24 Haziran 2023 Cumartesi

İSTEMSİZ OLARAK SİGARAYA BAŞLIYORUM

28 Nisan 1962 Cumartesi, Çapa İstanbul…

Bayrak merasiminden sonra, gözlerimin içini güldüren, enerjime enerji katan, sürekli görme isteğiyle kalbimde tatlı bir çarpıntıya yol açan Betül ile en iyi arkadaşım Gülay’a iyi tatiller diyecektim ki, Betül’ün Hukuk fakültesindeki arkadaşının geldiğini gördüm.

İçim sıkıldı, yüreğim daraldı. Betül bir ‘’Hoşça kal’’ bile demeden arkadaşıyla Millet Caddesinin karşısına geçerek boynuzlu otobüslerden birini beklemeye başladılar.

Gülay’ın uyarısına rağmen, ben de aynı otobüs durağına gidip beklemeye başladım. Betül’ün bir an bana baktığını gördüysem de görmemezliğe geldim.

Derken Eminönü otobüslerden bir geldi. Onlar önden binerken ben arkadan otobüse bindim.

Neden peşlerinden gidip, aynı otobüse bindim? Aradan bunca yıl geçmesine rağmen hala anlayabilmiş değilim.

Doğru bir davranış biçimi değildi Betül ve arkadaşının peşinden gitmek. Bildiğim tek şey Betül’e olan tutkumun tavan yaptığıydı. Davranışımın hiçbir mantığı yoktu. Sadece onları içgüdüsel olarak takip ediyordum.

Eminönü otobüs durağında indiler, haliyle ben de indim. Ne yapacaklarını kestirmeye çalıştım. Betül ile arkadaşı biraz oyalandıktan sonra Beşiktaş otobüs durağına gittiler. Arkalarından ben de aynı durağa gittim. Bir ara geri dönüp takip edildiklerini farkına varan Betül’ün ilk kez bana hınçla baktığını gördüm. Bu bakış beni derinden yaraladı ise de geri dönmek yerine, aynı otobüse binme hatasını yaptım.

Betül arkadaşıyla Fındıklı durağında indi, ben de inip peşlerine düştüm. Tam İstanbul Devlet Tatbiki Sanatlar Yüksek Okulu bahçesine girerken geriye dönen Betül beni görünce iyice çileden çıktı, kendinden geçerek beni aşağılayan sözlerle adeta kovdu…

Platonik aşkımdan hiç beklemediğim aşağılayıcı sözler yaşama sevincimi adeta yok etti.

Aslında hak etmiştim. Göz yaşlarımı zor tutarak ve sallanarak oradan ayrıldım. Ne yapacağını bilmeyen bir serseri gibiydim.

Gayriihtiyari bir tekel büfesinden aldığım bir paket sigara ile bir kutu kibrit ilk sigaramı yakmama neden oldu…

Otobüslerden birine binmek aklıma bile gelmedi. Kırık kalbim ve yaşarmış gözlerimle, üst üste sigara yaparak Çapa’ya yayan olarak yürümeye başladım. Galata Köprüsü üzerinde biraz oyalandım. Yaklaşık 8 km’lik yolu iki ya da üç saatte almıştım.

Okul bahçesine girdiğimde bir paket sigara neredeyse bitmişti. Zar zor yatakhaneye çıkarak kendimi yatağıma bıraktım.

                                               *****

29 Nisan 1962 Pazar, Çapa…

‘’Akıncı, Akıncıııı…’’ sesiyle uyandığımda ‘’Neredeyim acaba, kim sesleniyor?’’ Dedim kendi kendime.

Doğrulduğumda İbrahim Kazan başucumdaydı. Biraz endişeyle bana bakan İbrahim ‘’ Ne oldu sana Akıncı…Neredeyse 18 saattir uyuyorsun. Üstelik elbiselerini bile çıkarmamışsın.’’ Dedi. ‘’Boş ver İbrahim…Gönül yarası benimki…Zamanla geçer…’’ Dedikten sonra kalktım.

Betül’ün cinsel ayırımsız arkadaşlık davranışlarını yanlış algılamıştım. Üstelik kendisine olan platonik aşkımı söyleme cesaretini bulamamıştım. Farkına varmıştı ama varmamış gibi davranmıştı.

Arkadaşıyla kendisini takip etmeden önce duygularımı açığa vurmuş olsaydım dünkü üzücü ve aşağılayıcı olayla karşılaşmayacaktım.

Karşılaştığım bu çıkmazdan kurtulabilmem için hırsımı derslerden almalıydım.

İstanbul’a gelinceye kadar, karşılaştığım her olumsuz olaydan bir biçimde olumlu sonuçlar çıkarmasını öğrenmiştim. Bu gönül yarasını da olumlu bir sonuca dönüştürmeliydim.

Sigaraya başlayışım platonik aşkımın beni aşağılaması ile başladı. Tam 30 yıl içmeme neden oldu…


22 Haziran 2023 Perşembe

PERİ PADİŞAHI SARAYI ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU

9 Nisan 1962 Pazartesi, Çapa İstanbul…

Öyle sanıyorum ki benim gibi birçoğunuz girmekte olduğunuz bazı binalara hayran hayran bakarken bulursunuz kendinizi. 1848 yılından bu yana dimdik ayakta duran İstanbul Çapa Öğretmen Okulu binası da bunlardan biriydi.

Anıtsal bir yapı olan Çapı Öğretmen Okulu ile ilk karşılaştığım ve içine girdiğim andan itibaren kendimi adeta masallardaki peri padişahının sarayında hissetmeme neden olmuştu.

Aradan 7 ay geçmesine rağmen, hala aynı duyguları taşıyordum.

Çapa Öğretmen Okulu, benim için, masallardaki Peri Padişahının sarayı olmuş, olmaya da devam ediyordu.

Bulgaristan'dan 1951'de gelen Muhaciri bir ailenin büyük oğlu olarak, feleğin çemberinden geçmiş, geçmek zorunda kalmış ve 7 yaşında düşünsel olarak büyümüştüm.

Elbistan Alevi-Kürt köylerinden karahasanuşağı ile Hasanköy’de bir süre yaşamış, Çukurova pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak çalışmış, yerfıstığı ambarı Osmaniye'de kabuklu fıstık ayıklamıştım.

ilkokulu 5 değişik il ya da ilçede bitirmiş, ilkokul 3. sınıftan itibaren, aileme ekonomik katkıda bulunabilmek için, simit ve halka tatlısı satmış, bir ara ayakkabı boyacılığı da yapmıştım.

Doğru dürüst okuma yazma bilmeyen babam, bana göre, atom karınca gibi güçlü, çalışkan biriydi ve tevekkül sahibi biriydi. Hala da öyledir.

Babama benzemiştim çalışkanlığıyla, insancıl yönüyle, her zaman olaylara olumlu bakışıyla ve en kötü durumlardan en iyi sonuçları çıkarma becerisiyle.

Yaşamındaki en büyük arzularından bir, çocuklarının üniversite bitirecek kadar eğitimlerini sürdürmeleriydi.

Bu nedenle çok çalışıyor, bilgilerimi pekiştirmek için de, başta Gülay olmak üzere, arkadaşlarıma ders anlatıyorum. Tekrarlar bilgilerimi pekiştirdiği gibi, eksiklerimi de tamalamama yardımcı oluyordu.

Derslerde soru soran bütün öğretmenlerimin gözünde çalışkan ve bilen bir öğrenci görünümü vermek için, parmaklarım hep havada oluyordu.

Başlangıçta havadaki elim nedeniyle bana söz veren öğretmenlerimin bütün sorularını doğru yanıtladığım için, soru sormaz oluyorlardı. Yazılı sınav kağıtlarımdaki bazı hatalarımı görmüyorlardı artık.

