13 Haziran 2022 Pazartesi

ÇUKUROVA'DA PAMUK HASADI SONA ERDİ

 


30 Eylül 1951 Pazar, Osmaniye… 

Babamın ”Meehmeeet, Muustafaaa…Kalkın artık” sözleriyle gözlerimi araladım.

Sabahın erken saatleri olmalıydı… 

Sonbaharla birlikte havalar serinlemiş, yoğun nem oranı azaldığı gibi, bir nebze de olsa sivrisinek istilasından kurtulmuştuk. Rahat uyumuştum ki karabasan rüyalarımdan birine yakalanmamıştım.

Doğrulup, kalktım ve çevreme bakındım. Sessiz, hüzünlü ve hummalı bir çalışma vardı son konakladığımız pamuk tarlasında.

Hüzünlüydük, Halil Dedemi pamuk tarlalarında toprağa vermiştik…

Hüzünlüydük, iki buçuk yaşındaki kardeşim Şaban’ı Elbistan Hasanköy’de toprak altında bıraktığımız gibi, Halil Dedemi de Ceyhan pamuk tarlalarındaki toprağın altında bırakacaktık.

Sessizdik çünkü pamuk hasadı sona ermişti…

Sessiz ve hüzünlüydük çünkü, hem işsiz hem de konaklayacak yersiz, yurtsuz kalmıştık…

*****

Babamın sesli uyarısı üzerine dere kenarına giderek, elimizi yüzümüzü yıkayıp, diğer ihtiyaçlarımızı da giderdikten sonra anamın hazırladığı kahvaltı için yer sofrasına oturduk…

Kimseden ses çıkmıyordu kahvaltı esnasında. Babam pek konuşmayı sevmezdi yemek yenirken…

Kahvaltı  bir an önce bitmeliydi ki, çadırımızda ne varsa denk haline getirilmeli ve çadır sökülmeliydi.

Sessizce edilen kahvaltı esnasında beynim beni zamanda geriye, pamuk tarlalarına ilk ayak bastığımız günlere götürdü…1951 yılı Ağustos ayının üçüncü haftasında, Elbistan Hasanköy’den, Ceyhan’a 7-8 km uzaklıktaki pamuk tarlasında  ‘’mevsimlik işçi’’ olarak gelmiştik. Mevsimlik İşçi olarak başladığımız yaşam tarzımız, Osmaniye İli’ne doğru, diğer pamuk tarlalarıyla devam etmişti.

Yaklaşık bir buçuk aydan fazla bir zaman boyunca, bir pamuk tarlasından diğer bir pamuk tarlasına geçmiş durmuştuk. Yağmurlar, ufak çaplı seller, sivrisinekler, Çukurova’nın kavurucu sıcakları, yetersiz beslenme ve hastalıklarla boğuştuğumuz günler gelip, geçmişti.

Geçmişti ama delip geçmişti…

Delip geçmişti çünkü, Elbistan Hasanköy’de kaybettiğimiz iki yaşındaki kardeşim Şaban’dan sonra,  Halil dedemi de pamuk tarlalarında toprağa vermiştik. Bir an için Şaban ile Halil Dedem beynimde belirerek beni 5 ay öncesine, Bulgaristan’daki köyüme, Karagözler’e götürdü.

İçiçe iki avlu içinde bir dönümlük arazi üzerine kurulmuş 4 odalı bir evimiz varken düştüğümüz hallere bak dedim içimden. Beş ayda ne çok şey değişmişti. Sanki bir kaç yıl geçmiş gibi gelmişti bana.

Yaşım henüz 7 olmasına rağmen, birdenbire büyümüştüm. Büyümek zorunda kalmıştım.

Babamın sesiyle tekrar kendime geldim.

-Hadi çocuklar devranın da toparlanalım…

Çadırlar toplandı. Çadırdaki bütün eşyalar toplanıp, denkler haline getirildi. Pamuk hasadını sonlandırdığımız tarladan ayrılmak için bütün hazırlıklar tamamlanmıştı.

*****

Elçimiz, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarımızı karşılarken yaptığı harcamalarla komisyonunu da kestikten sonra her ailenin paralarını ödemişti.

Ücretsiz konaklama yerimiz olsa, iki üç ay çalışmasak da elimizdeki para yeter demişti babam. Ama konaklama yerimiz yoktu. Başımızın çaresine bakmalıydık ama nasıl?

Elbistan Köylerine geri dönmeyeceğimizi öğrenen Elçi, garanti olmamakla birlikte, Osmaniye’de yer fıstığı hasadında iş bulabileceğimizi söylemiş ve bazı görüşmeler yapmak üzere Osmaniye’ye gitmişti…

Elçi iyi haberle gelebilirse, gitmeye hazır olmalıydık…Gerçi, iyi haberlerle gelemese de buradan gitmek ve uygun bir konaklama yeri bulmalıydık.

*****

Öğleden sonra Elçi bazı aracılarla anlaşmış olarak geri döndü. Aile üyeleriyle birlikte, bütün aile reisleri çevresinde toplandıktan sonra,

-Benim görevim bu tarlada sona eriyor. İyi çalıştığınız gibi Çukurova’nın oldukça yoğun nemine, sıcaklarına, fırtına ve yağmurlarına, özellikle sivrisinek ordularına karşı çetin bir savaş verdiniz. Tek bir kayıpla, Halil Kurtuldu ile, pamuk hasadını tamamladınız. Halil Dedenin mekanı Cennet olsun.

Deyip biraz nefeslendi ve devam etti.

-Yeni Elçi, ki Osmaniye’de Çavuş deniliyor, eşliğinde bir kamyon gelip, sizleri Osmaniye yer fıstığı tarlalarına götürecek…Hepinize teşekkür ederim, hakkınızı helal edin.

Dedi ve el sallayarak, kantar başında hasat edilen pamukları hane hesaplarına kaydeden üniversite öğrencisi Muzaffer Abi ile geldiği araca yöneldi.

Muzaffer Abi’nin geri dönüp, gözleriyle beni aradığını hissedince, koşarak yanına gittim. Boynuna sarılarak teşekkür etmemin yanı sıra, okullu olacağımı ve mutlaka üniversite eğitimi yapacağımı söyledim. Muzaffer Abi de yanaklarımdan öperek patronun yanına gitti.

