3 Nisan 2022 Pazar

MEVSİMLİK İŞÇİ DİYARI ÇUKUROVA



26 Ağustos 1951 Pazar, Ceyhan…

Çadırımızın açık kalan yanlarından içeri giren Çukurova güneşinin gözlerimi yakıcı ve delici etkisi beni uyanmaya zorluyordu. Biraz daha uyumak istedim. Güneşten kurtulmak için bir taraftan diğer tarafıma döndüm.

Gecemin önemli bir bölümünde Gavur Dağlarındaki felaket yolu üzerine kabusa dönen rüyalar görmüştüm.

Bir tarafımızda uçurum, diğer tarafımızda aniden yükselen dağlar arasında oldukça virajlı yolda her an kamyonumuzun uçuruma yuvarlanacak kaygısı içindeydim.

Nasıl olduysa uçurumlar ortadan kalkmış, bir sivrisinek bulutunun içine girmiştim sanki.

Kan ter içinde uyandığımda kardeşim Mustafa yanımda yatıyordu. Derme çatma bir çadırın içinde, bembeyaz bir pamuk tarlasının içindeydik.

Çevremizdeki bataklıklarda yuvalanmış olan sivrisinek ordusu bütün gece benim gibi diğer muhacirlerin de kanlarımızı emme yarışına girmişlerdi.

İlk kez bu denli kalabalık ve can yakıcı bir sivrisinek ordusuyla karşılaşıyorduk.

Dün sabah Elbistan Hasanköy’deydik. Yaklaşık dört ay önce ise Bulgaristan’da Karagözler Köyündeydik. Olaylar ve yerler baş döndürücü bir hızla gelişmiş, gelişmeye de devam edecekti.

Sivrilerin ısırıklarından kaynaklanan yerleri kaşırken burnuma tandırda pişmiş bazlama kokusu geldi.

Bazlama kokusu, hızla kalkarak çadırdan çıkmama yetti de arttı bile. Anam sabah kahvaltısı için tandırda bazlama pişirmişti. Mis gibi bazlama kokusu vardı ortamda. Ama babam yoktu.

Ana babam nerede?

Dedim, anlattı. Bize kıyamamışlar, bugünlük uyandırmamışlardı. Kahvaltıdan önce, sıcaklar bastırmadan pamuk toplamışlardı babamla birlikte. Anam Elçi’nin getirdiği ekmek ve kahvaltılıklarla erken dönmüştü. Çay demlemiş ve yer sofrası kurmuştu. Babam henüz dönmemişti pamuk tarlasından.

Anamın anlattığına göre, tarla sahibinin temsilcisi ‘’Elçi’’ ya da diğer adıyla ‘’Çavuş’’ iki yardımcısıyla erkenden bir traktörle gelmişlerdi. Bütün ailelere nüfus sayılarına göre ekmek ve kahvaltılık getirmişlerdi.

Traktörün arkasındaki römorkör üzerinde pamuk çuvallarını tartacak bir de kantar bulunuyordu. Sonradan adının Muzaffer olduğunu öğreneceğim üniversite öğrencisi de mevsimlik işçi olup, topladığımız pamukları tartarak hanemize yazacaktı.

Nasırlı ellerle toplanan pamuklar, çuvalı doldurduğunda kantarın yanına getirilip, kantarda görevli Muzaffer Abi tarafından tartılıp not ediliyormuş. Bu işlem akşam tarladan çıkıncaya kadar devam ediyormuş.

Babam gibi diğer aile aileler de, güneş birkaç ağaç boyu yükselinceye kadar, bir iki saatlik çalışmayla topladıkları pamukları kantarda tarttırdıktan sonra traktörün römorkuna yüklemelerinin ardından ancak kahvaltıya oturmak istemişlerdi. Anam,

-Babanız biraz sonra gelir. Mustafa’yı da kaldır Mehmet. Sonra da derede elinizi yüzünüzü yıkayarak kahvaltıya gelin.

Dedi. Mustafa’yı kaldırıp, dere kenarına gittik. Uygun bir yerde zorunlu ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra elimizi yüzümüzü yıkayıp, su kabını da doldurduktan sonra geri döndük. Babam da tarladan gelmiş, yer sofrasında bizi bekliyorlardı.

Yer sofrasına oturduğumuzda, sıcak bazlamaların yanında çay ve zeytin vardı. Anam,

-Peynir de vardı ama yarınki kahvaltıda çıkarırım.

Dedi. Elçi, parasını sonraki ücretlerimizden kesilmek üzere, sabahın erken saatlerinde peynir, zeytin ve çay getirmişti bütün ailelere. 

O yıllarda zeytin ve peynir en ucuz gıda maddeleriydi. ’’zeytin-peynir ekmekle idare ederiz.’’ Cümlesi yoksulluğun dile getirilişiydi.

Torbalarını bellerine bağlayıp günün ilk ışıklarıyla çavuşlarımızın gösterdiği yerlerde pamuk toplayan Karagözlülerin asıl zorlu mesaisi, kahvaltıdan sonra, yakıcı güneşin kendini gösterdiği ve nemin oldukça arttığı saatlerde başlıyordu.

Anam sofrayı toplarken babamla birlikte, bellerimize bağladığımız küçük çuvallarla, beyaz altın olarak bilinen pamuk denizine girdik.

Zoru kolaylaştırmak gerekiyordu...

Üstelik Karagözlüler 4 ay sonra bir araya gelmişlerdi. Elbistan Köylerinden kurtulmanın ve bir araya gelmenin şerefine, Rumeli Türküleri söylenmeye başlandı gelinlik çağındaki kızlarımız tarafından. Giderek analarımız da katıldı bu koroya.

Söylenen türküleri düğün derneklerde de söylemişlerdi analarımız genç kızlarla birlikte. Bir an için zamanda geriye, Mart ayının son günlerine ve Karagözler Köyüne gittim.

Karagözler'de sıkça söylenen ve Rumeli türküleri adı altında toplanan eserler beş yüzyılı aşkın bir Rumeli yaşantısının özetiydi sanki.

Serhat” denilince aklımıza hep Avrupa ile olan sınır boyları gelmekteydi. Bu nedenle bu türkülerin bir bölümü “Serhat Türküleri” adı altında toplanmıştı ki, “Kahramanlık Türküleri” olarak anılmaktaydı.

Söylenmekte olan Rumeli Türküleri ile kendimi Serhat boylarında varsaymış, Karagözler Köyünün kokusunu hissetmiştim.

Benimle birlikte bu duyguyu hisseden yaşıtlarımla, kafalarımızı kaldırmadan topladığımız pamukları bellerimize bağladığımız çuvalların içine koyma yarışına girdik. Yaşıtlarımızla yarışıyorduk adeta. Oyun haline getirmiştik pamuk toplamayı.

Ne var ki nefeslenmek istediğimiz anlarda güneşten korunmamızı sağlayacak gölgelik, gölge yapacak ağaç yoktu.

Dümdüz bir araziye sahip Çukur Ovasındaki pamuk tarlalarında güneş yükseldikçe kavurucu sıcaklar tepemize vuruyordu. Sanki kafatasımızı delip, beynimizin içine işliyordu.

