. Bu durumda 10 tam sayısından geriye doğru 9,8,7,6,5,4,3,2,1 olmak üzere sorunuzun 10 yanıtı olmalıdır.

Ömer Canbazoğlu bir süre beni süzdükten sonra ''ben daha iyi anlatamazdım Akıncı. Sende yetenek görüyorum. Geleceğini benim konumumdan daha iyiye taşıyacağına inanıyorum. Otur, 10 tam numarayı hak ettin'' Dedi.

 ''Teşekkür ederim öğretmenim.'' Dedikten sonra, adeta kanatlanmış olarak yerime geçtim. Özgüvenim tavan yapmıştı...

3 Kasım 2022 Perşembe

İNCECİKTEN BİR KAR YAĞAR MİSLİ OVASINA

 

23 Şubat 1958 Pazar, Misli Niğde…

Bu sabah tuvalete gitmek için dışarı çıktığımda  Dağ taş beyazlara bürünmüş. Bir de poyraz çıkmış mı yuvasından. Karları söküp söküp yerlerinden savuruyor göklere. 

Tuvalete ulaşıncaya kadar yerden savrulmasam da aklıma Karacaoğlan’ın bir dörtlüğü geldi.

İncecikten bir kar yağar,

Tozar Elif Elif diye,

Deli gönül abdal olmuş,

Gezer Elif Elif diye…

Elif diye bir sevgilim yoktu ama sevgiliye götürecek önemli bir araç vardı.

Sevgilimiz okul, eğitim ve bilgi olmalıydı. 

İncecikten bir kar yağar, tozar okul okul diye…

Dizelerini kafamda oluşturdum. Eğitim ve Öğretim, uygulamalı bilgi ve bilim kurtuluşumuz olacaktı. Çağdaş Medeniyetler seviyesine ulaşmanın yolu bilgi ve bilimden geçiyordu.

Köy Enstitüleri ve ardılları olan Öğretmen Okulları bu amaçla kurulmuş ve varlığını sürdürüyordu. Bu okullardan mezun olmuş öğretmenlerimiz, bizim gibi fukara çocuklarının yanı sıra geri kalmış Anadolu çocuklarına da sahip çıkıyorlardı.

Osmaniye ve Mersin’de kaldığımız üç yıl süresince kar görmemiştik. İncecikten yağmakta ve tozmakta olan kar birden aklıma Bulgaristan Karagözler Köyü
ve karlı kış günlerini getirdi.

Karlı kış günlerini özlemiştim. Karlı kış günleriyle birlikte ailemi de bir bütün olarak özlemiştim. Anam, babam ve iki kardeşimle birlikte beş kişilik bir aileydik Bulgaristan’da.

En küçük kardeşimiz Şaban’ı Elbistan köylerinde toprağa vermiştik göç sırasında. Şimdi de babam yoktu aramızda. İş bulmak için Mersin’e gitmişti.

Ailemiz hep eksik kalmıştı Bulgaristan’dan göçtükten sonra. Hüzünlendim birden. Hüzünlendim ama çabucak kurtarmalıydım kendimi hüznümden. Anam farkına varırsa, kaybettiğimiz en küçük oğlu Şaban için dövünmeye başlardı yine.

Tuvaletten döndüğümde kardeşimle anam uyuyordu. Üstelik bu gün günlerden Pazar’dı. Uyusunlardı…

Dışarıdaki bembeyaz karın aydınlığı pencereden içeri vurmuştu. Omuzlarıma kadar yatağın içine girdikten sonra sol yanımda bulunan ‘’Hatırat Defteri’’ ile kurşun kalemi alarak Bor 29 Ekim İlkokulu’ndan Misli İlkokulu’na gelişimizi yazmaya başladım.

Bor’dan Misli ‘ye geleli 30 günden fazla oldu.  Eve bir çuval un, bir çuval mercimek, yağ, biraz şeker ve bir çuval patatesin yanı sıra yakacak olarak da en az bir ay yetecek kadar tezek ve saman aldıktan sonra Mersin’e gitti babam.

Az daha unutuyordum. Fitilli gece lambamız için de yeterince gaz almıştı. 