Keman, piyano ve resim dersleri dışındaki bütün notlarım 9 ve 10. du.

Çok disiplinli bir olarak, asıl dalım olan Müzik Seminerinde nota bilgin harika.

Notalarını ezbere aldığım eserleri çok güzel çalıyorum. Ne var ki, duyduğum bir melodiyi anında notaya dönüştüremediğim gibi, notaları karşımda olmayınca çalamıyorum da. Bir başka deyişle, müzikte kendimi gösteremem.

Daha İvriz Öğretmen Okulu öğrencisi iken ben bunun farkına varmıştım. Melodilere duyarlı bir kulağım yoktu.

İstanbul’da okuma şansımı yaratmak için, Vivaldi’nin Dört Mevsim eserinin giriş bölümünü hazırlayarak sınavlarda başarılı olmuş ve Çapalı olma fırsatını yaratmıştım.

Matematik ve Fen Dersleri öğretmenlerim de benim bu yönümün farkına varmış olmalılar ki bana ayrı bir özen gösteriyorlardı.

Özellikle Matematik Öğretmenim Tevfik Aras kendi dalında eğitim yapmam konusunda beni yönlendirmeye çalışıyordu.

Peri Padişahının Sarayı konumundaki Çapa Öğretmen Okulu'nda kendimi bir prens gibi hissediyordum. Bu saraydaki Prensesim de, her ne kadar haberi olmasa da, Betül Öztop idi. Kalbini çalma isteği ile yanıo, tutuşuyordum.

Gözlerimin içini güldüren, enerjime enerji katan, sürekli görme isteğiyle kalbimde tatlı bir çarpıntıya yol açan duyguydu Betül’ün kalbini çalma isteği. Bu istek beni daha da kamçılamış ve derslerimdeki başarımı bir adım daha ileri götürmüştü.

Derslerime odaklandığımda, önümdeki dersten başka bir şey görmeyen ben, mola verdiğimde Betül’ü anımsayarak rahatlıyor, tatlı bir gülümseme ile çevreme bakıyordum…

20 Haziran 2023 Salı

ROMA'NIN İKİZİ 7 TEPELİ İSTANBUL

 


25 Mart 1962 Pazar, Çapa İstanbul...

Üç İmparatorluğa başkentlik yapmış kadim kent İstanbul'u, öğrencilik yıllarımdan sonra da, onlarca kez gezme fırsatı bulacaktım.

Meydanlarında, caddelerinde, sokaklarında, kasır ve köşklerinde ve saraylarında dolaşacaktım.

Aşığı olduğum Yedi tepeli İstanbul'u tanımanın Suriçi kavramından geçtiğinin farkına varacaktım zamanla.

Zamanla 16 milyon ve üzerindeki bir nüfusu ile bir Mega kent olan İstanbul’un içinde; Öteki Yaka Pera, Üsküdar, Beykoz, Kadıköy, Eyüp ve diğerleri var ama asıl İstanbul, sadece Sur içinde yer alan bir yarımada, yani Fatih İlçesi’dir.

Fatih İlçesi’nin içinde bulunduğu Tarihi Yarımada İstanbul’dur…

Kuzeyinde Haliç, doğusunda İstanbul Boğazı ve güneyinde Marmara Denizi ile çevrili bölge, günümüzde “Tarihi Yarımada” olarak anılmaktadır.

Bizans döneminden kalma şehir surları yarımadanın batı sınırını oluşturmaktadır.

Osmanlı döneminden bu yana Tarihi Yarımada, Suriçi olarak da adlandırılmaktadır.  Suriçi, İstanbul kentinin ilk kurulduğu ve geliştiği bölgeye verilen addır.

Mega kent olan İstanbul'da binlerce tepe bulunmaktadır. Ancak İstanbul adını duyan herkes, ''Yedi Tepeli İstanbul'' kavramını da duymuştur.

Nerede dir? Bu yedi tepe sorusunun yanıtı ise ''Suriçi'' dir. Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inşa ettirdiği asıl İstanbul’dur.

M.S.395 yılında kurulan Doğu Roma İmparatorluğu, Bizans’ın 1 000 yıl süre ile başkentliğini yapan İstanbul’un, Hipodrom olarak düzenlenen Sultanahmet Meydanı da Suriçi kavramını destekler.

1453 yılındaki Fetihten sonra devletin merkezi Edirne'den Suriçi'ne getirilmiştir.  Böylece bir imparatorluk merkezi olarak kurulan bu kent, yani Konstantinopolis, 20. yüzyılın ikinci çeyreğine dek Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olarak varlığını sürdürmüştür.

1453 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilinceye kadar, yaklaşık 1 000 yıl süreyle, önce Bizans sonra da Doğu Roma İmparatorluğu'na başkentlik yapmış olduğu için Antik Roma'nın ikizidir diye düşünüyorum Suriçi’ndeki İstanbul'u...

İstanbul’da olduğu gibi, Antik Roma’da da yaşam yedi tepe üzerine kurulmuş. Neden tepeler tercih edilmiş sorusu akla geliyor elbette...

Bütün Antik Yunan kentlerinin, Akropolis olarak adlandırılan, yüksek tepelere kurulduğunu görüyoruz.

Korunaklı, kartal yuvası gibi, çevresine hâkim bir konumda olan Akropolisler sağlam surlarla çevrili olurdu.

Korunaklı ve surlarla çevrili olan bu yerlerde, öncelikle, kentin koruyucusu durumunda olan tanrıların tapınakları ve onların gölgesi durumunda olan kralların konutları olurdu.

Bir bakıma Akropolisler tanrılaşma, tanrının gölgesi olma, tanrıyı temsil etme özellikleri katmaktaydı krallara, yöneticilere ve muktedirlere.

Roma’nın yedi tepesi, Tiber nehrinin Doğusunda ve şehrin merkezinde yer alan tepeler topluluğudur.

Şimdilerde oldukça meşhur olan Vatikan tepesi, Tiber Nehri’nin kuzeybatısındadır ve Roma’nın yedi tepesinden birisi değildir.

Şu anda Roma’nın yedi tepesinden beşi, anıtlar, binalar ve parklar ile kaplıdır. Capitol’de Roma belediyesi bulunur, Palatine tepesi ise arkeolojik alandır.

Oldukça meşhur olan ve Öteki Yaka-Pera olarak bilinen Galata da İstanbul'un yedi tepesinden biri değildir.

O halde hangileridir? Suriçi’ndeki tepeler topluluğu...

Bir bakalım hele...

*Topkapı Sarayı ve Ayasofya birinci tepede,

*Çemberlitaş ve Nur-u Osmaniye Camisi ikinci tepede,

*Bayezid Camisi, Üniversite ve Süleymaniye Camisi üçüncü tepede,

*Fatih Camisi ve külliyesi dördüncü tepede,

*Yavuz Sultan Selim Camisi'nin bulunduğu çevre beşinci tepede,

*Edirnekapı, Mihrişah Sultan Camisi altıncı tepede,

*Kocamustafapaşa semtinin bulunduğu bölge de yedinci tepedir.

Byzantion Akropolü de, kentin dinsel işlevli bir bölgesiydi. Bu Akropol ya da sitede tapınaklar yükselmekteydi.

Bundan 1 500 yıl öncesine bir bakış atabilsek ilk göze çarpan, anıtsal yapıların Zeus, Athena, Apollon, Posedion, Afrodit ve Artemis adına yapıldıklarını görecektik.

Dünyanın en etkileyici ve ilginç Saray Müzesi Topkapı ile Dünya mirası listesinin en önemli anıtlarından biri olan Ayasofya yedi tepeden birincisi üzerindedir.