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen herkes gücü oranında pamuk toplama işine sürdürüyordu, sürdürecekti. Sürdürmek zorunluydu çünkü topladığımız pamuğun ağırlığına göre ücret alacaktık.

Sıcakların iyice bastırdığı öğle saatlerinde ara verildi. Doldurduğumuz çuvalları kantarda tartan görevli Akıncı Ailesi adına kaydettikten sonra çadırımıza döndük.

Derme çatma da olsa, dün akşam kurulan çadırlarımızın gölgelerine sığındık. Bir süre çadırların gölgesinde dinlendik.

Bütün yaşıtlarım biraz olsun güneşten kurtulmanın keyfini çıkarırken analarımız öğle yemeği için bir şeyler hazırlamaya başlamıştı.  Allah ne verdiyse onlar konacaktı öğle sofrasına.

Kardeşimle bana da dereden su getirme görevi düştü.  Dereye su almaya gittik. Döndüğümüzde yer sofrasında yerimizi alarak karnımızı doyurduk.

İkindiye kadar dinlenme molası verilmişti.  Güneşin etkisinin nispeten azaldığı ikindiden sonra tekrar daldık pamuk denizine. İlk günün hevesiyle var gücümüzle çalıştık.

Havanın kararmaya başladığı saat 21’e kadar toplanan pamuklar göz doldurmuştu. Akıncı Ailesi adına kaydedilen pamuk miktarı yüzümüzü güldürmüştü.

Akşam yemeğinden sonra benim gibi diğer çocuklarda yataklarımıza uzandığımızda yorulduğumuzun farkına bile varamadan, derin bir uykuya dalmıştım.  


BEYAZ ALTIN PAMUK

 


25 Ağustos 1951 Cumartesi, Ceyhan…

Ceyhan'a yakın, bir dere kenarındaki pamuk tarlalarından birindeydik zorlu ve maceralı bir yolculuktan sonra.

Güneşin olabildiğince geç battığı bir gündü…

Sabahın erken saatlerinde Elbistan Hasanköy’den almıştı bizi Elçi’nin kamyonu.

Sırasıyla diğer köylerdeki Karagözlüler de alındıktan sonra dağın öteki yüzüne, Çukurova'ya yolculuk başlamıştı. Nurhak dağlarındaki felaket yolunu aşmış, rahatlamış ve Maraş İli’ ni de geçmiştik.

Bundan sonrası esenlikti…

Adana-Şanlıurfa otoyolu üzerinden, yaklaşık 320 km yol almamız gerekiyordu Ceyhan pamuk tarlalarına ulaşabilmek için…

Tuvalet molası dışında herhangi bir yerde durmayan kamyonumuz, 10 saatlik bir yolculuktan sonra, saat 17,00 civarında ulaştı Ceyhan Pamuk tarlalarına.

Uçsuz bucaksız arazide, kaybolacağı ufka doğru ilerlemekte olan güneşin aydınlattığı tarlalara kamyon kasasından baktığımda, ‘’bembeyaz bir gelinlik’’ giymiş genç bir kız gibi göründü bana pamuk tarlaları.

Bulgaristan’daki hüzünlü bir köy düğünde gördüğüm gelini anımsadım birden. Onun da bembeyaz bir gelinliği vardı. Bembeyaz gelinliğiyle hafif rüzgarda salınarak yürüyordu gelin evine doğru.

Birden içimi coşkulu bir mutluluk kapladı…

Bulgaristan’ın Karagözler Köyü’nden, 24 Nisan 1951’de başlayan göç hikayemizde ilk kez kendimi mutlu hissediyordum.

Güneşin kaybolacağı uçsuz bucaksız bembeyaz tarlalar bizleri şaşkına çevirmişti. Olağanüstü bir görünümdü…

Bembeyaz gelinliği andıran tarlaları huşu içinde seyrederken bir dere kenarında duran kamyonumuzn sarsıntısı ile kendimize geldik.

Kamyonun sürücü bölümünden inen Elçi, bizlere bakarak, gür sesiyle,

-İnin, eşyalarınızı da indirin. Bir süre bu tarlada pamuk toplayacaksınız.

Dedi. Kamyondan indik, yaşlılar ve çocuklardan sonra eşyalarımız da indirildi. Herkesin inip, kamyon kasasının boşaldığına emin olduktan sonra Elçi,

-Her aile kendisine çadır kurabileceği uygun bir yer bularak yerleşmeye çalışsın. Ben tarla sahibini bulmak üzere Ceyhan’a gideceğim.

Dedikten sonra kamyona binerek gözden kayboldu. Aile babaları da, horantalarının yardımıyla, eşyalarını çadır kurabilecekleri bir yerlere taşıdılar. Babam ,

-Mehmet, Mustafa ile çevreyi bir kolaçan edin. Bakalım etrafta ocak yapabileceğimiz taşlar bulabilecek miyiz? Herkesin karnı açtır. Geçici bir ocak yapılması gerekiyor.

Üzerine tandır koyacağımız ocaklar için uygun taşlar ve yakacak bir şeyler gerekiyordu. Mustafa dayımla Yusuf dayım da bize eşlik edince, anında çevreden uygun taşlar ve yakmak üzere çalı çırpı da bulundu…

Ocaklar yakıldı ve üzerlerine tandırlar yerleştirildi.

Bizim gibi konar göçerlerin yanında her zaman bir çuval un bulunurdu. Su bulduğumuz anda, tandırınız da varsa ekmek yapabilirdiniz.

Önemli olan ekmek ya da bazlama yapabilmekti, yemek olup olmaması pek önemli değildi.

Bizler ocakla uğraşırken, Anamla teyzem de bazlama hamurlarını hazırlamışlardı zaten…

Daire şeklinde ve yaklaşık 1 cm kalınlığında bazlamalar oluşturulmalıydı. Anam göz kararı bu ölçüyü tuttururdu. Yine tutturdu…

Dumanlar arasında pişen ilk bazlamaları ağzımız sulanarak bekledik.

Pişen bazlamaların üzerine, Elbistan Hasanköy’den ayrılırken bazı komşularımız tarafından yolluk olarak verilen, tereyağından sürdü Cemile Teyzem. Üzerine biraz da tuz ekerek önce kardeşim Mustafa’ya, sonra bana ve dayılarımdan en küçük olan Mustafa’ya verdi.

Hayatımda yediğim en güzel bazlamaymış gibi geldi bana. Bazlama ile de olsa karınlarımız doymuş, yaşama sevincimiz artmıştı.

Daha ne olsundu…

*****

Pamuk bitkisiyle ilk kez karşılaşıyordu Bulgaristan Muhacirleri. Bu ürünü tanımıyorduk. Aslında Çukurova da pek tanımıyordu. Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa tanıştırmıştı Çukurova ile pamuğu.

Adana ve çevresine ait yönetimin 1833-1840 yılları arasında Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın eline geçmesiyle gerçekleşiyor.

İbrahim Paşa Suriye ve Mısır'dan getirdiği işçilerle önce bataklıkları kurutuyor, ardından pamuk üretimini arttırıyor.