Bizi Osmaniye’ye götürecek olan Çavuş’u beklerken, nasıl ve ne şekilde olursa olsun, okullu olmaya ve üniversiteye gitme inancı ve kararlılığımı bir kez daha hissettim. Faruk Abi gibi ben de yaz tatillerinde mevsimlik işçi olarak çalışıp, okul masraflarımı çıkaracaktım.

Geldi, geldiler sözleriyle kendime geldim. Çok beklememiştik, yarım saat sonra kasası hepimizi alacak boyuttaki bir kamyonla gelmişti yeni Elçimiz, ki Osmaniye’de Çavuş diyecektik…

Yeni bir gün yeni bir başlangıçtı. Mevla’m neylerse iyi eylerdi…        



31 Mayıs 2022 Salı

ÜNİVERSİTELİ MUZAFFER ABİ

 


25 Eylül 1951 Salı, Ceyhan…

Kantarda görev yapan, toplanan pamukların hane halklarına göre kayıt altına alınması konusunda patronun temsilcisi durumundaki Muzaffer Abiyi hem sevmiş, hem de saygı duymuştum.

Üniversite masraflarını karşılamak için, yaz aylarında mevsimlik işçi olarak çalışan Muzaffer Abi Rol modelim olmuştu.

Okullu olmak, üniversiteye gitmek ve ben de üniversite masraflarımı kendim karşılamak istiyordum.

Kendisini rol model olarak gördüğümü anlayan Muzaffer Abi de beni sevmiş, şimdiden ortamın kültür kırıntılarını kulaklarıma üflemeye başlamıştı.

Öncelikle demişti, mevsimlik işçiler yalnız pamuk toplayanlar değildir.

Toplanan pamuğun işlenmesi gereken Tarsus ve Mersin’e götürülmesini sağlayanlar, işlenmesi için kurulan çırçır ve pamuklu dokuma sanayiinde çalışanların bir çoğu da mevsimlik işçilerdir.

Ayrıca, Ceyhan’ın yaklaşık 50 km doğusundaki Osmaniye Türkiye’nin yer fıstığı ambarıdır.

Pamuk toplama işi sona erdiğinde, mevsimlik işçilerin bazıları Osmaniye’de yer fıstığı sökümü ve kabuklarından ayrılması işlemlerinde de çalışırlar.

Mevsimlik işçiler olayını kavramak için Çukurova’yı, Çukurova Ovası’nı tanımak gerekir.

Çukurova Ovası, Batıdan ve kuzeyden Orta Toroslar’ ın yükseltileri 3,500 metreyi bulan doruklarıyla, doğudan Antik Misis tepeleriyle sınırlanan, güney ve güneybatıda doğrudan Akdeniz’e açılan Çukurova, Adana ovasının yaklaşık üçte ikisini oluşturur.

Sulu tarım alanlarıyla yemyeşil bir halı gibi yayılır Torosların eteklerine.

Doğuda Ceyhan batıda Seyhan ırmağı ve Tarsus Berdan çayının alüvyonlarından oluşmuş olan Çukurova ovası, yazları sıcak ve kurak Akdeniz iklimi özelliklerini taşır.

Bataklıklardan kaynaklanan sivrisinekleri, bataklıklar ve Akdeniz’deki buharlaşma sonucu oluşan yoğun nem, kavurucu sıcaklar nedeniyle yaşanması güç, ama ekonomik açıdan son derece önemli bir yöredir.

Bir bakıma iş, aş, ekmek, bolluk ve bereket demektir Çukurova.

Amanosların öteki yüzünde sadece tarhana ve bulgur varken, Çukurova’da her şey vardır.

Bunun için dir ki sıcaklığına, aşırı doygun nemine ve bulut gibi sivrisineklerine rağmen mevsimlik işçileri çeker Çukurova.

İskenderun Körfezi ile Çukurova arasına Misis Tepeleri girer. Misis Antik Kenti, Misis Tepeleri etekleri ve Ceyhan nehri kıyısında kurulmuş, İpek Yolu üzerindeki önemli bir şehirdi.

Misis boğazından tepeleri yararak çıkan ve Çukurova’ yı Yukarıova’ dan ayıran Ceyhan Irmağı, yüz binlerce dönümlük Çukurova’ya hayat verir. Pamuk, yerfıstığı, çeltik, meyve, sebze yetiştirir. Yetiştirdiklerinin dağıtımı için önemli demiryolu ve karayolu bağlantıları kurulmasını sağlar, sağlamıştır.

Beyaz altın olarak tanımlanan ve toplamakta olduğumuz Pamuk, lifleri için yetiştirilen değerli bir tarım bitkisidir. Dokuma sanayinin en önemli hammaddelerinden biri olan pamuk lifleri, ucuzluğunun yanı sıra kolayca eğirilebilen doğal bir büküme sahiptir.

Dokunmadan önce özel bir işlem gerektirmemesi, yıkanmaya karşı dayanıklılığı ve yünden daha sağlam olması gibi üstün niteliklerinden ötürü gerek kumaş, gerek öbür dokumaların üretiminde yaygın olarak kullanılabiliyordu.

İngilizler bunun ilk farkına varanlardı. Pamuklu dokuma sanayii 18. yüzyılda İngiltere’de gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin öncü sanayi kollarındandı.

Türkiye’de ilk kez 19. yüzyıl başlarında Çukurova bölgesinde ilkel yöntemlerle başlayan pamuk üretimi 1833’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Çukurova yöresini ele geçirmesiyle gelişmeye başlamıştı. Ardından Pamuklu dokuma sanayii gündeme gelecekti…

1864’te Fransızlarca kurulan ilk çırçır fabrikasını, İngilizler ’in Adana, Mersin ve Tarsus’ta kurdukları diğer fabrikalar izledi ve daha sonra başka pamuk işleme tesisleri kuruldu.

Zelviyan ve Miğırdiç Kardeşler tarafından kurulan bir çırçır fabrikası 1944 yılında Mustafa Güleç adında bir işadamı tarafından işletilmeye başlamıştı. Fabrika yılda 500 ton pamuk işleme kapasitesine sahip olup, 64 beygir gücünde bir otomobilin motoru ile çalışmaktaydı.

Çukurova Grubu’nun kurucuları Eliyeşil ile Karamehmetler, Tarsus’un büyük toprak sahipleriydi.