Köydeki ilk günlerimiz oldukça zor geçti. Bor, Kayabaşı ve arkadaşlarımızı özlüyorduk. Özlüyorduk çünkü ne zaman hüzünlensek ya da neşelensek kendimizi Kayabaşı’nda bulurduk.

Hafif bulutlu bir akşamüzeri batarken Ufuk çizgisini yarılayan güneş, yepyeni umutların habercisi edasıyla yıldızların parlaklığına bırakırdı geceyi…

Geceler bile umut doluydu Kayabaşı’nda…

Misli’ de umutsuz başlamıştık günlere ve okula…

Yine de çabuk toparlandık. Hatice Teyzenin oğlu hiç yalnız bırakmadı bizi. Aynı yaşta ve aynı sınıfta olmamız büyük avantajdı. Bu kez dördüncü ve beşinci sınıflar aynı sınıfta ders görüyorduk. Dördüncü sınıflar ders yaparken beşinci sınıflar ödev yapmaktaydı.

Bu uygulamanın olumlu bir yönü vardı, evde ödev yapmak zorunda kalmıyorduk. Kalan zamanlarımızı kitap okuyarak ve köyün mağaralarını keşfederek değerlendiriyorduk. Kapadokya yöresi ve Misli Köyü kaynaklı bazı kitaplar da vermişti öğretmenimiz.

Yaklaşık 2 ay sonra da gelmiş olsak, okulumuza uyum sağlamamız kolay oldu. Oldu çünkü Bor’da babamın bahçesine baktığı emekli Türkçe Öğretmeni Necati beyin bize verdiği kitapları okumanın yanı sıra, okul açılmadan aldığı ders kitaplarını da gözden geçirerek okula hazırlıklı olarak başlamış olmak bizi sınıfın en iyileri arasına sokmuştu.  Misli ’ye de hazırlıklı gelmiştik yani…

Üstelik köydeki öğrencilere göre bilgi yönünden de daha iyi olduğumuzu görmüştük. Sosyalleşme yönünden de Osman çok yardımcı olmuştu. Annesi Hatice Teyze de annemin yalnızlığını gidermişti.

Okulumuzun Başöğretmeni Bayezid Tuna dördüncü ve beşinci sınıfların sınıf öğretmeniydi. İlk bir hafta on günde dikkatini ve ilgisini çekmiştik kardeşimle. Dikkatini çekmiştik ki bizimle özel olarak ilgilenmiş, hem okulun hem de kendi kitaplığından bize uygun kitaplar vermeye başlamıştı.

Anılarımı yazmaya çalıştığım ‘’Hatırat Defteri’’ yaprakları bittiği için yazmayı bıraktım. Bu arada anam kalkmış, kahvaltı hazırlamaya başlamıştı. Bir süre sonra kardeşim Mustafa da uyandı.

-Yine bir şeyler yazdın değil mi, ben de okuyabilir miyim?

Dedi. Kardeşim anılarla uğraşmazdı. Yazdıklarımı okuduktan sonra da,

-Bunlara nasıl zaman ayırıyorsun?

Dedi ve tuvalete gitti. Tuvaletten döndükten sonra,

-Güzel kar yağmış birader. Kahvaltıdan sonra  kaymaya gidelim.

-Olur, Mustafa.

Dedikten sonra kahvaltı sofrasına oturduk…


27 Ekim 2022 Perşembe

BOR 29 EKİM İLKOKULU ÖĞRENCİLERİ OLDUK


 

13 Ekim 1957 Pazar, Niğde Bor…

Yaz tatili bitmiş, yaklaşık bir ay önce, 16 Eylül Pazartesi günü, Bor’da okullar açılmıştı. 1957-58 Eğitim ve Öğretim yılının başlamasıyla birlikte, Bor 29 Ekim İlkokulu’nda beşinci sınıf öğrencisi olmuştuk.


16 Eylül Pazartesi günü, deyim yerindeyse, çocuklar gibi şendik. Öyleydi çünkü Bor kasabasında okuma ayrıcalığını kazanmıştık. Misli Köyü’ne dönmemiştik.  