1861-1865 arasındaki iç savaş pamuk üretimine darbe vurunca İngilizler Adana'ya yöneliyor.

İlginçtir, topraklarında bir pamuk fidesi bile yetişmeyen İngiltere dünyanın en gelişmiş tekstil endüstrisine sahip oluyordu Osmanlı Balkanlarda sürekli toprak kaybederken.

Ceyhan, Adana’nın yaklaşık 50 km doğusunda ve Ceyhan Nehri’nin kıyısında kurulmuş, büyükçe bir ilçesiydi. Konum olarak Çukurova’nın tam ortasında yer alan Ceyhan, yörenin pamuk ambarıydı Elçi tarafından anlatılanlara göre.

Ovadaki başlıca tarım, çeltik ve pamuktu. Pamuk üretimi suya da ihtiyaç duyduğundan tarlalar akarsuyun bol olduğu dere kenarlarında olurdu. Bazı tarlalarda, pamuk üretiminden önce çeltik üretimi de yapılmış olduğundan, çevremizde sivrisineklerin kümelenerek bulutlar oluşturduğu bataklıklar da vardı.

Bataklıklar, sivrisineklerin yanı sıra sazlıkların da bolca bulunduğu vahalardı.

Sazlıklardan elde edilen uygun kalınlık ve boydaki kamışlar ısı ve ses yalıtımı da sağladıklarından, kulübe tipinde ev ve çadır yapımında uygun malzemelerdi. Öyle söylemişti Elçi. Hem sağlam hem de esneklikleri nedeniyle çadır kurmaya elverişli araçlardı.

Yeterince kamış kesildi. Geçici yaşam çadırları yapılmasına başlandı. Böylece aileler barınma sorunlarını kendilerine ait olan savan, hasır örtü ya da bezden yapılmış çadırlarda çözdüler.

Gece yarısına doğru hem Akıncı Ailesi hem de Kurtuldu Ailesinin geçici çadırları hazırlanmıştı…

Hasırlar üzerine serilen yataklara yatar yatmaz kendimizden geçmiştik. Rüyamda Gavur dağlarında stop eden kamyonu itmeye çalışıyordum büyüklerimle birlikte...


2 Nisan 2022 Cumartesi

ÇUKUROVA'DA MEVSİMLİK İŞÇİLİK

 


Çukurova Bölgesi’nde mevsimlik tarım işçiliği 1950’den beri süregelmekteydi. Hasat dönemlerinde başta Maraş ve Urfa olmak üzere çeşitli Güney-Doğu illerinden bölgeye mevsimlik tarım işçileri temin edilmekteydi.

Bir türlü iskân edilememiş Bulgaristan muhacirleri de katılmak zorunda kalmıştı bu kervana. Sonra yoksul Güney-Doğu marabaları ve yarıcıları gelmeye başlamıştı.

Şimdilerde de Suriyeli sığınmacıların Çukurova ve Ege Bölgesinde mevsimlik tarım işçisi olarak çalıştıklarına tanık oluyoruz.

Türkiye’nin ne kadar geliştiğinin bir göstergesi olan tarımda mevsimlik işçi olayını ayrıntılı yazma gereğini duydum. Yazma gereğini duydum çünkü ‘’Çukurova’da mevsimlik işçi olmak’’ olgusu unutulmazlarım arasında olup, ülkemizin kanayan bir yarasıdır.

1950-1951’li yıllar Türkiye’nin kırsal alanları için en önemli dönüm yıllarıydı. Tarımda makineleşme ile birlikte, daha fazla arazinin tarıma açılması, pamuk ve diğer tarım ürünlerinin hasadı için daha fazla işçiye ihtiyaç duyulmuştu.

Bunun için mevsimlik işçi bulunmalıydı. Bu iş için becerikli ve işini bilen kişiler, yani ”elçiler” kadrosu oluştu. Mevsimlik işçi bulmak, tarım arazisine getirmek ve çalışmalarını organize etmek için oluşan bu elçiler kadrosuna ‘’çavuş’’, ‘’dayıbaşı’’ gibi adlar da verilmekteydi. Çalışacak işçileri bunlar seçerdi.

Mevsimlik tarım işçilerinin çalışma ilişkileri; işçi, elçi ve işverenlerden oluşmaktaydı. Bu üçlü arasındaki çalışma ilişkisi tamamen devlet denetiminden uzak, vergilendirilmemiş, sosyal güvenlik kavramının da geçersiz olduğu üretim alanıydı. İşverenler, işçilere karşı hiçbir sorumluluğu üstlenmek zorunda değildi. Barınmaları için yer göstermek, işçiler için yaptıkları tek şeydi. Bunu yapmaktaki amaçları da işçilerin çalışacağı bahçelere hızlı bir şekilde ulaşmasını sağlamaktı.

Elçilerin işçiler için yerine getirdiği görevler, onların yaşamlarını kolaylaştırıyor gibi görünse de bunların hepsi işçilerin elçilere olan bağımlılığını güçlendirmekteydi. Bir elçiye bağlı olmadan iş bulunamaz, çalıştığı yerde hiçbir sorununu tek başına çözemez hale gelirdi. Bu bağımlılığı yaratmak ve derecesi elçinin yaptığı işin vasıfları arasındaydı. Elçi, işçiden ve işverenden aldığı komisyonlar dışında sayısız gelir elde etme yöntemini kendisi için yaratmıştı.

Elçilik sisteminde elçi, işçilerin evine giderek onlara gidecekleri yeri ve alacakları ücreti anlatıp işi bağlıyordu. İşçileri anlaşma yaptığı bahçe ya da tarlaya götürüyordu. Elçi gidiş ücretini tarla sahibinden, dönüş ücretini işçiden isterdi. Bunun dışında her işçinin yevmiyesi üzerinden yüzde 10 komisyon alırdı.


1 Nisan 2022 Cuma

BULGARİSTAN MUHACİRLERİ ÇUKUROVA YOLLARINDA

 


5 Ağustos 1951 Cumartesi, Hasanköy…

Eşyalarımızı kamyona yüklemiş olan kan ter içindeki babam etrafına bakındıktan sonra; ‘’Geç kalıyoruz, ananız nerede Mehmet?’’ Dedi. ‘’Buralardaydı baba…’’ Dedim ama anam yoktu ortalıkta. Saat de 9 olmuştu.

Alınan karar gereğince Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gitme zamanı gelmişti. Diğer Karagözlüleri Çukurova’ya götürecek olan Elçi’nin kamyonu gelmiş, kamyona binmemizi bekliyordu. Ama anam yoktu ortalıkta.

Nereye gitmiş olabilir di? Aklıma mezarlık geldi ama dün en küçük kardeşimizin mezarını hep birlikte ziyaret etmiş, dualarımızı okumuş ve vedalaşmıştık.

Büyük bir telaşla aramaya başladık. ‘’Anamı gördünüz mü?’’ Diye sorduğumuz köylülerden biri ‘’ananız mezarlıkta’’ Dedi. Anlaşılmıştı… Anam bir ay önce toprağa verdiğimiz kardeşimiz Şaban’ın mezarına gitmişti. Babamla birlikte biz de mezarlığa gittik.

