5 Mayıs 2022 Perşembe

PAMUK TARLASINDA GÜNDÜZ GECEYE DÖNDÜ


 5 Eylül Çarşamba 1951,Ceyhan…

Sabahın Eylül serinliğinde, Rumeli Türküleri eşliğinde ve güzel bir günde pamuk toplamaya başlamıştık. Öğleye kadar her şey çok güzel gitti. Toplanan pamuklar göz doldurdu ve kantarda tartılarak, Muzaffer Abi tarafından hanelerine işlendi.

Allah ne verdiyse öğle yemeğinde yenildi, saat 15:00’e kadar dinlenildi.

Saat 15:00’de pamuk toplamaya başladıktan bir süre sonra hava karardı. Masmavi gökyüzünde gezinirken Çukurova’yı örtüp, serinlik veren kar beyazı bulutlar bir anda yok oldu.

Gökyüzünün, Şimşeklerin, Gök gürültüsü ve yağmurların da tanrısı olan tanrılar tanrısı Zeus, bir başka tanrıya çok sinirlenmiş olmalıydı ki gökyüzünü karıştırmıştı. Kar beyazı bulutların yerini kapkara bulutlar almış, sanki güneş bir anda yok olmuştu. Gündüz geceye dönmüştü.

Öyle söylemişti mevsimlik işçi olarak kantarda çalışan üniversite öğrencisi Muzaffer Abi. Hızla yanımıza gelerek, topladığınız pamukları emniyete alın, ıslanmasın da demişti.

Rüzgâr şiddetini arttırırken gökyüzü gürlüyor, şimşekler çakıyordu.

Rüzgârın artan şiddetiyle birlikte, yağmur da hızını arttırmış, derme çatma çadırlarımız da sallanmaya başlamıştı. Gittikçe hızını arttıran rüzgarın etkisiyle bazı çadırlarımız sürüklenmeye başlamış, bazı çadırların çatılarındaki koruyucu örtüler ve sazlar uçmuştu.

Pamuk toplamakta olan mevsimlik işçilerin hepsi çadırlarını koruma ve kurtarma derdinden önce, büyük emeklerle topladığımız pamukları  yağmurdan koruma derdine düşmüştü.

Toplanan pamuklar çuvallara konulup, yağmurdan korunacak şekilde üstleri örtüldükten sonra çadırlarımızın korunması önlemlerine dönülmüştü. Babam önde, anamla Mustafa ve ben de arkasında çadırımıza koşmuştuk.

Babam oldukça becerikli biri olmanın yanı sıra yaptıklarının işlevsel ve dayanıklı olmasına da özen gösterirdi. Konut olarak kullandığımız çadırımızın eksikliklerini her geçen gün biraz daha gidermiş, hatta içine bir yüklük bile yapmıştı.

Yataklarımızı sermek için çadırımızın tabanına da hasır serilmişti. Sabahları kalktığımızda ilk görevlerimizden biri yatakları toplamak ve yüklükteki yerlerine yerleştirmekti.

Kısaca çadırımız oldukça korunaklıydı. Bütün bunlara rağmen şiddetini arttıran rüzgâra ve yağmura dayanabilecek miydi? Bekleyip, görecektik…

Eylül ayının ilk günlerinden itibaren Çukurova’da Sonbahar yağmurları başlardı. Bazen oldukça şiddetli olurdu. Ancak böylesi ilk kez görülmüştü.

Yaklaşık yarım saat süren yağmurdan sonra oldukça büyük hasarlar ortaya çıkmıştı. Çadırların bir bölümü şiddetli rüzgârda yıkılmış ve sürüklenmişti. Sürüklenen çadırlardaki yataklar hem ıslanmış hem de çamura bulanmıştı. Halil dedemlerin çadırı da oldukça büyük hasar görenlerden biriydi.

Çukurova’daki aşırı nemin ve Sivrisineklerin büyük hasar verdiği Halil dedem yağmurdan da nasibini almış, şiddetli öksürük nöbetlerine tutulmuştu.

En az hasar bizim çadırda olmuştu. Çadırın çatısından giren yağmur önemsiz olmakla birlikte, yataklarımızı serdiğimiz hasırın altından ve üstünden neredeyse sel geçmişti. Çatı görevini gören sazlıkların arasından giren yağmur yataklarımızı ıslatmıştı ama hiç olmazsa çamurlanmamıştı. Ekmeklik unumuzun da bir bölümü ıslanmış, hamur haline gelmişti.