İki ailenin ilk ciddi girişimi, 1887’de kurulan azınlıklara ait Mavromati ve Şürekâsı İplik Fabrikası’nın 1925’te devralınmasıydı.

Eliyeşil ve Karamehmetler, Çukurova Sanayi İşletmeleri’ni kurarak bölgede gayrimüslimlerden sonra sanayiye ilk adım atan Türk ailelerdi.

Türkiye’nin en eski ve en büyük tekstil yerleşkelerinden biri olan bu tesisler, 1925’te sadece 50 çırçır ve 5 bin iğlik kapasiteye sahipti.

1932’de büyük bir değişim geçiren fabrika, Türkiye’nin ilk modern tesisi hüviyetini kazandı. 1940’lara doğru tarım araçları temsilciliği işine girdiler.

Asıl büyük atılım iş makineleri acenteliğiyle geldi. 1949’da işçi sayıları 3 bine ulaşmıştı.

Çukurova’ nın ekonomik açıdan modern yöntemlerle değerlendirilmesi, 1950 yıllarının ortalarında, ilk sulama kanallarının yapılmasıyla gerçekleşmiştir.

Geniş alanların tarıma açılmasının çekirdeği, Seyhan baraj gölü olmuştur.

Deyip, yüzüme baktı Muzaffer Abi. Anlayabilmiş miydim anlattıklarını.

Birçoğunu anladım anlamında başımı salladıktan sonra, teşekkür ederek ayrıldım yanından.

Başıma iş açtığı olduysa da, her zaman meraklı ve bilgiye doymayan bir çocuktum.

Hala da öyleyim…

30 Mayıs 2022 Pazartesi

HALİL DEDEMİ TOPRAĞA VERDİK

 


22 Eylül 1951 Cumartesi, Ceyhan Adana…

Ağıt sesleriyle uyandım...

Bana mı öyle gelmişti. Doğru dürüst göremiyordum ama kulaklarım daha duyarlı hale gelmişti. Sanki çevremde bir matem havası vardı.

Bu sabah da gözlerim çapaklı ve kapalı olarak, zorlukla kalkmıştım. Seslendiysem de duyan olmadı. Gözlerimdeki çapağı silecek anam de yoktu ortalıkta. 

Zar zor bulduğum su ile yüzümü yıkadıktan sonra gözlerimi iyice temizleyip dışarı çıktığımda pamuk tarlasında kimseler yoktu. Nereye gitmiş olabilirler derken, çadırımızın arka tarafında hıçkırıklara karışan ağlama seslerine doğru hızla yürüdüm. Arkamdan Mustafa da geliyordu.

Herkes Kurtuldu Dedemin çadırı etrafında toplanmıştı. Sessizce ağlayanlar, gözyaşı dökenler, büyük bir hüzün içinde başlarını avuç içine almış olanlar var dı…

Neler oluyor diye kardeşim Mustafa ile ben de yaklaştım  Halil Dedemin çadırına. Kalabalık arasında çadıra girmek istedim. Bizi gören babam uzaklaştırmaya çalıştı ikimizi de.

-Neden uzaklaştırıyorsun Baba, Halil Dedeme kötü bir şeyler mi oldu?

Dedim. Gözleri yaşlanmış ve kızarmış olan Babam nasıl anlatacağını düşünürken, ”Kurtuldu” ailesinin en küçük ferdi Mustafa dayım bana sarılarak,

-Halil Deden öldü yeğenim, başımız sağ olsun.

Diyerek hıçkırmaya başladı. Sanki boğazıma bir yumruk girmiş gibi oldum. Mustafa dayımla birlikte ben de ağlamaya başladım, ardından kardeşim Mustafa da katıldı bize. 

Akçasaz Bataklıkları ve ürettikleri sivrisinekleri almıştı Halil Dedemizi bizlerden.

Sen kalk, Bulgaristan Karagözler Köyünden Türkiye’ye göç edip Edirne’de, Bulgar asimilasyonundan kurtul…

Asimilasyondan kurtulduğun için ailene ‘’Kurtuldu’’ soyadını al…

Ama sivrisinekler ve sıtmadan kurtulama, öbür dünyaya göç et…

Bulgaristan’dan göç ettiğimiz 26 Nisan’dan bu yana geçen dört aylık zaman diliminde Halil Dedem ikinci kaybımızdı. İki ay önce en küçük kardeşimiz Şaban’ı Elbistan Hasanköy ’de toprağa vermiştik. Şimdi de Halil Dedemi toprağa veriyorduk…

Daha kimleri kaybedecektik, kimleri toprağa verecektik bu göç yollarında…

Büyük bir haksızlık gibi gelmişti bana…

*****

Halil Dedemizi çok severdik. Güngörmüş, bilge, sorun çözücü, aileler arasındaki birlik ve beraberliği sağlayan bir atamızdı…

Alınan önlemlerin hiç birisi para etmemişti.

Ne yanan ateş, ne duman, ne çarşaf, ne cibinlik ne de bazılarımızın içine girdikleri çuvallar…

Geceleri tepelerimizde bir uğultu, iğne gibi saplanan sivrisinek hortumları, insanı çıldırtan kaşıntılar…

Sivrisinekler ve sıtma Çukurova’daki mevsimlik işçileri bırakmıyor, yeterli bağışıklık sistemi kalmamış olan yaşlıları ve çocukları alıp götürüyordu öbür dünyaya…

Halil Dedemin vefatının sabahı pamuk tarlasındaki bütün mevsimlik işçiler ve Karagözler köylüleri pamuk toplama işini bırakmışlardı. Hepsi, hepimiz  tarif edilemeyecek bir üzüntü içindeydik. 

Ölüm haberi Ceyhan’daki yetkililere iletilmişti. Gelen yetkililer ölüm raporu düzenlediler. Usulüne uygun olarak işlemler yapıldı, cenaze namazı kılındı ve defin işlemi gerçekleşti. Dualarımızı ettikten sonra boynumuz bükük,  dönmüştük çadırlarımıza yas tutmak için…


6 Mayıs 2022 Cuma

ÇUKUROVA AKÇASAZ BATAKLIKLARI

 


     16 Eylül 1951 Pazar, Ceyhan…

Yatmadan önce babam tarafından alınan bütün önlemlere rağmen, gece sivrisinek ordularının hışmına uğramış ve gözlerim çapaklı olarak kalkmıştım yine.