Kardeşimizin mezarı başında ağıtlar yakan anamın gözyaşları sel olmuştu. ‘’Yavruuum… Şabanıııım… Seni buralarda bırakıp, nasıl gideceğiz? Gitsek de nasıl geleceğiz?’’ Diye ağıtlar yakan anamı zorla ayırdık kardeşimizin mezarı başından…

Anamı neredeyse sürükleyerek götürüp, kamyon kasasına oturttuk. Etrafı tekrar gözden geçirdikten sonra, bizi yolcu etmeye gelen birkaç köylü ile vedalaşarak kamyona bindik de sabırsızlanan sürücü harekete geçti.

Alınan Dayıbaşı olarak da bilinen ‘’elçi’’ Elbistan köylerine dağılmış olan Karagözler Köyü muhacirlerini Adana Ceyhan’a ücretsiz götürecekti. Tarlaya ulaşım ücretini işveren karşılıyordu. Elçi de asgari ölçüde zorunlu ihtiyaçlarımızı karşılayacak ve yaptığı harcamaları pamuk tarlalarından kazandığımız ücretlerimizden kesecekti.

Hasanköy ‘den ayrıldıktan yaklaşık iki saat sonra Halil dedemlerle birlikte diğer köydekilerin eşyaları da yüklenmişti. Halil dedemler yedi kişilik ‘’Kurtuldu’’ ailesiydi. Biz Akıncı ailesi dört kişiydik. Sonraki yıllarda Hüseyin, Kerim ve Yusuf dayımların kayınbabaları olacak aile bireyleri ile diğer muhacirleri sayarsak, 25 kişilik bir mevsimlik işçi grubu oluşmuştu.

Yatak-yorgan, kap-kacak ve diğer zorunlu eşyaların da yüklendiği kamyon kasasında, zor da olsa herkes için oturacak yer bulundu.

Aynı zamanda sürücü olan kamyonun sahibi bu kadar kalabalık ve yük olacağını düşünmemişti. Gâvur Dağlarını aşmakta zorlanacağımızı söyleyip, mırın kırın ettiyse de elçinin işaretiyle yola koyulduk…

Yaklaşık 50 kilometrelik Hasanköy-Elbistan yolunda fazla zorlanmadan 2 saatte Elbistan’a ulaşmıştık. Bir süre dinlenen kaptanımız 70 kilometrelik Elbistan-Göksun karayolunda oldukça zorlandı kamyonumuz. Yolda karşımıza çıkan yaklaşık 30 virajın 5 ya da 6 tanesinde tek seferde araba dönemedi. Elçi bazı virajların çok dar olduğunu söylemişti. Saat 13’e doğru Göksun’a ulaşmıştık.

Asıl problem bundan sonra başlayacaktı. Göksun-Maraş arasındaki Nurhak Dağlarının aşılması gerekiyordu ki felaket yollarından ötürü Gavur dağları olarak da anılmaktaydı.



25 Ağustos 1951 Cumartesi, saat 15,30…

Boşuna Gâvur dağları dememişlerdi… 

Günümüzde Amanos Dağları ya da Nur Dağları olarak bilinen bu dağları aşmak için kullanılan yol güzergâhı, özellikle Göksun ile Maraş arasında, gerçekten de tam bir felaket yoludur demişti Elçimiz.

Göksun’dan ayrıldıktan bir süre sonra, bir tarafında uçurum diğer tarafında yükselen dağın yamacından geçiyorduk. Yolun hiçbir yerinde kamyonun uçuruma kaymasını önleyici bariyer yoktu. Üstelik, yaklaşık 4 ay önce maraş-Göksun yolunda bu dağları tırmanırken stop eden kamyonumuz az daha uçuruma yuvarlanacaktı. Hafızama kazınmış olan bu olay nedeniyle, korkmamız gereken bir durumdu…

Yol güzergâhı coğrafi yapı olarak çok kötüydü. Göksun-Maraş arası şimdiye kadar karşılaştığım en zorlu yoldu. 

Göksun’dan uzaklaştıkça, zaten yüksek olan rakım tekrar yükselmeye, yeşillikler de yerini dağlık alanlara, keskin virajlara bırakmıştı.

Bu yüzdendir ki yöre köylüleri, Göksun ile Maraş arasındaki bu sarp dağlara “Şeytan dağları”, bu yola da “Felâket yolu” adını vermişlerdi. İkinci kez geçecektik Felaket yolunu. Bereket kamyon sürücüsü oldukça deneyimliydi. Sorunsuz geçtik.



ELBİSTAN'DAN KURTULUŞUMUZ ÇUKUROVA OLUR MU

 

16 Ağustos 1951 Perşembe, Hasanköy…

Ailemizin üç numarası Şaban’ımızı 20 gün önce toprağa vermiştik. Bu süre içinde Karahasanuşağı Köyü’nden gelmiş olan Halil dedemler birkaç gün kaldıktan sonra, Cemile teyzemle Kerim dayımı bırakarak, köylerine döndüler.

Cemile teyzem ile Kerim dayım anamın acısını olabildiğince azaltmaya çalıştılar. Ne var ki pek fayda etmedi. Anamın acısı bir türlü geçmiyor, ‘’Şaban’ım da Şaban’ım’’ deyip, sürekli gözyaşı döküyordu. Bunda gurbetlik duygusunun da büyük payı vardı.

Sen kalk, atalarının yüzyıllarca yaşamış olduğu karagözler Köyünden ayrıl; dilini, dinini, gelenek ve göreneklerini bilmediğin Alevi Kürt Köylerinden birinde bir hayvan ağılından bozma bir yerde yaşamaya çalış. Bağ yok, bahçe yok, tarla yok, ekim dikim yok, ailemizi geçindirecek gelir yok…

Üstelik köyde cami de yok. Oysa biz dinimizi kurtarmaya gelmiştik!

Babam köy muhtarı ile yaptığı bir söyleşide ‘’geçim derdi’’ üzerinde durmuş. Bağ, bahçe ve tarım arazisinin olmadığı bu köyde nasıl geçindiklerini, nasıl geçineceğimizi sormuş.

Köy muhtarının anlattıklarına göre, eli ayağı tutan köylülerinin büyük bir bölümü, haziran ayından itibaren Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gitmektedirler. Yaklaşık beş ay süren mevsimlik işçilik döneminde kazandıklarıyla kış aylarının giderlerini karşılamaktaymışlar.

Babam köy muhtarının geçim konusunda söylediklerinden sonra ulaştığı sonuç, Bulgaristan Muhacirleri bir yolunu bulup Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gitmeli ve geri dönmemeliydi. Köylerdeki Karagözlülerle bilgi alışverişi yapıldı. Kim Elbistan’a inerse, mevsimlik işçi arayanlar sorulmalı ve konuşulmalıydı.

Nitekim Elbistan’a giden bazı Karagözlüler Çukurova’dan gelen, adına ‘’Elçi’’ denilen bazı kişilerin Çukurova’da çalışacak mevsimlik işçi aradıklarını öğrenmişlerdi. Adana Ceyhan tarafından gelen bir ‘’elçi’’ ile anlaşma yapıldı. Bütün Karagözlülere duyuruldu ve hazırlıklar başladı.