Gökyüzündeki olayları yöneten Zeus’un öfkesi geçmiş olmalı ki gökyüzü  yağmur sonrasında tekrar masmavi görünümünü kazanmış, kapkara bulutlar yok olmuş, güneş Çukurova’yı yakmaya başlamıştı.

Toprak kısa sürede kurumuştu. Çamurlanan yatak ve yorganlarla birlikte çadırdaki diğer eşyalar yıkanmış, kurumaya bırakılmıştı.

Sürüklenen ve hasar gören çadırlar da imece usulüyle tekrar onarılmış ve yerlerine konulmuştu.

Sıra pamuk tarlasındaki hasarın tespitine gelmişti. Yağmur, pamuk içindeki çiğiti ıslatınca, ıslanan çiğit pamuğa sarı renk bırakıyordu. Sarı renk ürünün kalitesini ve fiyatını düşürür demişti elçi.

Yağmurlu günlerde hiç olmazsa toplananları ıslanmaktan korumak gerekiyordu. Bereket konakladığımız tarladaki pamuğun yüzde doksanı toplanmış bulunduğundan, ücretlerimizde çok fazla düşüşe neden olmayacaktı.

Çadırlarımızdaki hasarlara rağmen, ücretlerimizde fazla kaybın olmayacak olması sevindirici bir durumdu… Buna da şükür demişti büyüklerimiz.

Pamuklarını toplamakta olduğumuz tarla Ceyhan tren garından tahminen 3-4 km uzaklıktaydı. Çoğunlukla kapkara olan tren lokomotifin çıkardığı dumanlar bugün fazlaca dikkatimi çekmiş, olumsuz bazı şeyler olacağı duygusuna kapılmıştım. Öyle de olmuştu.

Şiddetlenen fırtına ve yağmura bu dumanların neden olduğu sanısına kapılmışım bir an. Sonraki günlerde de dumanları gördükçe fırtına ve şiddetli yağmur kaygısı baş gösteriyordu. Öyle algılamıştım 7 yaşındaki çocuk aklımla.

Oysa bugün korkulu saatler yaşatan şiddetli rüzgâr ve yağmurun mevsim gereği olduğunu söylemişti bizi Çukurova’ya getiren Elçi.

Bu tür açıklamalara rağmen ben  inatla tren garındaki lokomotifin çıkardığı kara dumanların yağmurlara neden olduğunu söylüyordum çocuk aklımla. Bu konuyu da kantardaki Muzaffer Abi ile konuşmalıydım.


AMANOSLARIN İKİ YÜZÜ

 


1 Eylül 1951 Cumartesi, Ceyhan…

Elbistan Hasanköy’den Çukurova’ya geleli 8 gün oldu.

İlk girdiğimiz pamuk tarlası hasadı bitti. Ceyhan’a doğru, diğer pamuk tarlalarına geçerek mevsimlik işçiliğimizi sürdürüyoruz.

Bu süreç içinde doğanın zorlu ve apansız koşullarına uyum sağlamanın yanı sıra önce karpuz meyvesi ile tanıştık. Ardından domates, salatalık, biber, patlıcan …gibi sebzelerle tanışacaktık.

Oysa Elbistan ve köylerinde bunlar bilinmediği gibi Bulgaristan Karagözler köyünde de bilinmiyordu.

Bir sınır, Amanoslar da olduğu gibi, bazı dağlar silsilesi geçilerek bu sebze ve meyveleri tanımak, sosyo-ekonomik yapının değişmesine neden olabiliyordu.

Göksun ile Maraş arasındaki aşılmaz sanılan Felaket Yolunu geçerken, unutulmazlarım arasına giren Amanosların,

Bir yüzü Elbistan köyleri öteki yüzü ise mevsimlik işçi olarak bulunduğumuz Çukurova idi.

Elbistan köyleriyle Çukurova arasında olanca heybetiyle duran Amanoslar;

Yoksulluk ile varlık, kıtlık ile bolluk, yaşam ile ölüm arasında duran bir sınırdı sanki.

Amanoslar simgesel anlamda büyüklüğü ve aşılamazlığı simgelemekteydi.