Üstelik kitaplarımız, kalem ve defterlerimizle birlikte lastik ayakkabılarımız ve önlüklerimizi de almıştı Necati Bey. Anam pantolonlarımızı gözden geçirmiş, yırtık olan yerlerini sırıtmayacak şekilde yamamış ve yıkamıştı.


Necati Bey sayesinde okul aile birliğinin yardımına ihtiyaç duymadan, yırtık olmayan temiz pantolonlar ve siyah önlüklerimizle sınıfımızda yerimizi almıştık

Cumbalı evimizin karşısında oturmakta olan Filiz ve Kayabaşı’nda Günbatımını birlikte izlediğimiz bir iki arkadaş dışında, diğer sınıf arkadaşlarımızla öğretmenlerimiz bize yabancıydı.

Bazı öğrenciler ‘’hoş geldiniz’’ derken büyük bir bölümü ilk günün telaşındaydı.

Babam her türlü deriden çarık yapmasını bilirdi. Okul açılmadan önce yine çarıklar yapmıştı. Necati Bey öğretmenimiz uygun bulmamış, Bor’da satılmakta olan lastik ayakkabılardan almıştı. Sınıfta lastik ayakkabılı başka çocuklar da vardı.

Giydiklerimiz Anadolu köylüsünün geleneksel ayakkabısıydı. Çamura battığında kolayca yıkanabilir olması tercih nedeniydi.  Ne var ki ısı yalıtımı sağlayamayan lastik ayakkabılar yazın ayakları terletip kokuturken, kışın da ortamın soğuğunu ayaklara geçirir, dondururdu.

Anadolu insanı bu ayakkabılara, özellikle kış aylarında, ‘’soğuk kuyu’’ adını takmıştı ayakları dondurduğu için.

Emekli Türkçe Öğretmeni ve babamın patronu olan Necati Bey yaz boyunca bizlerle ilgilenmişti. Okul açılmadan beşinci sınıf ders kitaplarını almış olduğundan, okul başlamadan ilk konuların hazırlığını yapmıştık.

Necati bey sayesinde hazırlıklı olarak başlamıştık okula.

Hazırlıklı olarak fırsatla karşılaşmak, şans denilen olguyu oluşturuyordu.

Okulun açıldığından bu yana, yaklaşık bir aylık sürede parmaklarım hep havada olmuş, öğretmenlerimin bütün sorularına doğru yanıtlar vermiştim.

Kardeşimle ben sınıfın en iyi öğrencileri olmuştuk. Öğretmenlerimiz de bizim farkımıza varmışlar ve uyum sorunumuz ortadan kalkmıştı.

Diğer taraftan simit satışlarımıza devam ediyor, aile bütçemize katkıda bulunuyorduk.

Havaların uygun, daha doğrusu akşamüzeri bulutlu olduğu zamanlarda ‘’kayabaşında günbatımı’’ için soluğu Kayabaşı’nda alıyorduk.

Daha ne olsundu…

BOR KAYABAŞINDA MUHTEŞEM GÜNBATIMI

 


24 Ağustos 1957 Cumartesi, Bor Niğde…

Gün Batımı ya da Grup Vaktinde, gökyüzüne yayılan kırmızı-turuncu-sarı ışık huzmelerinin oluşturduğu görsel şölenden etkilenmeyenimiz var mıdır acaba?

Bulutlu bir akşam Grup Vaktini, Bor’daki Kayabaşı’ndan seyredenler bilir güneşin izleyenlerine sunduğu görsel şöleni.

Kırmızı, turuncu ve sarı renkleriyle  batarken güneş, bir masal ortamı sunar Kayabaşı’ndan izleyenlere.

Ufuk çizgisini yarılayan güneş, yepyeni umutların habercisi edasıyla batarken, yıldızların parlaklığına bırakır geceyi. Henüz seyrine doyamadan kaybolmuş olan güneş, başka diyarları aydınlatmaya gitmiştir bile…

Bizi romantik hayallerimizle baş başa  bırakmış olan güneşin ön cephesinde, önümüzdeki ovada, diziler halindeki lahana tarlaları, Okçu dağının romantik görüntüsü ve şehre kadar gelen Okçu Suyu…

Kayabaşı’ndaki, Grup Vakti olarak bilinen, Gün Batımı anılarım hala yüreğimde bir ses, bir nefestir benim için.