Mevsimlik işçi olarak Çukurova’ya gitmek kurtuluşumuz olabilirdi…





KARDEŞİM ŞABAN HASANKÖY'DE TOPRAĞA VERİLDİ

 


26 Temmuz 1951, Hasanköy…

Yürek burkan acı bir çığlıkla uyandım…

Anam, kucağında iki yaşındaki kardeşim Şaban ile odada dolanıp, deliler gibi dövünüp duruyordu.

-Yaavruum… Şaabanıııım… Doyamadığım Şaaabanıııım… 

Diye feryat ediyordu. Anama neler oluyor? Diyerek kalktım.

-Ne oldu ana, neden dövünüp duruyorsun?

-Kardeşinizi, Şaban’ımı kaybettik oğul…Ben dövünmeyeyim de kim dövünsün.

-Dur bakalım ana…Yanlış görmeyesin.

Derken, dışarıda odun kırmakta olan babam da anamın ağıtlarını duymuş, ne oluyor? Diye odaya girmişti. Dövünmekte olan anamın kucağından Şaban’ı aldı.

Kucağında kolları ve bacakları sarkmış olan kardeşimizi yere yatırdı. Cebinden çıkardığı küçük bir aynayı ağzına yaklaştırarak nefesini yokladı.

-Nefes almıyor Mehmet…Kaybetmişiz oğlumuzu.

Dedi. Gerçekten de kaybetmiştik kardeşimi…

Bulgaristan göçü sonrasının sefaletine, iki ay anasız babasız kalmasına, yetersiz beslenmesine ve bakımsızlığa dayanamamıştı.

Babam dini bütün, tevekkül sahibi biriydi.

-Allah’ım böyle uygun görmüş, oğlumuzun daha fazla hırpalanmasını istememiş olmalı ki Cennetine aldı.

Dedi. Yapacak Bir şey yoktu. Defin işlemleri ve ölüm belgesi düzenlenmesi için Köy muhtarına haber verilmesi gerekiyordu.

Babam bana dönerek,

-Mehmet, ben Muhtarı bulmaya gidiyorum. Ananıza dikkat edin, kendine bizi üzecek bir şey yapmasın.

Deyip gitti. Bir taraftan göz yaşı dökerken bir taraftan da ağıtlar yakmakta olan anamı kardeşim Şaban’dan uzak tutmaya çalıştım.

Ayrıca Karahasanuşağı Köyündeki dedemlere, Kurtuldu Ailesine haber gönderildi. Akşamüzeri başta dedem ve nenem olmak üzere Hüseyin, Kerim, Yusuf ve Mustafa dayımla Cemile teyzem (tetem) Hasanköy’e gelmişlerdi.

Yaklaşık yarım saat sonra Muhtar ve köy bekçisiyle birlikte geldi babam.

*****

Ölüm belgesi düzenleme yetkilisi bulunmayan ya da yetkiliye makul sürede ulaşılamadığı yerlerde bu belge köy muhtarları tarafından verilirdi.

Muhtar ölüm belgesini düzenledikten sonra, köyde imam olmadığından, dedelik mertebesinde olan birine haber uçuruldu.

Cenaze merasimleri, her kültürün ayrılmaz bir parçasıydı. Asırlar boyunca tarihin belli dönemlerinde kabul edilmiş dini inançlarının etkisiyle, her halkın cenaze merasimleri benzer olmakla birlikte bazı ayrılıklar da taşımaktaydı.

Farklı kültür inançlarının izlerini taşırdı. İnsan hayatının önemli geçişlerden biri olan ölüm etrafında birçok tören, inanç, gelenek ve görenek oluşmuştu.

Köy Muhtarının anlattığına göre, Alevi geleneğinde ölüm olayı ‘’Hakka yürümek’’ olarak tanımlanmaktaydı. Hakk’a yürüyen canın, bir örtü ile kefenlendikten sonra cenaze namazı kılınırdı.

Cenaze namazı, bir anlamda, hazırlık aşamasından gömme aşamasına geçişi sağlayan bir halkaydı.

Cenaze namazını, Sünni topluluklarda cami imamları kıldırırlardı. Alevi köylerinde ise bu vecibe Alevi dedelerince yerine getirilmekteydi.

Zira bu gibi yörelerde bütün dinî vecibeler, geleneksel olarak dedelerin öncülüğünde yapılırdı. Çünkü manevi imamlığın ancak bu soya ait olduğu kabul edilirdi.

Bu yüzden okumuş cami hocası, imam olarak kabul edilmez ve zorunlu olmadıkça da Sünni hocalara müracaat edilmezdi.

Cenaze namazında rükû ve secde bulunmadığı ve ayakta kılındığı için bu namaza “secdesiz namaz” denmekteydi.

*****

Ahmet Akıncı Ailesinin üç numaralı evladı, kardeşim Şaban için, yörenin geleneklerine uygun cenaze namazı kılındıktan sonra, gösterilen mezar yerinde usulüne uygun defin işlemi yapılıp, dualar edildi.

Hasanköylüler tarafından başsağlığı dilenip, acımız paylaşıldıktan sonra, eve döndüğümüzde, ailemizde tarifi imkânsız bir acı kendini var gücüyle göstermişti.

Sen kalk, Bulgaristan’ın Karagözler köyünden inançlarımızı kurtaracağız, daha özgür olacağız diye gönüllü ve serbest göçmen olarak Türkiye’ye gel, Maraş Elbistan köylerinden birinde ciğer pareni toprağa ver…

Hani, ”ateş düştüğü yeri yakar derler ya.”

Şaban’ın ölümü de Akıncı ve Kurtuldu Ailelerini yakmıştı.

Ertesi gün Cemile teyzemle Kerim Dayım dışındaki Kurtuldu Ailesi köylerine döndü. Anam bir hafta kendine gelemedi. Hemen her gün ağladı, mezarına gitti ciğer paresinin. Hastalığının tekrar seyredeceğinden korktuk.

Hasanköy ’deki Sosyo-ekonomik uyumsuzluğun ve işsizliğin üzerine Şaban’ın öbür dünyaya göçü tuz biber ekti acılarımızın üzerine. 

Muhacirliğimizin ilk üç ayında ilk insan kaybımızı verdik.

Çukurova’daki pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak çalışırken gerisi de gelecekti…




28 Mart 2022 Pazartesi

HASANKÖY-HASANALİLİ'DE SOSYAL YAŞAM

 


13 Temmuz1951 Cuma, Hasanköy…

Toprak İskan Müdürlüğü tarafından iskan edilmek üzere gönderildiğimiz Hasanköy, bazılarına göre yaklaşık 400-500 yıl önce, Hasanalili deresi olarak adlandırılan derenin iki yamacında, Hasan ve Ali kardeşler tarafından, kurulmuştu.