Kalktığımda anamın da babamla birlikte pamuk toplamakta olduğunu düşünerek, yanımda pamuk ve su bulunduruyordum.

Islak pamukla gözümdeki çapakları sildikten sonra, Mustafa’yı da kaldırıp, dere kenarına gittik.

Yıkanıp yunduktan sonra belimize bağladığımız torbalarla katıldık pamuk toplayanlara.

Söylenmekte olan Rumeli Türküleri ile canlanarak, belimdeki pamuk torbasını hızla doldurdum.

Torbamdaki pamuğu dolmakta olan harar adı verilen çuvalımıza boşalttıktan sonra, kardeşimin yardımıyla, sırtıma alarak kantara götürdüm.

Kantar görevlisi  Muzaffer Abi güler yüzle karşıladı. Tartı sonucunu kayıt defterindeki Akıncı Ailesi bölümüne işledikten sonra bana dönerek,

-Yine yüzün yara bere içinde, gece sivrisinek istilasından kurtulamadın herhalde Mehmet.

Dedi. İlgisi beni sevindirmişti.

-Öyle oldu Muzaffer Abi. Bulgaristan’daki köyümüz Karagözler’ de olmadığı gibi Elbistan Köylerinde de yoktu bu sinekler. Neden Çukurova’da, özellikle pamuk topladığımız buralarda bulutlar halinde saldırıyorlar geceleri?

Muzaffer Abi biraz düşündükten sonra,

-Sivrisinek ordularının yuvası bataklıklardır Mehmet. Meraklı bir çocuksun, soruların hoşuma gidiyor. Sorarsan öğrenirsin. Mola verdiğiniz uygun bir zamanda bana gel. Anlatayım neden bu kadar çok sivrisinek olduğunu.

-Teşekkür ederim Muzaffer Abi.

Benim gibi Muzaffer Abi de meraklı bir üniversite öğrencisiydi.

Bulgaristan’dan Çukurova’ya gelinceye kadar olan göç hikayemizi bana anlattırmış, mutlaka okullu olmam gerektiğini her fırsatta vurgulamıştı bana.

Kendisinin de fukara bir ailenin çocuğu olduğunu, üniversite giderlerini yazın mevsimlik işçi olarak çalışarak kazandığını anlatmıştı.

İlk fırsatta, Muzaffer Abi’nin de uygun olduğu bir zamanda, yanına giderek dinledim sivrisineklerin yuvasının hikayesini.

Muzaffer Abi’nin anlattıklarının yanı sıra, sonraki yıllarda Yaşar Kemal’in romanları da tanıttı bana Akçasaz Bataklıkları ve olumsuz sonuçlarını.

Adana’nın ilçesi Kozan sınırları içerisinde, Ceyhan, Kadirli, Kozan ilçe sınırlarının kesiştiği yerde, Tarihi Kilikya bölgesindeki  antik kent Anavarza önünde yerleşmiş, ağaların sahiplendiği 17 köy varmış.

Köylerin yerleşim alanlarına komşu yüzlerce dönümlük arazilerde çeltik ekimi için, yakınından geçen Ceyhan Nehri’nden kanallar açılmış arazilerin bulunduğu ovaya.

Şiddetli yağmurlar ve seviyesi yükselen Ceyhan Nehri bu köylerin üstüste birkaç yıl su baskınları altında kalmasına neden olmuş.

Çözüm bulamayan köylüler evlerini bırakıp ovanın başka yerlerine taşıyıp, oralarda köyler kurmuşlar. Ertesi kış da öteki köyler, daha ertesi kış da bütün Anavarza ovası su altında kalmış.

Sonraki birkaç yıl içinde de binlerce dönümlük ova bataklık olmuş, bataklığın büyük bir bölümünü de sazlar kaplamış.

Bataklığın adına da Akçasaz demişler. Bulutsu sivrisinek ordularının karargahı Akçasaz Bataklıklarıdır dedi Muzaffer Abi.

Akçasaz bataklığı Ceyhan Nehri’ne yakındı. Eğimli bir kanal açılarak, bataklık kurutulabilirmiş. Ne var ki, çeltik ekimi için uygun olan bataklığın kurutulması, Akçasaz Toprak Ağalarının işine gelmediğinden, kurutulma yönüne  yönüne gidilmemiş.

Akçasaz’ daki toprak ağaları, ekimi kolay ve çok para getirdiği için her yıl daha geniş bir alana çeltik ekip, daha çok su basıyorlarmış çeltik sahalarına.

Akçasaz’ da ekonomik getiri çok büyüktü, çünkü Toprağı sürmek yoktu, işlemek yoktu…

Akçasaz bataklıkları ve çevresinde zamanla sivrisinek bulutları oluştu. Sıtma yaptı. Sıtmadan ölenler oldu, kalanlar da başlarını alıp dağlara sığındılar. Diye yazmıştı Yaşar Kemal romanlarında.

Sivrisinek bulutlarının dışında, bataklıklardaki buharlaşan milyonlarca galon su, Çukurova’nın nem oranını olağanüstü arttırmıştı.

Akdeniz’deki buharlaşma nedeniyle zaten ağır olan havası, Akçasaz yüzünden bir kat daha ağırlaşmış, nefes alınamaz, yaşanılmaz bir cehenneme dönüştürmüştü Çukurova’yı. 

Nefes almayı bile zorlaştıran ağır nem oranı, Akçasaz Bataklıklarından kaynaklanan sivrisinekler ordusu ile birleşince, alınan bütün önlemlere rağmen çocukların ve yaşlıların nefesleri tükeniyor ve sıtma hastalığı hızla yayılmaya devam ediyordu.

Yeterince güçlü olmayan çocuklar ve yaşlıların ölümlerine neden oluyordu. Halil Dedemin ölümüne de, oldukça ağır nem oranı ve sivrisinekler neden olmuştu.

Kısa sürede öbür dünyaya göçtüğünden, sıtma olup olmadığını bile bilememiştik.

Özellikle Yaşlı ve çocukların ölümlerinin yanı sıra, mevsimlik işçilerin de ölümlerine  rağmen, Akçasaz Toprak Ağaları toprağın yüzüne çeltikleri ekip basıyorlardı suyu.