Dili olsa da söylese…

Mersin’den yaklaşık 40 gün önce geldiğimiz Bor Kasabasını Kayabaşı gün batımlarıyla bir başka sevmiştim.

Temmuz ayı sonlarına doğru Kayabaşı’nı keşfettim yeni edindiğimiz arkadaşlarla. İyi ki keşfetmişiz.

Bor’daki günlerimizin en heyecanlı ve en önemli aktivitesi oldu Kayabaşı…

Ne zaman hüzünlenir ya da neşelenirsek Kayabaş’ında bulduk kendimizi.

Uzaktan görenler taş yığını bir kayalık derdi Kayabaşı’na. Ama bizim için öyle değildi. Bizimle birlikte, bizim gibi olan Borluları da bağrında taşır ve teskin ederdi sanki.

Kayabaşı da gerçekten Kayabaşıydı…

Volkanik kayalardan bir seyir terası oluşmuştu adeta…

Her gamı kasaveti unuttuğumuz, borçların alacak olduğu ve günün yorgunluklarını giderdiğimiz bir yerdi Kayabaşı.

Öyle ki, Bor’daki birkaç aylık çocukluk dönemimin gözbebeğiydi Kayabaşı.

1957 yılında, 13 yaşında, büyümek zorunda kalmış bir çocuk olan bana göre, volkanik kayalardan ve uçurumlardan oluşan bu mekân gerçek bir kayabaşıydı.

Doğal yapısı bozulmamıştı. Kısa sürede edindiğimiz birkaç arkadaşımızla Güneşin batışını seyredip, hayallere daldığımız bir yerdi Kayabaşı.

Anılarımda özellikle ‘’Kayabaşı’nda günbatımı’’ hafızama kazınmıştı…

*****

Unutulmazlarım arasında olan Kayabaşı, Bor Belediyesi tarafından ilçeye Kayabaşı Parkı olarak kazandırılmış. Kayabaşı Parkı bir mesire alanı olarak halkın hizmetine sunulmuş ve yoğun ilgi görmüş.  

Önünden çevre yolunun geçtiği Bor Kayabaşı Amfi Tiyatro alanında binlerce kişinin katılımı ile düzenlenen etkinlikler Borlulara hareketli ve güzel saatler yaşatıyor olmalı.

Borlu arkadaşlarım, bahar ve yaz aylarında Kayabaşında güneşin batışını izlemek ve piknik yapmak için yüzlerce vatandaşın Kayabaşına geldiğini söylüyorlar.  

Bor Belediyesi tarafından yaptırılan Bor Kayabaşı Park’ta müzikli, ışıklı su dansı, özellikle çocukları büyülüyor olmalı…

Ramazan aylarında genç, yaşlı ve çocuklardan oluşan binlerce kişinin izlediği Bor Belediyesi’nin etkinliklerinde, sihirbazlık, dans, cambazlık ve ateş gösterisi yer alıyormuş.

Ne mutlu Borlulara…

6 Mart 2022 Pazar

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA BULGARİSTAN

 


Bulgaristan İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında yer almıştı. Almanya’nın savaşı kaybetmesiyle Rus Orduları 8 Eylül 1944 tarihinde Bulgaristan’a girmiş, Bulgaristan’daki Alman yanlısı hükümet görevden uzaklaştırılmış ve Alman karşıtı Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) iktidara gelmişti.

Kendisini Enternasyonalist, Marksizm-Leninizm’in örnek uygulayıcısı, ülkedeki azınlıkların koruyucusu olarak gösteren Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) Türklere, Müslümanlara ve diğer azınlıklara ilişkin politikası, zamana ve olaylara göre değişiklik göstermişti.

Parti, Türkler dâhil tüm azınlıkların desteğine ihtiyaç duyduğu zamanlarda ılımlı politikalar güderken, ihtiyacı kalmadığı zamanlarda sert bir siyaset izlemişti. İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşizme ve kapitalizme karşı silahlı mücadeleye giriştiği dönemde Türklere, Yahudilere, Ermenilere, Rumlara ihtiyacı olmuştu.