17 Haziran 2023 Cumartesi

EGNATYA KONSTANTİNOPOLİS ALTIN KAPI



24 Mart 1962 Cumartesi, İstanbul…

Yollar, Antik Roma’nın yükselişinin temel taşları olmuştu. Roma İmparatorluğu’nun ana ve kılcal damarlarını oluşturan yollar içinde birinci sırayı Egnatia almaktaydı.

Roma’daki ‘’Sıfır’’ noktası olan Milyon Taşından başlayıp, Bizans surlarındaki Altın Kapı’ya kadar uzanmaktaydı Egnatya Yoluydu.

Egnatya Yolu ya da Via Egnatia M.Ö. 2. Yüzyılda Roma Cumhuriyeti   tarafından inşa edilen 1120 km uzunluğundaki yoldu. 

Roma İmparatorluğu hâkimiyeti altındaki tüm topraklara Egnatya yolu ve bağlantılarıyla, kolayca ulaşabilmekteydi. 

Uyguladığı sistemli yönetimi, politik ve askeri stratejilerle tecrübelenmiş ve gücünün zirvesine ulaşmıştı.

Yeni Roma’yı kuran Konstantin ‘’Sıfır’’ noktasını, Roma'nın ikizi olarak kurduğu Konstantinopolis’e taşımıştı.

Arnavutluk’un Dıraç ilinden başlayarak Selanik’e kadar uzanan Egnatia, Trakya Bölgesi’nden geçerek surlardaki Altın Kapı’dan Tarihi Yarımada’ya girer ve Milyon Taşı’nda son bulurdu.

Konstantin, Roma İmparatorluğu’nun başkentini bu kente taşıyarak, Konstantinopolis’i zenginleştirmek için bir program başlatmıştı.

Roma’nın bir bakıma ikizi olarak, yedi tepe üzerine kurulan Kent’te, en büyük kamu alanı olan Hipodrom, daha sonraki dönemlerde genişletilerek, İmparatorluk sarayına bağlanmıştı.

Konstantin ve daha sonra Justinianus bu alan içine başta Ayasofya olmak üzere, kiliseler inşa etmişlerdi. Bu yapılar, kentin ikibin yıllık dokusunun yeni biçimlenmesinde önemli rol oynamışlardı.

Konstantin’in Yeni Roma’sı kurulurken, bütün şehir belli bir plan üzerine kurulmadıysa da ana ulaşım hatları belirlenmişti.

Günümüzde Milyon Taşı’ndan hareketle Divanyolu Caddesi’nin Aksaray’a kadar olan bölümü İmparator Yolu olarak planlanmıştı.

Nerdeyse İstanbul’la yaşıt bir caddedir Divanyolu. Boydan boya bütün Suriçi İstanbul ‘unu kat ederek Aksaray’a ulaştıktan sonra bir Y harfi çizerek iki farklı kanattan sur kapılarına ulaşır.

Sağ kanat Millet Caddesi’nden Edirnekapı surlarına ulaşırken sol kanat Yedikule surlarındaki Altın Kapı ’ya ulaşır.

Şehrin ilk tasarlandığı Roma döneminden bu yana var olan caddenin o zamanki resmi adı imparatorluk yolu anlamında “Regia” idi. Ama halk “merkez yol, ana yol” anlamındaki “Mese” ya da “Mesa” yı daha çok tercih ediyordu.

O zamanın Konstantinopolis’inde Regia ya da İmparatorluk Yolu revaklı gösterişli bir yoldu. Bu yüzden “Regia Stoası” diye anıldığı da olurdu.

Stoalar, Antik Yunanistan mimarisinde bir sokak ya da agoranın yanında yer alan, üstü kapalı, sütunlu galerilere verilen addı. Yönetim ve ticaret merkezleri olarak kullanılmakta olup halka açık yerlerdi.

Stoalar ya da sütunlu revaklar Roma ve onun ardılı erken Bizans döneminin şehircilik anlayışında önemli bir mimari unsurlardan biriydi.

İmparator I. Theodosius ’un emriyle bir zafer takı olarak yapılan ünlü Altın Kapı, II. Theodosius döneminde yaptırılan şehir surlarıyla birleştirilmişti.

Altın Kapı, o dönemde seferlerden dönen nice imparatorların törenlerle şehre ihtişamla girdikleri Bizans’ın en önemli giriş kapısıydı.

İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethinden 4 yıl sonra eklenen üç kule ile surlar birleştirilerek beş köşeli, yıldız şeklinde bir iç kale (garnizon) meydana getirilmişti.

Böylece Bizans ve Osmanlı çağı yapıları bütünleştirilmişti.

İmparatorluk yolunun Altın Kapı’ ya ulaştığı Yedikule Hisarları, İstanbul’un en önemli açık hava müzelerinden birisi olacaktı 21. Yüzyılda...

16 Haziran 2023 Cuma

KÜLTÜRLER VE TİCARET ARASINDAKİ BAĞ EGNATİA

                                                                                                        24 Mart 1962 Cumartesi, İstanbul...

Küresel bir kent olan İstanbul, üç imparatorluğa başkentlik yapmış olması nedeniyle, tarihi zenginliklerle doluydu. Derya içinde derya adeta...

Gerek tarih derslerinden gerekse çinileriyle ünlü okul kütüphanesindeki kitaplardan edindiğim bilgiler ışığında, istanbul'la bütünleşmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorum.

Bulvarlar, Caddeler, kentler ve Uluslararası yollar dünyanın can damarlarıdır. Bunlardan en önemlisi de Egnatya ya da Via Egnatia'dır.

M.Ö. 2. Yüzyılda Roma Cumhuriyeti   tarafından inşa edilen 1120 km uzunluğundaki Eğnatya, ticaretin ve sosyal yaşamın can damarıydı. 

Arnavutluk’un Diraç ilinden başlayarak Selanik’e kadar uzanan Egnatia, Trakya Bölgesi’nden geçerek,İstanbul Yedikule surlarındaki Altın Kapı’da İstanbul’a ulaşıyordu.

Diğer önemli Roma yolları gibi, 6 metre genişliğindeki Egnatya, Yedikule’deki Altın Kapı’dan geçerek, Mese olarak adlandırılan, İmparatorluk  Yolu ile Milyon Taşı'nda son buluyordu.

Kendini evrenin merkezi kabul eden imparatorlukların en ihtişamlısı belki de Roma idi ki, Konstantin Roma başkentini taşırken Milyon Taşı'nı da yanlarında getirmiş, Konstantinopolis'i dünyanın merkezi yapmıştı.

Böylece, Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’teki Milyon Taşı , Egnatya yolunun başlangıç noktası olmuştu.

Tam olarak çıkış noktası ise Divanyolu ve Yerebatan Sarnıcı Caddelerinin kesişim noktasında dört yüzlü bir kapı olan ”Sıfır” noktasıydı. 

Büyük Konstantin tarafından dikilen bu anıtsal taşın yeri, dünyanın ortası sayılmıştı. Bütün mesafeleri buradan başlayarak ölçerlerdi. 

Bugün yine, zamanda yolculuk yaparak, Yeni Roma İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarına kadar gittim. 

Sultanahmet’e ulaştığımda, Divanyolu Caddesi’nin bitiminde, Yerebatan Sarnıcı Caddesi’ne girişi sağlayan köşede öylece duruyordu Milyon Taşı.

Günümüzdeki Divanyolu Caddesi  Roma’nın yeni başkenti Konstantinopolis’i eskisine, yani İstanbul’u Roma’ya bağlayan yol Via Egnetia’nın küçük ama gösterişli bir başlangıç kısmına karşılık gelmekteydi.