Oluşan bataklıklar bir yandan sivrisineği çoğaltıp halkın sıtmadan kırılıp geçmesine bir yandan da ağalar arasında su kavgalarına yol açıyordu. 

Aralarındaki su kavgalarından başkası ilgilendirmiyordu Akçasaz’ın Toprak ağalarını.

Çeltik ve pamuk tarlalarında çalışan mevsimlik işçilerini, çocuklarını ve yaşlılarını düşünen yoktu. Hala da öyledir.

Sonraki yıllarda, İvriz Öğretmen Okulu’nda okuduğum, ‘’Ölmez Otu’’ adlı romanında Yaşar Kemal,

-Çukurova tekin değildir. Bir uçsuz bucaksız düzlüktür, bataklıktır, büklüktür, akarsular, ulu denizlerdir.

-Bulut gibi gelen sivrisineklerdir…

-Çukurova bir sonsuz aklıktır. Göğe yükselmiş, ulu devler gibi ayağa kalkmış yürümüş, bin bir renkli ulu devlercesine uçan, akan toz bulutlarıdır.

-Çukurova sarı sıcaktır. Toz dumandır. Sıtmadır, hastalıktır. Sızlayan kemik, akan terdir.

Demekteydi…

Bizler… Karagözler Köyü muhacirleri Yaşar Kemal’in romanlarında anlattığı Çukurova’sında yaşama savaşı veriyorduk. Vermek zorundaydık çünkü, evimiz barkımız olmadığı gibi hiçbir gelirimiz de yoktu burada yaşam savaşı vermesek…

Sadece Karagözlüler miydi  yaşama savaşı verenler?

Yanıtımız ‘’hayır’’ olacaktı.

Çukurova Bölgesinde mevsimlik tarım işçisi olarak çalışanların tamamı Yaşar Kemal’in romanlarındaki Çukurova’sını yaşama savaşı vermekteydi, vermeye de devam edecekti…

5 Mayıs 2022 Perşembe

PAMUK TARLASINDA GÜNDÜZ GECEYE DÖNDÜ


 5 Eylül Çarşamba 1951,Ceyhan…

Sabahın Eylül serinliğinde, Rumeli Türküleri eşliğinde ve güzel bir günde pamuk toplamaya başlamıştık. Öğleye kadar her şey çok güzel gitti. Toplanan pamuklar göz doldurdu ve kantarda tartılarak, Muzaffer Abi tarafından hanelerine işlendi.

Allah ne verdiyse öğle yemeğinde yenildi, saat 15:00’e kadar dinlenildi.

Saat 15:00’de pamuk toplamaya başladıktan bir süre sonra hava karardı. Masmavi gökyüzünde gezinirken Çukurova’yı örtüp, serinlik veren kar beyazı bulutlar bir anda yok oldu.

Gökyüzünün, Şimşeklerin, Gök gürültüsü ve yağmurların da tanrısı olan tanrılar tanrısı Zeus, bir başka tanrıya çok sinirlenmiş olmalıydı ki gökyüzünü karıştırmıştı. Kar beyazı bulutların yerini kapkara bulutlar almış, sanki güneş bir anda yok olmuştu. Gündüz geceye dönmüştü.

Öyle söylemişti mevsimlik işçi olarak kantarda çalışan üniversite öğrencisi Muzaffer Abi. Hızla yanımıza gelerek, topladığınız pamukları emniyete alın, ıslanmasın da demişti.

Rüzgâr şiddetini arttırırken gökyüzü gürlüyor, şimşekler çakıyordu.

Rüzgârın artan şiddetiyle birlikte, yağmur da hızını arttırmış, derme çatma çadırlarımız da sallanmaya başlamıştı. Gittikçe hızını arttıran rüzgarın etkisiyle bazı çadırlarımız sürüklenmeye başlamış, bazı çadırların çatılarındaki koruyucu örtüler ve sazlar uçmuştu.

Pamuk toplamakta olan mevsimlik işçilerin hepsi çadırlarını koruma ve kurtarma derdinden önce, büyük emeklerle topladığımız pamukları  yağmurdan koruma derdine düşmüştü.

Toplanan pamuklar çuvallara konulup, yağmurdan korunacak şekilde üstleri örtüldükten sonra çadırlarımızın korunması önlemlerine dönülmüştü. Babam önde, anamla Mustafa ve ben de arkasında çadırımıza koşmuştuk.

Babam oldukça becerikli biri olmanın yanı sıra yaptıklarının işlevsel ve dayanıklı olmasına da özen gösterirdi. Konut olarak kullandığımız çadırımızın eksikliklerini her geçen gün biraz daha gidermiş, hatta içine bir yüklük bile yapmıştı.

Yataklarımızı sermek için çadırımızın tabanına da hasır serilmişti. Sabahları kalktığımızda ilk görevlerimizden biri yatakları toplamak ve yüklükteki yerlerine yerleştirmekti.

Kısaca çadırımız oldukça korunaklıydı. Bütün bunlara rağmen şiddetini arttıran rüzgâra ve yağmura dayanabilecek miydi? Bekleyip, görecektik…

Eylül ayının ilk günlerinden itibaren Çukurova’da Sonbahar yağmurları başlardı. Bazen oldukça şiddetli olurdu. Ancak böylesi ilk kez görülmüştü.

Yaklaşık yarım saat süren yağmurdan sonra oldukça büyük hasarlar ortaya çıkmıştı. Çadırların bir bölümü şiddetli rüzgârda yıkılmış ve sürüklenmişti. Sürüklenen çadırlardaki yataklar hem ıslanmış hem de çamura bulanmıştı. Halil dedemlerin çadırı da oldukça büyük hasar görenlerden biriydi.

Çukurova’daki aşırı nemin ve Sivrisineklerin büyük hasar verdiği Halil dedem yağmurdan da nasibini almış, şiddetli öksürük nöbetlerine tutulmuştu.

En az hasar bizim çadırda olmuştu. Çadırın çatısından giren yağmur önemsiz olmakla birlikte, yataklarımızı serdiğimiz hasırın altından ve üstünden neredeyse sel geçmişti. Çatı görevini gören sazlıkların arasından giren yağmur yataklarımızı ıslatmıştı ama hiç olmazsa çamurlanmamıştı. Ekmeklik unumuzun da bir bölümü ıslanmış, hamur haline gelmişti.