İktidara geldiklerinde siyasi, sosyal ve ekonomik haklarda tam eşitlik, birlik, beraberlik, kültürel alanda ise özerklik ve serbestlik vaat etmişlerdi. Aralık 1944’te Türk azınlığın temsilcileri ile yaptıkları görüşmelerde Azınlık temsilcileri, devrimden sonra bile, faşist dönemden kalma ayrımcılığın devam ettiğini ifade etmişlerdi. BKP'de ayrımcılığın sona ereceği konusunda söz vermişti.

BKP yöneticilerinin Şubat 1948’de yaptığı kongrede kabul edilen program sayesinde, azınlıklarda, tam bir özgürlük havası esmişti. Sözkonusu programa göre Bulgaristan’daki azınlıklara ana dillerinde eğitim yapma hakkı verilecekti.

BKP yönetimi, bir yandan peş peşe özgürlükler ilan ederken diğer taraftan, Rusya'nın telkinleriyle ülkedeki Türklerin dışladı. Güven duyulmayacak azınlık olduğuna, bir bölümünün Bulgaristan’dan gönderilmesine karar verdi. BKP Milli Şurasına bağlı Azınlık Komisyonu kuruldu. 1949’dan itibaren de Türklerin, Bulgaristan’dan gönderilmesine yönelik somut adımlar atılmaya başlandı.

10 Ağustos 1950’de Bulgar Hükümeti bir nota ile Türkiye’ye göç etmek isteyen 250.000 Türk’ün üç ay içerisinde Türkiye’ye kabul edilmesini istemişti. Gerekçe olarak da, Demokrat Parti yönetiminin Bulgar düşmanlığı, Bulgaristan Türklerine olumsuz şekilde yansıdığını, tarımda Bulgaristan’ın yıllık üretiminin düştüğü öne sürülmüştü.

Türkiye’nin Sofya Elçisi Şefkati İstinyeli, yaptığı açıklamada 250 bin kişinin 3 ayda, pasaport ve vize işlemlerinin yetişmeyeceğinden, Türkiye’ye gitmesi olası değildi. Bulgarların askerî kamyonlarla sınıra getirdikleri göçmenlere, eziyet olsun diye Kapıkule-Edirne yolu yaya yürütülmekteydi. Türkiye tarafından protesto edildi. 

Bulgar Hükümeti, 22 Eylül 1950 tarihinde Türkiye’ye ikinci bir nota vererek Türk azınlığa kötü davranıldığını reddederek, Türklerin Türkiye’ye kayıtsız şartsız kabul edilmelerini istedi.

İktidarda bulunan Demokrat Parti, göçmenleri yerleştirme problemleri ile uğraşırken, Türk yasalarına ve özellikle 2510 sayılı yasaya göre, ancak Türk soyundan insanlar Türkiye’ye göçmen olarak alınabiliyordu. Çingeneler Türk soyundan sayılmıyordu. Türk Dışişleri Bakanlığı, 6 Ekim 1950’de, Çingenelere giriş ve transit vizesi verilmemesini konsolosluklara bildirdi. Çingenelerle birlikte Bulgar ajanlarının da Türkiye'ye giriş yaptıkları duyumu alınmıştı.

Ekim 1950'de Türkiye-Bulgaristan sınırı giriş ve çıkışlara kapatıldı. Bulgar Hükümeti de Türklere ülkeyi terk etmeleri için 48 saat verdi. Bu süre sonunda sınırı geçemeyen Türkleri hayvan taşımada kullanılan tren vagonlarına bindirerek göç etmeye zorladı.

Ayrıca Bulgarlar; Kırcalı, Mestanlı, Darıdere, Kuşkovak ve Çorbacılar’dan topladıkları 70 vagon dolusu Türk’ü Bulgaristan’ın kuzeyine ve batısına sürdü.