Tarihle içiçe yaşamak harika bir duyguydu. Tarih derslerini seviyordum.


15 Haziran 2023 Perşembe

DÜNYANIN SIFIR NOKTASI KONSTANTİNOPOLİS'TE

24 Mart 1962 Cumartesi, İstanbul…

Tarih öğretmenimiz Niyazi Akşit, Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'e ulaşan tüm Antik Roma yollarının başlangıç noktasını dünyanın ''Sıfır Noktası'' olarak tanımlamıştı.

Dünyadaki bütün şehirlerin, Konstantinopolis'e olan uzaklığının hesaplanmasında kullanılan yer ''Sıfır Noktası'' idi. 

İtalya'nın başkenti Roma'da bulunan bir diğer anıt ''Milliarium Aureum''  aynı işlevi görmekteydi. Doğu Roma'nın yeniden inşası ve başkent kimliğini kazanması sürecinde yapılan birçok görkemli anıt gibi, şehre adını veren İmparator I. Konstantin tarafından 4. yüzyılda yerleştirildiği varsayılıyor.

Anıtsal Milyon Taşı dikildiğinde, dört yöne bakan bir kapı ve bu noktada kesişen yolların üzerine yükselen, dört sütun üzerine oturmuş bir kubbeden oluşmaktaydı. 

Bu tür anıtsal yapılar Roma kültürünün önemli öğelerinden biriydi.

16. yüzyılda, İstanbul'a su taşıyan kemerlerin genişletme çalışmaları esnasında yıkılıp, ortadan kaybolmaya başladığını da söylemişti Niyazi Akşit.

İlkokuldan itibaren, tüm öğrenciliğim süresince, eğitim gördüğüm şehirlerle bütünleşmeye ve kültür varlıklarını tanımaya çalışan biri olarak, İstanbul'daki Milyon Taşı'nı görmek için, öğle yemeğinden sonra Millet Caddesi üzerinden Aksaray'a doğru yürümeye başladım.

Aksaray’daki Avrat Pazarı'ndan cariye olarak alındığı rivayet edilen Hürrem Sultan’ın Haseki Külliyesi civarında dolaştım. Gördüm ki, Avrat Pazarı, Arkadius Sütununun süslediği Arkadius Forumu’nun ta kendisiydi.

Ardından, Bayezit Meydanı'na kadar uzanan Ordu Caddesi’ne girdim. Ordu Caddesi’ni takip eden Yeniçeriler ve Divanyolu Caddeleri beni Milyon taşına götürüyordu.

Sultanahmet’e ulaştığımda, Divanyolu Caddesi’nin bitiminde, Yerebatan Sarnıcı Caddesi’ne girişi sağlayan köşede öylece duruyordu Milyon Taşı.

Tam olarak çıkış noktası ise Divanyolu ve Yerebatan Sarnıcı Caddelerinin kesişim noktasında dört yüzlü bir kapı olan ”Sıfır” noktasıydı. 

Doğu Roma tarafından bu taşın yeri, dünyanın ortası sayılmıştı. Bütün mesafeleri buradan başlayarak ölçerlerdi. 

Zamanda yolculuk yaparak, Yeni Roma İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarına kadar gitmiştim bugün. 

Tarihle içiçe yaşamak harika bir duyguydu. Tarih derslerini seviyordum.


14 Haziran 2023 Çarşamba

İSTANBUL ARKADYOS FORUMU VE HÜRREM SULTAN


24 Mart 1962 Cumartesi, İstanbul…

Bugün, zamanda 1500 yıl geriye giderek, Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'in forumlarından birini tanımak için okul bahçesinden çıktıktan sonra geriye dönüp, okuluma baktım.

Göz alıcı çinileri, mermer merdivenleri, devasa boyutlardaki giriş kapısı, yüksek tavanları, bu yüksekliğe uyum sağlayan Venedik aynaları ve kırmızı halılarıyla bir saray yavrusundan farksız tarihi Çapa Öğretmen Okulu…

Eylül 1961’de mermer merdivenlerini tırmandıktan sonra, çinileriyle ünlü devasa kapısından, okul idaresine kaydımı yaptırmak için girmiştim.

Sımsıcak yuvamız olmuş, hayatımıza mutluluk katmıştı. Bu mutlu yuvada altı aydan daha fazla bir zaman geçirmiştim. Mutlu ve başarılı altı ay…

Zaman ne kadar da hızlı geçmişti?

Gözlerimi okulumuzdan ayırarak, Millet Caddesi’nden Aksaray’a doğru yürümeye başladım. Fındıkzade’yi geçip Haseki’ye ulaştığımda aklıma Kanuni Sultan Süleyman’ın gözdesi Haseki Hürrem Sultan geldi. Avrat Taşı olarak da bilinen Arkadius Sütunu ile dikildiği Arkadyos Forumu'nu anımsamamı sağladı. 

Eğitim biraz da yaşadığımız şehir ya da yöre ile bütünleşmektir.

Sözlerini sürekli tekrarlayan  İvriz’deki Tarih Öğretmenim Hüseyin Seçmen aklımdan geçmişti bir an. Niyazi Akşit de aynı cümleleri yinelemekteydi.

İstanbul ile bütünleşebilmek, tarihini ve havasını soluyabilmek için, 1500 yıl geriye giderek Konstantinopolis’i tanımam gerekiyordu.

Üç imparatorluğa başkentlik yapmış bu gizemli şehirde, her türlü ticari faaliyetlerin kolaylıkla yürümesini sağlayan, coşkulu törenlere olanak sağlayan yollar ve meydanlar dı.

Ana yollar ki İmparatorluk yoluydu, ticari faaliyetleri İtalya’daki Roma Forumu’na kadar ulaştırıyordu. Egnatya yolu olarak tanımlanan bu 1120 km’lik yol İstanbul’un can damarıydı.

Kente Yedikule surlarındaki Altın Kapı’dan giriş yapan birinin göreceği ilk meydan, Cerrahpaşa semtindeki Arkadius Sütununun süslediği Arkadyos Forumu’ydu. Konstantinopolis’in yedinci tepesinde, 5. yüzyıl başlarında inşa edilen forumlardan biriydi.

Arcadius ya da Arkadyos M.S.  383-395 yılları arasında Babası I. Theodosius’la birlikte Doğu Roma İmparatoruydu.  M.S. 402 yılına  kadar da  tek başına hüküm süren Arkadyos, M.S. 402 yılında oğlu II. Theodosius’u yönetimine ortak etmişti.

Arkadyos Sütunu. İnşa edildiği 5. yüzyılda kentin ana aksını oluşturan İmparator Yolu üzerindeki görkemli anıtlardan biriydi.

Arkadius Sütunu, öncülleri Roma’da bulunan, kentin başkent kimliğini ön plana çıkaran, zafer sütunu ya da anıtsal sütun olarak nitelendirebileceğimiz bir yapı/anıt tipiydi.

Arkeolojik araştırmalara göre Arkadius Sütunu 400-404 yılları içerisinde inşa edilmiş, 421 yılında da heykel sütunun üzerine bir törenle yerleştirilmiş, forum ise nihai halini ancak II. Theodosius zamanında 453 yılında almıştı.

Arkadius Forumu’nu oluşturan diğer yapılar zaman içerisinde yok olsa da bölgedeki ticari işlev Osmanlı döneminde pazar günleri sütunun dibinde kurulan, alıcı ve satıcıları büyük ölçüde kadınlardan oluşan Avrat Pazarı ile sürdürülmüştü.

Avrat Pazarı, bulunduğu mahalleye adını verecek ölçüde büyümüş ve ünlenmişti. 