Gökyüzündeki olayları yöneten Zeus’un öfkesi geçmiş olmalı ki gökyüzü  yağmur sonrasında tekrar masmavi görünümünü kazanmış, kapkara bulutlar yok olmuş, güneş Çukurova’yı yakmaya başlamıştı.

Toprak kısa sürede kurumuştu. Çamurlanan yatak ve yorganlarla birlikte çadırdaki diğer eşyalar yıkanmış, kurumaya bırakılmıştı.

Sürüklenen ve hasar gören çadırlar da imece usulüyle tekrar onarılmış ve yerlerine konulmuştu.

Sıra pamuk tarlasındaki hasarın tespitine gelmişti. Yağmur, pamuk içindeki çiğiti ıslatınca, ıslanan çiğit pamuğa sarı renk bırakıyordu. Sarı renk ürünün kalitesini ve fiyatını düşürür demişti elçi.

Yağmurlu günlerde hiç olmazsa toplananları ıslanmaktan korumak gerekiyordu. Bereket konakladığımız tarladaki pamuğun yüzde doksanı toplanmış bulunduğundan, ücretlerimizde çok fazla düşüşe neden olmayacaktı.

Çadırlarımızdaki hasarlara rağmen, ücretlerimizde fazla kaybın olmayacak olması sevindirici bir durumdu… Buna da şükür demişti büyüklerimiz.

Pamuklarını toplamakta olduğumuz tarla Ceyhan tren garından tahminen 3-4 km uzaklıktaydı. Çoğunlukla kapkara olan tren lokomotifin çıkardığı dumanlar bugün fazlaca dikkatimi çekmiş, olumsuz bazı şeyler olacağı duygusuna kapılmıştım. Öyle de olmuştu.

Şiddetlenen fırtına ve yağmura bu dumanların neden olduğu sanısına kapılmışım bir an. Sonraki günlerde de dumanları gördükçe fırtına ve şiddetli yağmur kaygısı baş gösteriyordu. Öyle algılamıştım 7 yaşındaki çocuk aklımla.

Oysa bugün korkulu saatler yaşatan şiddetli rüzgâr ve yağmurun mevsim gereği olduğunu söylemişti bizi Çukurova’ya getiren Elçi.

Bu tür açıklamalara rağmen ben  inatla tren garındaki lokomotifin çıkardığı kara dumanların yağmurlara neden olduğunu söylüyordum çocuk aklımla. Bu konuyu da kantardaki Muzaffer Abi ile konuşmalıydım.


AMANOSLARIN İKİ YÜZÜ

 


1 Eylül 1951 Cumartesi, Ceyhan…

Elbistan Hasanköy’den Çukurova’ya geleli 8 gün oldu.

İlk girdiğimiz pamuk tarlası hasadı bitti. Ceyhan’a doğru, diğer pamuk tarlalarına geçerek mevsimlik işçiliğimizi sürdürüyoruz.

Bu süreç içinde doğanın zorlu ve apansız koşullarına uyum sağlamanın yanı sıra önce karpuz meyvesi ile tanıştık. Ardından domates, salatalık, biber, patlıcan …gibi sebzelerle tanışacaktık.

Oysa Elbistan ve köylerinde bunlar bilinmediği gibi Bulgaristan Karagözler köyünde de bilinmiyordu.

Bir sınır, Amanoslar da olduğu gibi, bazı dağlar silsilesi geçilerek bu sebze ve meyveleri tanımak, sosyo-ekonomik yapının değişmesine neden olabiliyordu.

Göksun ile Maraş arasındaki aşılmaz sanılan Felaket Yolunu geçerken, unutulmazlarım arasına giren Amanosların,

Bir yüzü Elbistan köyleri öteki yüzü ise mevsimlik işçi olarak bulunduğumuz Çukurova idi.

Elbistan köyleriyle Çukurova arasında olanca heybetiyle duran Amanoslar;

Yoksulluk ile varlık, kıtlık ile bolluk, yaşam ile ölüm arasında duran bir sınırdı sanki.

Amanoslar simgesel anlamda büyüklüğü ve aşılamazlığı simgelemekteydi.

Aşabilenler varlık, bolluk ve yaşam kavramlarıyla haşır neşir oluyorlardı. Aşamayanlar için yokluk ve sefalet var dı.

Amanosların iki tarafında, yaşayarak öğrendiğimiz, sosyolojik ve ekonomik anlamda farklı iki yaşam oluşmuştu.

Amanosların ayrıldığımız tarafı Elbistan ve köylerinde  yoksulluk, kıtlık ve ölüm vardı.

Elbistan köyleri barındırdıkları halklarına çaresizlik ve yoksunluklarla sarmalanmış bir sonsuzluk sunmaktaydı.

Bulgaristan Muhacirleri olarak Yaşama şansımız yoktu. İlk kaybımızı, iki buçuk yaşındaki kardeşim Şaban’ı Hasanköy’de toprağa vererek bunu görmüştük.

Tek düze bir yaşamın ve insanın olduğu Elbistan köylerinde yiyeceklerin bile çeşidi yoktu.

Aşılmaz dağlar ve platolar arasına sıkışmış, tarım arazisinin olmadığı köylerde yemek olarak sadece bulgur pilavı ve tarhana çorbası vardı.

Kürtlerin tarihi kadar uzun bir geçmişi olan, Kürt mutfağının en temel gıda maddelerinden ve en önemlilerinden biriydi ‘’tarhana’’.

Tarhananın, Kürt topraklarında keşfedilmiş buğday ve yoğurt gibi iki ana maddenin karışımından meydan geldiği düşünülecek olursa, geçmişinin neden bu kadar eskiye dayandığı daha iyi anlaşılırdı.

Tarhana, bulgur ve benzeri pek çok yiyecek, soğutucuların olmadığı dönemlerde, doğal saklama tekniklerinin kullanıldığı birer yemek çeşidiydi.

Yiyecek saklama tekniklerinden en yaygın olanları güneşte kurutmak, tuzlamak ve evlerin kiler bölümlerine koymaktı.

Yoğurt ve süt gibi doğal ortamlarda hemen bozulacak yiyecek ve içeceklerin uzun süre saklanması ve taze süt ürünlerinin hazırda kolayca bulunamadığı kış aylarında tarhana en iyi çözümdü.