Türkler, Bulgar Hükümeti’ne, henüz taşınmaz mallarını ve hayvanlarını satamadıklarını, pasaportlarını çıkaramadıklarını bildirdilerse de, Bulgar Hükümeti göçmenleri göçe zorlamaya devam etti. 100 bin leva değerindeki bir araba satılığa çıkarıldığında, birkaç bin levaya dahi alıcı bulunamamaktaydı. Yeni alıcının mallıa bir bahane ile hükümetin el koyması daima mümkündü. Müşterisizlikten satılamayan ve götürülemeyen Emek Kooperatiflerine aktarılmaktaydı.

Türkler, tren istasyonlarında günlerce aç bırakıldıktan sonra, tüm göçmen kafilelerinin trene binmesi için 20 dakikalık zaman bırakılmaktaydı. Üstelik, insanları ve eşya katarlarını ayrı zamanlarda nakletmekteydi. Diğer taraftan, göçmenler nakliaye için Bulgaristan’a ücret ödemek zorundaydılar. Bütün bunlar Bulgaristan’dan göçenlere yapılan işkenceler olup, hastalıkların yayılmasına göz yumuluyordu. 

Türk Hükümeti, Bulgar Hükümeti’nin yayınladığı notanın devletlerarası yazışma nezaketinden uzak olduğunu, Türklerin taşınabilir mallarının Türkiye’ye ücretsiz getirilmesine izin verilmesini istedi. 

İzin verilmediği gibi, Bulgaristan komünist yönetimi bölgede yaşayan Türklerden ağır vergiler almaya, köyde üretim yapan Bulgar Türklerinin ürettikleri ürünlerin önemli bir bölümünü devlete vermesi için baskı yapmaya, Türk çocuklarını Truduvak adı verilen işçi asker taburlarına alınarak ağır işlerde çalıştırmaya, okul çağındaki çocukları alıp Brigadir adı verilen kısa süreli işçi taburlarında çalıştırmaya başladılar.

1951 yılı Şubat ayı ortalarına geldiğinde, Türkiye’ye gelen göçmen sayısı 86 bin civarına ulaşmıştı. Her gün en az 800 göçmen Türkiye’ye giriş yapmaktaydı. Yaşanan en büyük sıkıntılardan biri Türkiye sınırına Bulgaristan tarafında yapılan yığınaklardı. Bulgaristan, Türkiye ile yaptığı anlaşma gereğince her gün en fazla 800 göçmen göndermeyi taahhüt ettiği hâlde Svilengrad hududuna 20-25 bin göçmen yığılmıştı.

Bulgaristan’da yaşayan Türklerin nüfus oranlarını azaltmak için, planlı bir şekilde başlatılan Bulgarlaştırma politikaları 20. Yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar da devam etti.

1984 yılından itibaren, Türk azınlığa şiddetli bir asimile politikası uygulayan komünist rejim, amacına ulaşamayınca 1989 yılında zorunlu göçe karar verdi. Bu büyük zulmün mimarı dönemin Bulgaristan devlet başkanı Todor Jivkov ’du.

Jivkov devri kapandıktan sonra açıklanan belgeler, Bulgaristan Devleti’nin asimilasyon politikasını doğrudan komünist parti eliyle uyguladığını ortaya koydu. Belgelere göre, 1984 yılı sonlarından itibaren Komünist Parti’nin en üst karar alma birimi olan politbüro, Türklere yönelik “Yeniden Doğuş-Uyanış Süreci” adı altında sistematik bir asimilasyon siyaseti başlatmıştı.

Bulgaristan, Todor Jivkov liderliğindeki rejimin Türk ve Müslüman azınlığa yönelik 1984 ve 1989 yılları arasında uygulanan asimilasyon politikalarını 11 Ocak 2012’de kabul etti.

Ayrıca, asimilasyona uğrayan Türklerden özür dileyerek, çifte vatandaşlık hakkını tanıdı. Özellikle, 1989 yılı sonrasında Türkiye'ye göç edenleri Bulgar vatandaşlığına aldı. Önceki yıllarda asimilasyona uğrayan Bulgar vatandaşları ve çocuklarını tekrar Bulgar vatandaşlığına alacağını söyledi gerekli evrakları toplayanlar için. 

Asimilasyona uğrayarak gelen Türkler, demokratik haklar sıkıntısı nedeniyle, Avrapa Birliği üyesi olan Bulgaristan vatandaşlığı için sıraya girdiler.


BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...