Hatta kimi seyyahların tanıklıklarından anlaşıldığı üzere hem pazarı hem de mahalleyi tanımlar biçimde, Arkadius Sütunu da Avrat Taşı olarak anılmıştı. 

Doğu Roma tarihini okurken Avrat Pazarı ve bu pazarda satılan kadın köleler-cariyelerden söz edildiğini duymuştum. Bazı rivayetlere göre, Avrat pazarında satılanlardan biri de Hürrem Haseki Sultan’dı.

 Osmanlı Padişahlarından çocuk doğuran cariyelerine verilen addı Haseki. Padişahların birden çok Hasekisi olabiliyordu. Hasekilerden en gözdesi erkek çocuk doğuran, bir bakıma yeni veliahdın annesi olan cariye idi.

Semte verilen Haseki adı Hürrem Sultan’ın kurduğu Haseki Külliyesi’nden gelmiş olmalıydı. Özgür ve Haseki Hürrem Sultan olarak Haseki Külliyesi’ni yaptırmak istemiş, Sultan Süleyman tarafından bu istek anında yerine getirilmişti.

Külliyelerde ilk yapı cami ki, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki ilk eseri olan ‘’Haseki Sultan Camii’’ yapılmıştı.

Evliya Çelebi’ye göre, “Şehzadeler annesi Haseki Sultan Camii” Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan’a gösterdiği bir zarafettir.

Camiden sonra, Sinan klasiği olarak, medrese ve sübyan mektebi dahil olur külliyeye. Üstelik aşhane ve şifahane ekleyerek…

Kadın Şefkatinin Sembolü olan Haseki Darüşşifası İnşaatı 1550 yılında tamamlanır ve 1843 yılında da kadınlara tahsis edilir.

Bu tarihten sonra; kimsesiz, bakıma muhtaç, evsiz barksız hasta ve çaresiz kadınları tedavi eden bir kadın hastanesi olur.

Haseki Külliyesi’nin şöhreti Avrat Pazarı adının “Haseki” adıyla anılmasını sağlar. Mart 1880’de hastanenin yönetimi Şehremaneti’ne (belediye) devredilmişti.

Bir hayli aradıktan sonra bulduğum Arkadyos Sütunu, Cerrahpaşa’daki iki bina arasına arasına sıkışıp kalmış, neredeyse amorf bir kütleye dönüşen bir kalıntı haline gelmişti.

Üç imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul'un önemli tarihi anıtlarından birini bu durumda görmek üzdü beni... 

9 Haziran 2023 Cuma

ATATÜRK VE MANASTIR TÜRKÜSÜ

 

21 Mart 1962 Çarşamba, Çapa…

Bugün Müzik Semineri arkadaşlarımla birlikte, Harbiye’deki İstanbul Radyosu’nda, Atatürk’ün çok sevdiği Rumeli Türküsü ‘’Manastır’’ seslendirilecek.

Hepimiz heyecanlıyız. Yaklaşık bir aydır Müzik Semineri öğrencileri çok sesli korosu olarak Manastır Türküsü ‘nü hazırladık.

Çok sesli koro için 1959 yılında Müzik Öğretmenimiz Ekrem Zeki Ün tarafından bestelenmişti Manastır Türküsü.

Ekrem Zeki öğretmenimiz, şubat ayının ikinci haftasında, Manastır Türküsü ve çok sesli müzik konusunda bizleri aydınlatma yolunu seçti.

Neden çok sesli Müzik?

Sorusunu iyi anlamamız gerekir ki demokrasi kavramını da anlayabilelim.

Diyen öğretmenimiz açıklamalarını sürdürmüştü.

Batı müziğinin en belirgin niteliği çok sesliliktir çünkü, Batı Toplumu da çok seslidir. Değişik insan sesleri, değişik enstrümanlar, bir orkestranın bünyesinde bütünleşir.

Farklılık ve çeşitlilik zenginliktir. Değişik enstrümanlar dan gelen sesler ve çok sesli müziğin birimleri, genel bir amaçta buluşur.

Enstrümanlar ve bireyler kendi içinde bağımsızdır ama daha zengin bir bütüne varmaya, orkestra eseri olmaya gereksinim duyarlar. 

Değişik sesler ve farklı notalar farklı enstrümanlarda bir orkestra şefinin, bir yönetmenin çabasıyla uyuma kavuşur, zenginleşir.

Enstrümanlar ve kullanıcıları bir takım oyunu içinde bulunduklarını asla unutmazlar. Takımın uyumu içindeki farklılıklar muhteşem bir zenginlik yaratır.

Toplumlar da öyledir. Demokrasi de bir takım oyunudur. Farklı görüş, düşünce, etnik köken ve inanış birlikte, uyum içinde çalışarak zenginlik yaratırlar.

Ulu önder Atatürk bunun farkına varmıştı. Çok sesli müziği teşvik etmiş ve devlet politikası haline getirmişti.

Orkestra şefinin, takım kaptanı ‘nın çok sesliliği bastırmadan orkestrayı yönetmesi gerekiyordu. Siyasi liderler de bunu yapmalıydı.

Köy Enstitülerinde bu uyum sağlanabildiği için başarı da sağlanmıştı.

Değişik sesleri bastıran bir orkestra şefi, iyi bir yönetici değildir. Onun işlevi ve görevi, bu sesleri uyuma kavuşturmaktır. Siyasi liderler de bunu yapmalıdır.

Çok sesli müzik eğitimi, aynı zamanda senkronizasyonu da öğretir.

Müzikle uygarlık arasındaki sıkı ilişkiyi;

Yaşam biçimini belirleyen değişmez, vazgeçilmez kurallardan biri olarak saymak gerekir.

Bizdeki liderleri tek sesli müzik alışkanlığı ile, bir orkestra şefinden çok elinde def’le fasıl idare eden birileri olarak görmeye başladık.

Bu durum Cumhuriyetin bunca yıllık  uygarlık çabalarını görmezlikten gelmektir. Siyasi liderler çok sesli müzik kültürlerini gözden geçirmeli, çok sesli müzik etkinliklerine katılacak zaman ayırmalıdırlar.

Manastır Türküsü, Mustafa Kemal’in en sevdiği Rumeli türkülerinden biridir.

Bilindiği üzere Mustafa Kemal Selanikli ’dir. Ayrıca Makedonya – Manastır’da, Harb Okulunda okumuştur. Manastır avlusundaki havuz ve çeşmesinin anıları Mustafa Kemal için derindir.

Manastırın ortasında var bir havuz
Canım havuz
Bu yurdun kızları hepsi de yavuz
Biz çalar oynarız
Bu yurdun kızları hepsi de yavuz
Biz çalar oynarız

Manastırın ortasında var bir çeşme
Canım çeşme
Bu yurdun kızları hepsi de seçme
Biz çalar oynarız
Bu yurdun kızları hepsi de seçme
Biz çalar oynarız

Millî Mücadele yıllarında Ankara Tren Garı’nın yönetim binasını karargâh olarak kullanan Mustafa Kemal’in yanına üvey amcasının kızı Fikriye gelir.

Fikriye Mustafa Kemal’e aşıktır. Bu iki katlı soğuk taş yapıyı sıcacık bir yuvaya dönüştürür. Yorgun düşen ve hastalanan Mustafa Kemal’e günlerce bakar.

Yönetim binasından piyano sesleri yükselmektedir. Fikriye Hanım hünerli parmaklarıyla paşasına çok sevdiği manastırın ortasında var bir havuz türküsünü sıkça çalmaktadır ki gönlü ferahlasın.

O fikriye hanım ki Mustafa Kemal’in yanında bir gölge gibi yaşayıp bir sır gibi ölen genç bir kadındır. Özet olarak Manastır Türküsü bir platonik aşk hikayesidir aynı zamanda.