Bazılarına göre de Hasan adındaki yerleşimcinin baba adı Ali olduğundan, Hasan Ali diyarı olarak anılır olmuş zamanla. Hasanalili olarak devlet kayıtlarına geçmişti. Sonraki yıllarda Kürtçe adının Hesenelî olduğunu öğrenecektim.

Köy bekçisinin anlattıklarına göre yerleşimci Hasan’ın üç oğlu tarafından oluşturulan üç aşiret üç mezranın oluşumunu sağlamıştı.

Hasanalili yerine, kısaltılarak, daha çok Hasanali ya da Hasanköy olarak adlandırılıyordu. Benim hafızamda da yıllarca Hasanköy olarak kalacaktı.

Aşiret ya da kabile örgütlenmesi, kan bağı ve akrabalık yoluyla ilişkide bulunan insanları içine alırdı.

Aşiret, varlığını akraba evliliği yoluyla sürdürürdü. Zaten yok denecek kadar az olan tarım arazisi mülkiyetinin parçalanmaması ve aile içinde kalması için akraba evlilikleri gerekli görülmekteydi.

Akraba evliliklerini destekleyen bir uygulama da eve kuma getirilmesi olayı idi. ‘’Kuma’’ olarak bilinen, eş üzerine ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü bir eşin getirilmesi ailenin işgücü yönünden önemliydi.

Diğer taraftan feodal topluluklarda kız çocuklarının adı pek olmazdı. İllaki erkek evlat olacaktı zürriyetinin devamı için. Sürekli kız çocuk doğuran kadının, sanki kabahat onunmuş gibi, üzerine kuma getirilerek erkek çocuk doğurması beklenirdi.

Evler birbirinden oldukça uzakta, aralarındaki uzaklık en az 500 metre olacak şekilde, köy altı bir yerleşim olarak biliniyordu Hasanköy.

Köyde yaşayanların tamamı Kürt ve Alevi idi. Mezra tipi yapılanmasından ötürü dere kenarında çok büyük bir alana yerleşilmiş olmasına rağmen az nüfuslu fukara bir köydü. Hayvancılık yapmakta olan üçte ikisi, köy muhtarının da dediği gibi, hayvanlarıyla içiçe olan evlerde yaşıyorlardı.

Hem mezra tipi yapılanmış olmasından hem de Alevi Kürtlerden farklı bir inanış biçimi olan Hasanköy sakinleriyle, Sünni Mezhebini kabul etmiş Akıncı ailesi uyum sağlayamadığı gibi, adeta kendini köy ve köylülerden yalıtılmış hissetmişti.

Yok denecek kadar az olan Tarım arazisi zaten birkaç ailede toplanmış olduğundan ailemiz çiftçilik yapamayacağı gibi vasıfsız beden işçiliği de yoktu köyde.

Tarım ve hayvancılık yapamayan Hasanköy sakinlerinin yaşlıları, zorunlu olarak, sürekli köyde kalmak zorundalardı. 

Gençler, yaz aylarında Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gidiyorlardı. Biz de gitsek Çukurova’ya diye düşünmeye başlamıştı babam.

Diğer taraftan, Mevsimlik işçi olarak gidenlerin bir bölümü geri dönmediğinden, köyün nüfusu her yıl biraz daha azalıyordu.

Bu azalmaya, demografik yapıyı biraz da olsa değiştirmek için gönderilen bizler de, katkıda bulunmalıydık…


26 Mart 2022 Cumartesi

AKINCI AİLESİ ELBİSTAN HASANKÖY'DE



Temmuz 1951 Cumartesi, Hasanköy…

Yaklaşık 2 ay sonra da olsa, Edirne’den gelen anamla babama kavuşmak harika bir duyguydu. Özellikle, ailenin 3 numaralı çocuğu olan 2 yaşındaki kardeşim Şaban için daha iyi bir ilaç olamazdı anasının gelmesinden.

Boşuna dememişler di ”analı kuzu, kınalı kuzu” diye…

Her ne kadar Cemile Teyzem ile Fatma Nenem Şaban ile ilgilenseler de analar bir başka türlü oluyordu ki ”Anam da anaaammm…” diye sıkça ağlama krizlerine girmiş, öksürükleri artmış ve haliyle alabildiğine huysuz bir çocuk olmuştu.

Karahasanuşağı Köyündeki Halil dedemlerde bir gece konaklayıp, hasret giderdikten sonra, ”yolcu yolunda gerek” dedi babam. Bir an önce Hasan Köye ulaşalım ki ailemizi neler bekliyor, görelim…

Edirne’den Halil dedemlerle birlikte getirebildiğimiz yatak yorgan, kap kacak gibi eşyalarımızı yükleyecek bir araba bulmanın telaşına düşüldü. Karahasanuşağı köyünün yaklaşık 3 km doğusundaki Hasanköy’e gidilecekti.

Ulaşım konusunda Karahasanuşağı köylüleri öküzlerin çektiği bir araba ile bize yardımcı oldular. Öküz arabası da olsa, en azından eşyaların yanı sıra anamla birlikte 2 yaşından gün almış kardeşim Şaban’ın taşınmasını sağladı.

Hasanköy, Karahasanuşağı köyünün yaklaşık 3 km doğusundaydı ama aralarındaki yüksek platolar, derin vadiler ve geçit vermez boğazlardan ötürü yol uzadı. Önce yaklaşık 5 km kuzey-doğu, sonra da yaklaşık 5 km güneye inerek toplamda 10 km’lik yolculuktan sonra Hasanköy sınırlarına girdik.

Ortasından dere akan V şeklindeki yamaçlar üzerine kurulmuştu Hasanköy…

Babam, Maraş Toprak İskân Müdürlüğü’nce düzenlene evraklarla köy muhtarını aramaya gitti. Uzunca bir süre sonra da muhtar ve köy bekçisiyle birlikte geldiler.

Muhtarın yüzünden ve tavrından, başta kendisi olmak üzere, Hasanköy sakinleri tarafından da pek sıcak karşılanmayacağımız anlaşılmıştı.

Ne çare ki devletin resmi evraklarını gören muhtar bize ev yeri göstermek zorundaydı. Gösterdi de…

Yamaçlardan biri üzerinde, patika demenin bile zor olduğu bir yoldan, yamaçta bir hayli yükseldik. Her tarafı dökülen bir hayvan ağılının yanında durduk.

Giriş kapısı sallanan ve avlusu olmayan bu hayvan ağılının yanında arabayı durduran Muhtar, ”burada konaklayacaksınız” dedi.

Yüzüne hayret ve hüzünle baktığımızı gören Muhtar ”ne bekliyordunuz ki, bu dağ köylerinde hemen herkesin evi böyledir. İnsanlarla hayvanlar birlikte yaşar. Hali vakti yerinde olan birkaç kişinin evleri biraz farklıdır.” Dedi.

Köyle ilgili biraz da bilgi verdikten sonra ‘’bir şeye ihtiyacınız olursa bekçiyi arayın.’’ Diyerek gitti. Arkasından baka kaldık…

Ev olarak gösterilse de ev diyemeyeceğim hayvan ağılının yanına eşyalarımız indirildi. Karahasanuşağı köyünden bizi getiren öküz arabasının sürücüsüne şükran duygularımızı bildirerek, geri gönderdik.