Öyleydi çünkü Dövülmüş buğday kaynatılıp soğutulduktan sonra süzme yoğurt, nane, nane türünden yarpuz ve kekik gibi otlarla yoğurulurdu.

Yoğurulan karışım topaklar şeklinde ya da ince bir tabaka şeklindeki temiz bezlerin üzerine serilip güneşte kurutulurdu.

Tarhananın kendine has o nadide lezzeti de güneşte kurutulurken ekşiyerek kuruyan yoğurt tan gelmekteydi.

Tarhana çeşitleri yöreden yöreye farklılıklar ve çeşitlilik göstermekle birlikte Ege Bölgesinde buğday yerine un kullanılırken, süzme yoğurtla birlikte domates püresi hatta soğan da eklendiği görülmekteydi.

Oldukça lezzetli ve besin değeri yüksek olan Bulgur Pilavı da tahıl grubu içerisinde yer alan değerli bir besindi.

Buğdayın temizlenmesi, kaynatılması, kurutulması, kabuğunun soyularak değişik tipte değirmenlerde öğütülmesi, farklı boyutlardaki taneciklerinin ayrılmasıyla elde ediliyordu.

Sadece su ve buğdaydan oluşan oldukça değerli ve besleyici, yarı hazır bir gıda maddesiydi bulgur.

Amanosların öteki yüzü olan “Çukurova’ya inince’’ karpuz, kavun, domates, salatalık, biber, patlıcan ve parası olanlara her çeşit meyve sunulabiliyordu.

Yusuf dayım mor renginden ötürü patlıcanı morko olarak adlandırmıştı.

Karpuzu hediyelik bir meyve olarak adlandırmıştık. Misafirliğe giderken “elim boş gitmeyelim” deyip, köşedeki manavdan hemen alınabilecek bir hediye idi. Hem lezzetli hem de sulu ve ferahlatıcıydı.

Yeni tanıştığımız domatesin C vitamini yönünden zengin, bağışıklık sistemini güçlendirici ve grip benzeri virütik hastalıklara karşı koruyucu özellikleri olduğunu öğrenecektik zamanla.

Kanser ve kalp hastalıklarına karşı koruyucu olan domatesin aynı zamanda felç riskini de en az indirgeyen bir sebzeydi.

Yaşamın sıradanlaşan yüzüne karşı duran Çukurova, bütün bereketi ile emeğin, alın terinin mekânı olarak Amanosların öteki yüzüydü.

Köylüleri için Çukurova hayatın tadına baktıkları bir yaşam merkeziydi.

Ne var ki biz Çukurova’nın köylüleri değildik. Barınağımız olmadığı gibi her türlü ihtiyaçlarımız için ‘’Elçilik’’ sisteminin işleyişine bağlıydık.

Bu sistemin dışında iş bulma ve geçinme olanağımız yoktu. Yine de Elbistan köylerinden kurtulmuş olmamızı da bir mucize olarak görmüştük.

Umut fakirin ekmeğidir…

Belki bizler de Çukurova’da ekip biçebileceğimiz birer tarlaya, barınabileceğimiz evlere sahip olabilirdik…



21 Nisan 2022 Perşembe

SAKAR BALKAN DA MIYIM ÇUKUROVA DA MIYIM

28 Ağustos 1951 Salı, Ceyhan…

Kerim dayımın sesini duydum sanki...

Bulgaristan’daki köyümüz Karagözler'in aşağı mahallesinde yaşayan Halil dedemin 2 numaralı oğluydu Kerim Dayım. Sıkça uğrardı bize. 

Kardeşim Mustafa ile beni oyalamasını çok iyi bilirdi. Şakacıydı, uydursa da güzel hikayeler anlatır ve dinletirdi de.

Her gelişinde, anamı biraz rahatlatabilmek için beni Sakar Balkan eteklerine götür, bazen de tırmanırdık dağın zirvelerine...

Dayımın sesini duyduğumda,  dağın eteklerindeydik. Önümde, 10-15 metre ileride tırmanıyordu dayım.

Bir an için durdu, arkasına dönüp, nerede kaldın ha gayret yeğenim dercesine bana bakıyordu…

Tekrar tırmanmaya başladığında ayağının altından kayan topraklardan bir kısmı gözüme kaçınca, dünyam karardı, etrafı göremez oldum.

-Dayı gözlerime toz doldu, göremiyorum. Bana yardım et…

Derken, nasıl olduysa anamın da sesini duydum. Anam da,

-Meeehmeeet, Mustafaaa…Kalkın artık.

Diye sesleniyordu. Anamın ne işi vardı Sakar Balkan eteklerinde!

Gözlerimi biraz aralamaya çalıştım, sanki ortam karanlıktı. Bana mı öyle gelmişti? Üstelik Sakar Balkan eteklerinde değil, yataktaydım. Yanımda da kardeşim Mustafa yatıyordu. Neredeydim ben, neredeydik biz?

-Ana, Sakar Balkan eteklerine nasıl geldin sen?

-Evladım...Sakar Balkan da nereden çıktı?

-Ana, neredeyiz biz? Üstelik gözümü zor açıyor ve göremiyorum da.

-Evladım, Ceyhan pamuk tarlalarından birindeyiz. Üstelik güneş doğdu doğacak, hadi kalkın.

Tekrar gözlerimi açmaya çalıştım, aralandı ama acıyordu ve görmekte zorlanıyordum…

-Anacığım, gözlerim acıyor, göz kapaklarımı açmakta zorlanıyorum.

-Dur hele Mehmet…Göz kapaklarına  bakayım önce… 

Senin gözlerin yine çapaklanmış. Temizlemem gerekiyor. Kıpırdama, pamukla siliyorum gözlerini… 

Tamam, çapaklar temizlendi… 

Babanız pamuk toplamaya çoktan gitti. Biraz sonra ben de gideceğim. Mustafa’yı kaldır, yıkanıp ihtiyaçlarınızı giderdikten sonra siz de gelin.

Anam, beline doladığı çuvalıyla uzaklaşırken ben de, göz kapaklarımı açıp kapayarak görme açımı genişlettim.

Bu arada, Rumeli Türküleri de söylenmeye başlamıştı genç kızlarımız ve onlara eşlik eden analarımız tarafından…

Yeni bir gün, yeni bir umuttu bizler için…

 Mustafa’yı kaldırdım.