Çok sesli müzikle uygarlık arasındaki sıkı bağları özenle anlatan Ekrem Zeki Ün ilk hafta koro şefi olarak bizi çalıştırdı. Ardından Kadir Karkın arkadaşımızı koro şefi olarak görevlendirdi.

Manastır Türküsü ve Fikriye Hanımın romantik aşk hikayesi hepimizi etkilemişti. Kadir arkadaşımızın yönetiminde iyi bir uyum sağlamış ve öğretmenimiz tarafından da beğenilmiştik.

İstanbul Radyo evindeki konserimiz de oldukça başarılı geçti. Bu olumlu gelişmeden sonra Kadir Karkın arkadaşımız, benim de içinde bulunduğum bir oda orkestrası oluşturdu…

7 Haziran 2023 Çarşamba

1961-62 İKİNCİ YARIYIL DERSLERİ BAŞLADI



5 Şubat 1962 Pazartesi, Çapa…

Mavi çinileri, Venedik aynaları ve yüksek tavanlarıyla bir sarayı andıran anıtsal binanın önündeki alanda yatılı öğrenciler bayrak merasimi için eksiksiz yerlerini almışlardı.

Devasa giriş kapısının önünde, mermer merdivenlerin üstünde okul bandosu da yerini almıştı. Trombon çalıyordum. İvriz’deki okul bandosunda akordeon çalmıştım.

Az sayıdaki gündüzlü öğrenciler, genellikle, bayrak merasiminden sonra gelirlerdi.

Ben yine de Betül ile Gülay’ı aradım merasim alanında. Gelmemişlerdi…

Merasimin sona ermesiyle birlikte yarıyıl tatili de sona erdi.

Dersin başlamasına yarım saat vardı. Bandodaki arkadaşlarımla birlikte enstrümanları müzik odasına bıraktık.

Sınıf defterini almak üzere idareye gittiğimde okul müdürümüz hafifçe koltuğundan kalktı. Hâl hatır sordu. Karne notlarımın 8 ve üzerinde olduğunu öğrenince de yüzü aydınlandı.

Ders zili çaldığında yoklama defterine o günkü dersleri yazdıktan sonra yoklama yapıyordum kapıdan ki Gülay’la Betül girdi.

Betül’ü görünce bedenimdeki bütün kimyasallar harekete geçti, kalbimin ritmi arttı ve adeta ayaklarım yerden kesildi.

Ben bu kıza âşık olmuştum ama onun bundan haberi yoktu. Gerçi Gülay biraz sezinler gibi olduysa da renk vermemiştim. Gülümseyerek yerine geçip oturdu.

İlk iki saatimizde rakamların dilinden ve evrenselliğinden söz eden Matematik öğretmenimiz Tevfik Aras’ındı.

Sonraki iki saatimizde evreni oluşturan maddenin, galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin ve doğal olarak yaşamın oluşumunun şifreleri üzerinde bilgiler veren Kimya öğretmenimiz Münevver Baç’ın dersi vardı.

Her iki ders de favorilerim arasındaydı.

Şubat tatilinde birinci dönem konularını gözden geçirme fırsatı bulmuştum. Hatta Aksaray’da oturmakta olan Gülay’lara da birkaç kez giderek Matematik çalıştırmıştım. Matematik dersi konularına iyice hâkim olmuştum.

Bugün Betül’ün keyfi yerindeydi, haliyle benim de keyfim yerine gelmişti. İkinci teneffüste yanlarına giderek şubat tatili izlenimlerini sordum.

Resim sergilerinin yanı sıra bazı müzeleri gezdiğini ve Beşiktaş’taki Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi ile ilgili bilgi topladığını, bu amaçla gezdiğini söyledi. Bazı arkadaşlar da edinmişti.

Resim Seminerinde olan Betül geleceğini çizmeye çalışıyordu. Sen neler yaptın Akıncı? Sorusuna sinemadan ‘’Üç Tekerlikli Bisiklet’’ filminden, Zeytinburnu gecekondularından ve derslerden söz ettim,

Öğle yemeğine kadar olan dersler büyük bir keyifle geçti. Öğle arasında hasret giderenler vardı. Şekip ile Lütfiye’nin, sonraki yıllarda evlilikle sonuçlanacak, oldukça romantik bir arkadaşlıkları vardı. Bir araya gelebilmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı.

Yunanistan’ının Batı Trakya bölgesinde yaşayan Türk toplumu Lozan Antlaşması’nın azınlıklarla ilgili hükümleri çerçevesinde anadilinde eğitim hakkından yararlanmaktaydı. Anadilde eğitim hakkı nedeniyle Çapa Öğretmen da Okulu kontenjan tanımıştı.

Batı Trakya Türk azınlığı kontenjanından sınıfımızda bulunan İzzet oldukça yakışıklı bir arkadaşımız. Kızlar yatakhanesinden sızan bilgilere göre, başta Nezahat olmak üzere kızlar, İzzet’le arkadaşlık için yarışıyorlardı.

Öğleden sonra Tarih ve Coğrafya vardı. Tarih derslerinde Erol Güven favori arkadaşlarımızdan biri. Sıkça parmak kaldırıp, biraz da süsleyerek tarih konularını renklendiriyor.

Coğrafya öğretmenimiz Muzaffer Hanım d beni favori görenlerden. Çapa Öğretmen Okulu’na gelinceye kadar Maraş Elbistan köyleri, Çukurova pamuk tarlaları, Ceyhan, Osmaniye, Tarsus, Mersin, Niğde Bor, Niğde Misli Köyü ve Bulgaristan Karagözler Köyü bilgi dağarcığımda yer aldığından bu derste de ben aktiftim.

Yazılı kağıtlarımdaki bilgiler tam olmasa da Muzaffer Hanım her zaman tam not veriyordu.

Günümüzü dersler, tatil anılarını anlatıp dinlemekle, romantik aşıkların kavuşma sevinçleriyle doldurarak tamamladık…

Sırça sarayımız olan Çapa Öğretmen Okulu'nda yeniden derslere başlamış olmak harika bir duyguydu.


28 Mayıs 2023 Pazar

İSTANBUL ZEYTİNBURNU GECEKONDULARI


28 Ocak 1962 Pazar, Zeytinburnu…

İçinde huzur bulduğum, çinileriyle ünlü, bodrum katındaki okul kütüphanesindeyim.

Her zaman olduğu gibi, bir süre sessizliğini dinliyorum. Ardından anı defterimi açarak, geçen bir haftanın özetini yazmaya başlıyorum.

*****

İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'ndaki ilk yarıyıl tatilimin bir haftası göz açıp kapayıncaya kadar geçti.

Bu süre içinde, keman ve piyano çalışmalarımın yanı sıra diğer derslerimi de gözden geçirdim. 

26 Ocak Cuma günü, Maçka İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci İşlerinde çalışan Mustafa dayımı ziyarete gitmeye karar verdim.

Sabah kahvaltısından sonra, Boynuzlu otobüslerden biriyle, önce Eminönü sonra da Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Maçka Parkı içinden geçerek Maçka Teknik Üniversitesi’ne ulaştım.

Güleryüzle karşılayan dayım ‘’hoş geldin Mehmet, çok mutlu oldum.’’ Deyip beni yanaklarımdan öptükten sonra ‘’Lütfen biraz otur. Birkaç öğrencinin sorunlarını çözmem gerekiyor. Sonra yemeğe gideriz.’’

Öğrencilerin sorunlarını çözdükten sonra yemekhaneye götürüyor beni. Yemeğimizi yerken okulla ilgili bilgi veriyor dayım.