Ardından, babam harabe ağılı gezdikten sonra; keser, kürek ve süpürge bulmak için köy bekçisini bulmak üzere gitti. Yüreklerimiz sıkışmış olarak, anamla birlikte üç çocuk, babamı bekledik.

Kısa sürede dönen babam ‘’Hadi çocuklar, şu ağılı hep birlikte hale yola koyalım.’’ Dedi.

Atom Karınca gibiydi babam. Birlikte, kısa sürede, hayvan ağılı temizlendi. Sallanan kapı sağlamlaştırıldı ve eşyalar olabildiğince yerleştirildi.

Yorulmuştuk ama meraklı bir çocuk olarak yakın çevremi görmek ve tanımak istedim. Bulunduğumuz yamaç üzerinden aşağı baktım dikkatlice. Bütün Elbistan köylerinde olduğu gibi Hasanköy de içinden ırmak geçen V şeklinde bir vadinin yamaçlarına kurulmuştu.

Yaklaşık 100 metre aşağıda, sonraki günlerde adının Hasanalili Deresi olarak öğrendiğim, bir akarsu bulunuyordu. Köy sakinleri derenin iki yamacına yerleşmişlerdi. Mezra tipi bir yerleşim vardı. Her ev arasında en az 500 metre uzaklık olacak şekilde yapılanmışlardı.

Hasanalili deresinin iki yamacında yer alan ağaçların dışında yeşillik yoktu.

Köyün iki yamacında yükselen tepeler ve ardında ortaya çıkan dağlar bozkır olarak tabir edilen yapıdaydı. Köyün arazi yapısı belki hayvancılık için elverişli olabilirdi. Ancak tarım arazisi yok denecek kadar azdı.

Bu görüntü hüznümü biraz daha arttırdı. Yedi yaşındaki çocuk aklımla, Çiftçilikten başka bir mesleği olmayan, yani vasıfsız beden işçisi olan babam ve ailesi için burada ekmek yok diye düşündüm.

Pasaportumuzda uğraşımız çiftçi olarak belirtilmiş olmasına rağmen, neden buraya verilmiştik?

Sorusuna yanıt bulamamıştım…

Karahasanuşağı Köyü’ndeki Halil dedemin dediği gibi, Elbistan köylerinde bize iş, aş, ekmek yoktu…

Ne diye Elbistan köylerine verilmiştik.

Yedi yaşında bir çocuk olarak bu tür sorulara yanıt bulamıyordum…



AKINCI AİLESİ BİRLEŞİYOR

 


6 Temmuz 1951 Cuma, Karahasanuşağı…

Ağıldan bozma evin penceresinden giren sabah güneşi gözüme vurmuştu kalk dercesine. Uykum bitmişti ama yataktan çıkmak istemiyordum.

Dün güzel, güneşli bir gündü. Bahar gelmiş, her tarafta çiçekler açmıştı. Yine, ‘’Anam niye gelmedi, anamı isteriiiim.’’ Diye tutturan üç numara, 2 yaşındaki kardeşim Şaban’ı sırtıma alarak çevre gezisine çıkardım.

Ardımda 5 yaşındaki Mustafa da vardı.

Yaklaşık 50 metre aşağıdaki Söğütlü Çayı’na gittik. Çağlayanlar oluşturarak akan deredeki balıklar ve çağlayanların sesi ile dikkatini dereye odaklamıştım. Ağlamayı kesmiş, biraz da neşelenmişti.

Ardından, köye panoramik bir bakış için tepelere de tırmandık. Yorulmuştum açıkçası…

Rüyamda anamı görmüş, Edirne Muhacir Misafirhanesi hastanesinde anamı ziyarete gitmiştim. Yüzü aydınlanmış, ''yakında beni taburcu edecekler Mehmet'' demişti. Heyecandan rahat uyuyamamıştım.

Tekrar gerinip diğer tarafıma dönmek üzereydim ki yandaki odadan gelen mırıltılara odaklandım. Alçak seslerle konuşanlardan birinin sesini babamınkine benzettim…

Acaba? Dedim… Anamla babam gelmiş olabilir miydi?

Hızla kalktım ve yan odaya geçtim…

Gözlerime inanamıyordum, gelmişlerdi gerçekten. Gece gördüğüm rüyam gerçekleşmişti.

Halil Dedem başta olmak üzere 7 kişilik Kurtuldu Ailesi anamla babamın etrafını sarmış, heyecanla babamın alçak sesle anlattıklarını dinliyorlardı.

Edirne Göçmen Misafirhanesi sağlık birimlerinde iki ay tedavi gören anam taburcu edilmiş ve Karahasanuşağı Köyünde bizi bulmuşlardı. Ellerini öpüp, hoş geldiniz dedikten sonra anama sarıldım.

Babam içinden seven birisiydi, sarılmayı sevmezdi pek. Babasından öyle görmüştü çünkü. Bu nedenle çocukluğumuzda anamıza daha yakındık.  

Anamla   hasret giderdikten sonra   kardeşlerimi uyandırdım. 

Ana hasreti çeken 2 yaşındaki Şaban koşarak anama sarıldı. ”Anam da anam” deyip, tekrar anasına sarılıyor, dizinin dibinden ayrılmıyor, bir taraftan da sürekli öksürüyordu.

Şaban’ı bağrına basıp sevip, okşayan anamı Şaban’ın öksürükler telaşlandırmıştı. ‘’Acaba oğlum da mı kaptı hastalığı? Dedi…

Yanılmadığı da bir süre sonra anlaşılacaktı.

Babama baktım uzun bir süre. Durgun, yılgın ve moralsiz görünüyordu… 

Önce Maraş’a gelmişlerdi. Bizi soruşturmuşlar Maraş İl yetkilileri Elbistan’ı adres göstermişlerdi. Maraş Elbistan hattında her daim yolcu otobüsü olmadığından, Elbistan’a ulaşmaları oldukça maceralı ve zor olmuştu…

Yardım istedikleri bazı kişi ve kuruluşlar Bulgaristan’dan gelmiş olmamızı pek hoş karşılamadıkları gibi, geldiğiniz yere dönün de demişlerdi.

Elbistan’da önce kaymakamlık makamına uğramışlar, kaymakamlık Toprak İskân Müdürlüğü’ne göndermiş. İlgililerin yaptığı araştırmalardan sonra Halil dedemlerin Karahasanuşağı köyünde olduklarını öğrenen babam, Akıncı Ailesi’nin de Hasanköy’e yerleştirileceğini öğrenmişti.

Asıl zorlu olanı da Elbistan Hasanuşağı Köyü arasındaki 50 km’lik ulaşım olmuştu. Elbistan ile köy arasındaki haftada bir olan ulaşım olanaklarından ötürü, yaya çıkmışlardı yola. Rastlayabildikleri her araba ve araçtan yardım istemişler. Bazılarında yardım alabilirken, bazıları da yüzlerine bile bakmamıştı…

Babamda ilk kez ”gelmekle hata mı yaptık?” duygusunu sezdim. Sözlü olarak söylemese de moralsiz hali onu gösteriyordu.