-Ben elimi yüzümü yıkamaya gidiyorum, arkamdan gel.

Deyip, adeta koşar adım dere kenarına yürüdüm. Arkamdan, bana yetişmeye çalışarak koşar adım gelen 5 yaşındaki kardeşim Mustafa ile  çabucak elimizi yüzümüzü yıkayıp, tuvalet ihtiyaçlarımızı da giderdik. 

Yıkandıktan sonra iyice açılmış olan gözlerimle Torosların zirvesine baktım.

Torosların ardından, üzerindeki kümelenmiş bazı bulutlara gönderdiği ışığı pamuk tarlaları üzerine kırmızı, turuncu, sarı olarak yansıyacaktı bir süre sonra.

Pamuğunu toplamakta olduğumuz tarlanın üstüne gelmeden, torbalarımızı bellerimize dolayarak, girdik ”Beyaz Altın” olarak bilinen pamuk tarlasına.

Ardımdan gelen Mustafa adeta kaybolmuştu fazla uzamış pamuk bitkileri arasında. Beni bekle abi diye sesleniyordu arkamdan.

Elbistan köylerinde tökezlemiş, umudumuzu yitirmiş, yıkılmış ve delirmenin eşiğine gelmiştik adeta.

Çukurova’da  umutlarımız yeniden yeşermeye başlamıştı. Para biriktirmenin, yeşeren umutları canlandırmanın ve şaha kalkmanın zamanıydı.

Vız gelirdi gözlerimdeki çapaklanma… 



5 Nisan 2022 Salı

RUMELİ TÜRKÜLERİ EŞLİĞİNDE BEYAZ ALTIN


27 Ağustos 1951 Pazartesi, Ceyhan…

Rumeli Türkülerinden biriyle uyandım. Torosları aşarken güneşin bulutlardan yansıyan kırmızı, turuncu ve sarı renklerini göndermişti pamuk tarlaları ve çadırlarımızın üzerine. Sıcaklığını hissetmiştim.

Rumeli Türkülerini gözüm kapalı dinledim bir süre uyuyor taklidi yaparak. Burnuma mis gibi tandır ekmeği kokusu gelince kalkmak istedim ama gözlerimi açamıyordum bir türlü. 

Çapaklanmıştı yine, acıyordu ve etrafımı görmekte zorlanıyordum. Anlaşılan, pamuk tarlasındaki ikinci günümüze tatsız başlayacaktım. 

Gözyaşı kanallarının tıkanıklığı nedeniyle ortaya çıkan gözdeki çapaklanma, sarımtırak ve yapışkan olan rahatsız edici bir iltihaplanmaydı. 

Çapaklanmadan kurtulmalıydım. Anam silerdi gözümdeki çapaklanmayı. Yarı kör çıktım çadırdan.

Anam yine bizi kaldırmaya kıyamamış, gün doğmadan pamuk toplamaya gitmişti babamla. Güneş Torosları aşıp, ortalığı kavurmaya başlayınca kahvaltı hazırlamak için çadıra dönmüş, çay demlemişti.

Yer sofrasını hazırlarken çadırdan çıkan beni gördü. ‘’Gel bakalım Mehmet, ne olmuş gözlerine?’’ Dedikten sonra ılık çay suyuna batırdığı pamukla gözlerimi silmeye başladı.

Gözlerimizin açılmasını beklerken bir taraftan da kaşınıp duruyordum. Gece boyunca yine sivrisineklerden kurtulamamıştım. Bütün gece kanımızı emmişlerdi.

Pamuk tarlalarına komşu dere kenarlarında konaklayan mevsimlik diğer işçilerde olduğu gibi bizim de derme çatma olan çadırlarımız pek korunaklı değildi. Kum ya da toprak üzerine kurulduğu için böcek, yılan, yağmur, soğuk, toz gibi zeminden gelen birçok risk altındaydı.

Anamın gözlerimi silmesi bitmişti ki Mustafa da kalktı. Onun gözleri etkilenmemişti. Anamın uyarısı üzerine dere kenarına giderek, zorunlu ihtiyaçlarımızı giderdik, elimizi yüzümüzü yıkadık ve kovaya su doldurarak geri döndük.

Bu arada babam da gelmiş, yer sofrasında bizi bekliyordu. Tandır ekmeği, çay ve peynirden oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra daldık Beyaz Altın tarlasının içine. 

Bir taraftan pamuk toplarken, diğer taraftan söylenen Rumeli Türküleriyle hasret gideriyorduk 4 ay önce ayrıldığımız Karagözler Köyüne…

Ergenlik çağındaki gençlerin, özellikle genç kızlarımızın söylediği Rumeli Türküleri hepimizi rahatlatıyordu.

Rahatlamamızda Elbistan Köylerinden ayrılmış olmamızın da payı vardı bunda.

Balkanlardaki bölge insanının karakterinde var olan yiğitlik, çalışkanlık, nezâket, espri, saygı, neşe gibi özelliklerin yanı sıra aşk, hasretlik, sevdiğine kavuşamama gibi konular da türkü güftelerinde kendini göstermekteydi.

İşlenen olaylar ya da duygular olayın geçmiş olduğu yerlerin adı anılarak besteye bağlanmıştı. “Estergon Kalesi”, “Kırımdan Gelirim Adım da Sinan’dır”, “Buna Er Meydanı Derler”, “Mert Dayanır Namert Kaçar” gibi türküler bunlara örnekti. 

Gazi Osman Paşa türküsü olarak bilinen Kürdî makamındaki türkü de kazanılan bir zafere istinaden bestelenmişti.

Tuna Nehri’nin, Rumeli’ndeki Türk toplumunun ve Türk askerinin hayatında unutulmayan hatıraları vardı. Bunun için bu grup Rumeli türküleri “Tuna Türküleri” adı ile de anılmaktaydı.

Bu türkülerde, elden çıkan kaleler, Tuna boylarına serpilmiş ve sık sık el değiştiren şehirler, buralarda yaşanan mutluluklar ve pişmanlıklar, aşklar, hasret ve umutsuzluklar gibi türlü beşerî duygular ifade edilmişti.

Hep birlikte söylenen Balkan Türküleri hayatımızı kolaylaştırıyordu…


BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...