İstanbul Teknik Üniversitesi Osmanlı döneminde batılı anlamda mühendislik eğitimi vermek için 1773’te Mühendishane-i Bahr-i Hümayun (İmparatorluk Deniz Mühendishanesi) adıyla kurulmuş.

Osmanlı’nın batı referanslı ilk eğitim kurumlarından biri olup Dünya’nın en eski teknik üniversitelerinden biridir. Gemi inşaatı ve deniz haritalarının yapılması konusunda uzman personel yetiştirmekte.

Yemekten sonra izin isteyip ayrılırken ‘’yarın eve beklerim Mehmet’’ Demişti.

*****

Dün, öğle yemeğimi okulda yedikten sonra, bindiğim otobüslerden biriyle, saat 15,00 civarında Zeytinburnu’ndaydım.

Dayım öğleye kadar çalışıyordu. Eve gelmiş olmalıydı. Acele etmeden, Mersin’deki ilk gecekondulardan biri olan Göçmen Barakalarına benzettiğim, Zeytinburnu sokaklarında dolaştım biraz.

Daha önceki anılarımda da değindiğim gibi, Zeytinburnu yerleşkesi İstanbul’un en büyük gecekondu semtlerinden biriydi.

Zeytinburnu bölgesinin, nüfus yoğunluğuna özgü, en önemli özelliği içerisinde önemli ölçüde Balkan kökenli Türk göçmenleri barındırmasıydı.

Balkan göçmenlerinin en önemli özelliklerinden biri de gecekondularını avlu içine yapmış olmalarıydı. Bir süre sonra da, avlu içinde, yemiş ağaçları ve değişik isim ve renkteki çiçeklerin yer alırdı.

Göç ve çarpık kentleşmeyle ortaya çıkan gecekondular İstanbul’u çok değiştirdi. Demişti tarih öğretmenimiz Niyazi Akşit İstanbul ile ilgili bazı anılarını anlatırken.

Çapa Öğretmen Okulu binasında olduğu gibi, Mimari yapısıyla her zaman göz dolduran bu anakent, zamanla gecekondulaşmayı kabullenmişti.

Gecekondulaşmadan önceki durumu ortaya koymak için “Eski İstanbul” gibi bir tanımlama ortaya çıkmıştı.

Gecekondu bölgesi olarak bilinen pek çok yer zamanla anakentin ilçelerinden biri olmuştu. Çeliktepe, Esenler ve Zeytinburnu bunlardan bazılarıydı.

Mersin Göçmen barakalarında, dışlanma ve ezikliği yenebilmek için, imece usulü devreye girmişti.

İşe gidenler ya da iş arayanlar çocuklarını rahatlıkla komşularına emanet edebiliyorlardı. Evinde çorba pişiren bir aile komşusuna da bir tas ikram edebiliyordu.

Aynı uygulamanın Zeytinburnu gecekondularında da sürdüğünü gördüm bu ikinci ziyaretimde.

Zeytinburnu gecekondularının ara sokaklarında dolaşırken Çukurova’daki mevsimlik işçilik dönemiyle Mersin’deki ilkokul dönemi gözlerimin önünden geçti.

Zeytinburnu, Mersin göçmen barakalarına göre daha konforlu gelmişti bana.

Eve ulaştığımda dayım işten dönmüştü. Yüzünde yayılan bir gülümseme ile ‘’hoş geldin Mehmet, halan çay demlemiş. Yanına da akıtma yapmış. Seversin diye düşündüm.’’ Dedi.

Halamla eniştemin ellerini öptüm. Henüz 12 yaşında olan kuzenim Fatma’yı da yanaklarından öptükten sonra yer sofrasına oturduk.

Dayımların Zeytinburnu semtindeki gecekondusu yaklaşık 30 metrekarelik bir avlu içinde bir hol ve içiçe iki odadan oluşuyordu.

Giriş holünden sonraki oda hem oturma hem yemek hem de yatak odası olabiliyordu. Şömine bu odada bulunduğundan eniştemle halam bu odada yatıyorlardı.

İçerideki oda daha çok Mustafa dayım için ayrılmış gibiydi. Çalışmalarını bu odada sürdürüyordu. Kardeşi Fatma ile bu odada yatıyorlardı.

Çay eşliğinde akıtmaları yedikten sonra dayımın çalışma odasına geçtik. Gözden geçirmesi gereken birkaç işlemden sonra ‘’anlat bakalım yeğenim. Okuluna alışabildin mi, keman çalışmaların nasıl gidiyor, bir sıkıntın ya da ihtiyacın var mı?’’ sorularına olumlu yanıt verdikten sonra ‘’haydi çıkıp biraz dolaşalım’’ dedi.

Zeytinburnu gecekondularının ara sokaklarında dolaştık bir süre. Dolmuşların işlediği anayollar nispeten çamurdan uzaktı. Ara yollarda hala çamur ve su göletleri olmasına rağmen bazı yerler kurumuştu.

Küçük su göletleri üzerinden atlayarak kuru yerlere ulaşmaya çalışırken bir taraftan da Çukurova’daki mevsimlik işçilik dönemi üzerinde konuştuk.

Ardından Mersin’deki ilkokul dönemini, Göçmen barakaları arasında ayakkabıların yapışıp kaldığı çamuru anlattım.

Eve döndük. İşten gelirken günlük bazı gazeteleri getirmişti. 27 Mayıs 1960 darbesinde görevlerinden uzaklaştırılan 147’lerin Üniversitelere dönmelerine izin verilmişti.

İstanbul Maçka Teknik Üniversitesi’ne de geri dönenler olmuştu. Geri dönenler üzerinde konuştuk bir süre.

Akşam yemeğinden sonra radyoda bir süre haberleri dinledik. Saat 22,30 civarında ‘’yatalım yeğenim. Fatma bu gece anamla babamın yanında yatacak, sen benimlesin.’’ Dedi.  

Dayımın odasında bir gece konaklamak zorunda kalınca sıkıntı verdiğim duygusuna kapıldım. Yarın okula dönmeliyim.

Gece yerimi yadırgadıysam da uyudum. Biyolojik saatim beni 06,30’da uyandırdı.

Gözlerimi tavana diktim, zamanda geriye yolculuk yaptım. 1951 yılı mart ayına gittim.

Babam gönüllü ve serbest göçmen kaydıyla Türkiye göçü için pasaport almıştı. Birden, aradan 11 yıl geçtiğinin farkına vardım. Aradan geçen 11 yıla neler sığmamıştı ki...

Elbistan Alevi Kürt Köylerinde birkaç ay, Çukurova pamuk tarlalarında mevsimlik işçilik dönemi, Adana Düziçi Osmaniye Köyü'nde konaklama sonrasında Niğde Merkez Köyü Misli'de kendimiiz bulma...

İlkokulu 5 değişik şehirde okuyarak bitirmiş, İvriz Öğretmen Okulu’nda üç yıl okumuş ve İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Müzik Semineri öğrencisi olmuştum. 11 yıllık süreye ne kadar çok şey sığdırmıştık.

Yaklaşık iki saat geçmişe yolculuk yapmıştım ki dayım kalktı. Halamla eniştem de kalkmışlardı. Bizi görünce kuzenim Fatma da gözlerini ovuşturarak kalktı.

Geçen gelişimde pek dikkatimi çekmemişti. Sabah kahvaltısında enişteme bir dilim beyaz ekmekten fazla yememesi uyarısı yapıldı sıkça.

Neden böyle bir uyarı yapıldığını sordum. Dayım iki dilim beyaz ekmek iki çorba kaşığı toz şekerinden daha tehlikeli. Kan şekerini aniden arttıran etkenlerden biri fazla yenilen beyaz ekmeklerdir. Babamda şeker hastalığı başlangıcı var. Yememesi gerekiyor. Dedi.