Yorgun olmalıydılar…

Cemile Teyzem, bir taraftan babamı dinlerken bir taraftan da kahvaltı hazırlamıştı. 7 kişilik Kurtuldu Ailesi ile 5 kişilik Akıncı Ailesi yer sofrası çevresinde sessizce kahvaltısını yaptıktan sonra Halil Dedem kısaca köydeki ekonomik ve sosyal yapıyı özetledi.

Karagözlülerin dağıtım yapıldığı köyler için de geçerliydi anlattıkları. Bulgaristan Muhacirlerine verilecek tarım arazisi yoktu. Hayvancılık yapamazlardı, bu konuda deneyimleri olmadığı gibi satın alacak paraları yoktu.

Okuma yazmaları da olmayan Karagözlüler vasıfsız beden işçisi konumuna düşmüşlerdi Türkiye'de. Buralarda vasıfsız beden işçileri için iş yoktu.

Kalırsak aç kalırız… Dedi Halil dedem…


25 Mart 2022 Cuma

KARAHASANUŞAĞI KÖYÜNDE SOSYAL YAŞAM

 


16 Haziran 1951 Cumartesi…

Karahasanuşağı Köyüne geleli yaklaşık 40 gün oldu. Köyde yaşayanları, 7 yaşındaki çocuk aklımla, tanımaya ve anlamaya çalışıyorum. Başka bir deyişle, köydeki sosyal yaşamı anlamaya çalışıyorum.

Edindiğim ilk izlenimlerimden biri, Alevi Kürtlerinde haremlik selamlık yoktu. Üstelik akraba evlilikleri baskın çıktığından, herkes birbirini yakinen tanıyor ve teklifsizce evlerine girip çıkıyorlardı.

Sünni gelenekte haremlik selamlık uygulaması vazgeçilemez bir gelenekti. Teklifsizce gidip gelmek olmazdı. 

Hele evin erkeği evde yoksa, muhtar dahil olmak üzere hiçbir erkek bu eve giremezdi. 

Oysa haremlik selamlık uygulamasının olmadığı köyde, kadınlarımız ve gelinlik kızlarımız bu durumdan oldukça rahatsız olmuşlardı.  

Aşiretlerde ve feodal topluluklarda akraba evlilikleri yoğun olarak kendini gösterirdi. Kan bağı ve akrabalık yoluyla ilişkide bulunan insanları içine alırdı. 

Aşiret, varlığını akraba evliliği yoluyla sürdürürdü. Mülkiyetin parçalanmaması ve aile içinde kalması için akraba evlilikleri gerekli görülmekteydi. 

Ülkemizdeki akraba evlilikleri, birçok Ortadoğu toplumuyla benzerlikler taşımaktaydı. Bu tür evlilikler ailelerin, savunma birimini de güçlendirmektedir.  

Aşiret ve feodal topluluklarda, akraba evliliklerinin yanı sıra ‘’kuma’’ olarak bilinen, eş üzerine ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü bir eşin getirilmesi ailenin işgücü yönünden önemliydi.  

Diğer taraftan feodal topluluklarda kız çocuklarının adı pek olmazdı. İllaki erkek evlat olacaktı zürriyetinin devamı için. Sürekli kız çocuk doğuran kadının, sanki kabahat onunmuş gibi, üzerine kuma getirilerek erkek çocuk doğurması beklenirdi. 

Oysa Bulgaristan Muhacirlerinde akraba evlilikleri olmadığı gibi kuma getirme de yoktu. Haremlik selamlık uygulamaları vardı. Nereden bakarsak bakalım Karahasanuşağı köylüleriyle hiçbir ortak yönümüz yoktu.




24 Mart 2022 Perşembe

ELBİSTAN KARAHASANUŞAĞI KÖYÜ



18 Mayıs 1951 Cuma, Karahasanuşağı…

Halil dedemin köy muhtarından öğrendiğine göre Moğol istilasından kaçan Karahasanlıların ilk yerleşim yeriydi Karahasanuşağı. Elbistan'ın merkez köylerinden biriydi.

Köy, karasal iklimin etki alanı içerisinde olup, ekonomisi büyük ölçüde hayvancılığa dayalıydı. Ceyhan Nehrinin kollarından biri olan Söğütlü Çayı’nın iki yakasına kurulmuş olan köyün arazi yapısı, hayvancılık için elverişli ancak yok denecek kadar az olan tarım arazisi çiftçilik için uygun değildi. Sulu alanlar dışında kayda değer bir bitki örtüsü yoktu.

1951 yılında bu köylerin görüntüsü köy altı yerleşimler olarak bilinen mezralar tipindeydi. Mezralar genellikle küçük ve az nüfuslu olup, su kaynaklarına yakın olurlardı.

Dağınık dokulu yapıya sahiptiler. Evler arasındaki uzaklıklar 500 metre ile 1500 metre arasında değişirdi.

Elbistan köylerindeki Sosyo-ekonomik yapı bizlere her yönüyle çok yabancıydı… Kapana kısıldık duygusuna kapılmıştık.

İlk günlerde biraz meraktan biraz da Elbistan İlçe yetkililerinin direktiflerinden olacak, Karahasanuşağı köylüleri bize olabildiğince sahip çıkıp, yardımcı olmaya çalıştılar.

Ne var ki kendilerine bile yardımcı olacak durumları yoktu. Fukara köylülerdi. Bir süre sonra herkes kendi işine döndü.

Köyde yaşayanların büyük çoğunluğu hayvancılıkla geçimlerini sağlamaktaydı. Söğütlü Çayı yakalarındaki sınırlı tarım arazisi birkaç ailenin elindeydi. Yok denecek kadar hayvanları olan ailelerin yetişmiş çocukları yaz aylarında Çukurova'ya mevsimlik işçi olarak gidip, kışlık nafakalarını çıkarıyorlarmış.

Atalarımız ve babalarımızın çiftçilikten başka özel bir becerileri yoktu. Çevreyi gezdikten sonra, durum değerlendirmesi yapan Halil dedem” buralarda geçinemeyiz, aç kalırız” Dedi. İlk bir hafta içinde buralara uyum sağlayamayacağımız anlaşılmıştı…

Buralardan gitmenin, bu köylerden kaçmanın bir yolunu bulmalıydık. Bulmalıydık ama önce Edirne’deki hastanede kalan anamla babamın bizi bulması gerekiyordu bu kapandan kurtulmak için…

Edirne’deki Göçmen Misafirhanesinden ayrılalı neredeyse iki haftaya yakın bir zaman olmuştu. Halil dedemlerle geldiğimiz Elbistan’ın Karahasanuşağı Köyüne uyum sağlamaya çalışıyorduk.

Bu arada iki yaşını yeni bitirmiş olan kardeşim Şaban yolculuk boyunca iyice üşütmüş olduğundan öksürük nöbetleri de artmıştı. Her geçen gün durumu daha da kötüleşiyordu. ‘’ anamı isteriiiim, ille de anamı isteriiiim’’ diye tutturuyor, debeleniyor ve ağlıyordu…





BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...