Sabah kahvaltısından sonra bir süre radyodan yurttan sesleri dinledik. Kendileriyle zaman geçirmekten çok mutlu olduğumu söyledikten sonra okula dönmeliyim. Dedim.  

‘’Hadi öyleyse, motosikletle Londra asfaltında bir tur atalım. İstersen seni okuluna da bırakabilirim.’’  Deyince halamla eniştemin ellerinden, kuzenimin yanaklarından öperek evden çıktık.

Küheylanım dediği motorsikletiyle, Londra asfaltında bir süre dolaştıktan sonra, beni okuluma bıraktı.

Dayımın küheylanını sevmiştim...



ÇEMBERLİTAŞ ŞAFAK SİNEMASI'NDA 3 TEKERLEKLİ BİSİKLET


22 Ocak 1962 Pazartesi, Çapa İstanbul…

Çapa Öğretmen Okulu yarıyıl tatilinin üçüncü günü akşam yemeği sonrası, huzur bulduğum çinili kütüphanedeyim. Anı defterimi açtım, günün özetini yapmak istiyorum. Huzur bulduğum kütüphanedeki sessizliği bir süre dinledikten sonra yazmaya başlıyorum.

*****

Sabah kahvaltısına indiğimde, yarıyıl tatilinde okulda kalan Ali Özocak, Şekip Oğuz, İbrahim Kazan, Eşref Aykan ve Halit Armutlu  kahvaltılarını bitirmek üzereydiler. Yanlarına oturdum. Muhabbeti koyulaştırdık bir süre. 

Ardından arkadaşlar özel uğraşları için dağıldılar. Ben de müzik odasına inerek piyano ve keman çalışmalarımı sürdürdüm.

Öğleden sonra okulda kalan arkadaşlarımla, sanatsal bir etkinlik olsun diye, ''3 Tekerlekli Bisiklet'' filmini izlemek için, Çemberlitaş Şafak Sinemasına gittik. 

Sinema salonu girişindeki tanıtım afişlerini gözden geçirdikten sonra, içeri girdiğimizde geniş bir dinlenme alanı bizi karşıladı. Merdivenlerden indiğimiz sinema salonu, okulumuzdaki gibi, yüksek tavanlı ve geniş ve ferahtı. 1350 kişilik kapasitesi olan sinema salonu, okulların tatil olması nedeniyle,  bütünüyle dolmuştu.

Işıklar kapandı, gelecek filmler özeti verildikten sonra Üç Tekerlekli Bisiklet Filmi başladı.

1950’li yıllara değin tiyatrocuların egemenliğinde kalmış olan Türk sinemasının, tiyatrodan bağımsız hale gelmesini sağlayan en önemli isimlerden biri Ömer Lütfi Akad’ın ‘’Üç Tekerlekli Bisiklet’’ adlı filmi, köyden kente göçü ve olumsuz sonuçlarını anlatan bir baş yapıttı.

Başrollerinde Ayhan Işık ve Sezer Sezin vardı. Filmin son bölümleri Memduh Ün tarafından tamamlanmış olsa da daha çok Ömer Lütfi Akad’a mal edilen bir film olduğunu duymuştum.

Bir cinayet sebebiyle aranan bir adamın, sığındığı evde sünnet çağındaki çocuğuyla yaşayan kadınla yakınlaşmalarını ve giderek aşka dönüşen ilişkilerinin  hikâyesinin anlatıldığını söylemişlerdi filmi daha önce izleyenler.

Filmin başlamasıyla birlikte karşımıza çıkan mahalle, 1962 yılı İstanbul’unun çeperinde kalmış bir gecekondu semtiydi.

Birbirinin içine geçmiş, belirli bir planı olmayan tek katlı evlerin kümelendiği bir yer görülüyordu. Yaşayan halkı da Zeytinburnu’nda olduğu gibi, İstanbul’a yeni göç etmiş taşralılardı.

Mersin’de iki yıl süreyle yaşadığımız, Teneke Mahallesi olarak da bilinen Göçmen barakaları da böyle değil miydi?

Filmin geçtiği mekân, 1950-1960’lı yıllarda hızla göç alıp, plansız şekilde büyüyen İstanbul’un bir semtiydi.  

1950’li yıllarla başlayan kırdan kente göç etkisini en çok İstanbul’da göstermişti.

Bu göç kervanına katılan ailelerden biri de, Zeytinburnu gecekondularından birinde yaşayan Dayım Mustafa Uslu, kız kardeşleri, halam ve eniştemdi.

İstanbul’un nüfusu hızla artarken bu yığını içine alabilecek konut arzı yoktu. Hızlı ve çarpık bir gecekondulaşma başlamıştı.

Bu gecekondulardan birinde yaşayan, Sezer Sezin’in oynadığı, Diyarbakırlı Hacer ile sünnet çocuğu oğlu Hasan'dı. Beyaz perdedeki görüntüler beni iyiden iyiye perdenin içine çekmişti. Perdenin içinde olayları izleyen bir gözlemciye dönmüştüm.

Hava kararmış, el ayak çekilmişti. ortalık sakinleşti derken, kendisini öldürmek isteyen, peşindeki adamlardan kurtulmak amacıyla sığınacak bir yer arayan  yaralı bir adam, Ayhan Işık tarafından canlandırılan Ali, kim olduğunu bilmeden Hacer’in kapısına dayanır.

Başı inşaat mafyasıyla derde girmiş olan sütçü Ali, satmak istemediği mandırasının kundaklanması üzerine, inşaat patronlarından birini öldürmüş olup, kaçmaktadır.

Hacer, örfünün gereği, dara düşüp evine sığınan Ali’ye kapısını açar.

Gurbete çalışmaya giden kocasından bihaber Hacer, küçük çocuğu Hasan'la birlikte yaşayan yalnız bir kadındır.  Çamaşırcılık yapıp hayata tutunmaya çalışan Hacer'in  başı da, kiracısı olduğu ev sahibiyle derttedir.  

Hacer, yaşadığı evin, bir süredir, kira borcunu ödeyememiştir. Art niyetli bir adam olan ev sahibi, kocasının yokluğunda Hacer’i elde etmek ister.

Hacer’in, baba özlemi çeken sünnet çağındaki oğlu Hasan, kazara gördüğü Ali’yi babası sanır ve olaylar bu şekilde gelişir. Hacer, oğlu üzülmesin diye, korumaya aldığı Ali'nin erçek babası olmadığını söyleyemez.

İnşaat Mafyası adamlarının aradığı Ali, hacer ve oğluna sahip çıkar. Ev sahibine borcunu öder, üstelik Hacer'in çevresinde dolaşmaması için oyuncak tabanca ile tehdit eder. 

Hacer'in evinde dirlik düzen kurulmuş, oğlunun sünnet düğünü yapılmış, sünnet çocuğu Hasan'a hediye olarak üç tekerlikli bir bisiklet alınmıştır Ali tarafından. 

Filmin de adını belirleyen bisiklet, Ali İle Hacer arasındaki bağları iyice kuvvetlendirir.

Hacer'in, başta tereddüt ederek evine kabul ettiği adam Ali ile aralarındaki ilişki, zamanla bir aşka evrilir. 

Melodram kalıpları içinde başlayan film, giderek toplumsal dokuya sahip bir eser haline gelmiştir.

Orhan Kemal’in edebi metni Vedat Türkali ve Lütfi Akad’ın toplumcu bakış açısıyla birleşerek dönemin hızla taşralaşan İstanbul gerçekliğini yansıtan belge nitelikli bir uyarlamaya dönüşmüştü.

Filmi izlerken biraz da, kendi yaşam hikayemizi gördüm Üç Tekerlikli Bisiklet'te...





BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...