Aşabilenler varlık, bolluk ve yaşam kavramlarıyla haşır neşir oluyorlardı. Aşamayanlar için yokluk ve sefalet var dı.

Amanosların iki tarafında, yaşayarak öğrendiğimiz, sosyolojik ve ekonomik anlamda farklı iki yaşam oluşmuştu.

Amanosların ayrıldığımız tarafı Elbistan ve köylerinde  yoksulluk, kıtlık ve ölüm vardı.

Elbistan köyleri barındırdıkları halklarına çaresizlik ve yoksunluklarla sarmalanmış bir sonsuzluk sunmaktaydı.

Bulgaristan Muhacirleri olarak Yaşama şansımız yoktu. İlk kaybımızı, iki buçuk yaşındaki kardeşim Şaban’ı Hasanköy’de toprağa vererek bunu görmüştük.

Tek düze bir yaşamın ve insanın olduğu Elbistan köylerinde yiyeceklerin bile çeşidi yoktu.

Aşılmaz dağlar ve platolar arasına sıkışmış, tarım arazisinin olmadığı köylerde yemek olarak sadece bulgur pilavı ve tarhana çorbası vardı.

Kürtlerin tarihi kadar uzun bir geçmişi olan, Kürt mutfağının en temel gıda maddelerinden ve en önemlilerinden biriydi ‘’tarhana’’.

Tarhananın, Kürt topraklarında keşfedilmiş buğday ve yoğurt gibi iki ana maddenin karışımından meydan geldiği düşünülecek olursa, geçmişinin neden bu kadar eskiye dayandığı daha iyi anlaşılırdı.

Tarhana, bulgur ve benzeri pek çok yiyecek, soğutucuların olmadığı dönemlerde, doğal saklama tekniklerinin kullanıldığı birer yemek çeşidiydi.

Yiyecek saklama tekniklerinden en yaygın olanları güneşte kurutmak, tuzlamak ve evlerin kiler bölümlerine koymaktı.

Yoğurt ve süt gibi doğal ortamlarda hemen bozulacak yiyecek ve içeceklerin uzun süre saklanması ve taze süt ürünlerinin hazırda kolayca bulunamadığı kış aylarında tarhana en iyi çözümdü.

Öyleydi çünkü Dövülmüş buğday kaynatılıp soğutulduktan sonra süzme yoğurt, nane, nane türünden yarpuz ve kekik gibi otlarla yoğurulurdu.

Yoğurulan karışım topaklar şeklinde ya da ince bir tabaka şeklindeki temiz bezlerin üzerine serilip güneşte kurutulurdu.

Tarhananın kendine has o nadide lezzeti de güneşte kurutulurken ekşiyerek kuruyan yoğurt tan gelmekteydi.

Tarhana çeşitleri yöreden yöreye farklılıklar ve çeşitlilik göstermekle birlikte Ege Bölgesinde buğday yerine un kullanılırken, süzme yoğurtla birlikte domates püresi hatta soğan da eklendiği görülmekteydi.

Oldukça lezzetli ve besin değeri yüksek olan Bulgur Pilavı da tahıl grubu içerisinde yer alan değerli bir besindi.

Buğdayın temizlenmesi, kaynatılması, kurutulması, kabuğunun soyularak değişik tipte değirmenlerde öğütülmesi, farklı boyutlardaki taneciklerinin ayrılmasıyla elde ediliyordu.

Sadece su ve buğdaydan oluşan oldukça değerli ve besleyici, yarı hazır bir gıda maddesiydi bulgur.

Amanosların öteki yüzü olan “Çukurova’ya inince’’ karpuz, kavun, domates, salatalık, biber, patlıcan ve parası olanlara her çeşit meyve sunulabiliyordu.

Yusuf dayım mor renginden ötürü patlıcanı morko olarak adlandırmıştı.

Karpuzu hediyelik bir meyve olarak adlandırmıştık. Misafirliğe giderken “elim boş gitmeyelim” deyip, köşedeki manavdan hemen alınabilecek bir hediye idi. Hem lezzetli hem de sulu ve ferahlatıcıydı.

Yeni tanıştığımız domatesin C vitamini yönünden zengin, bağışıklık sistemini güçlendirici ve grip benzeri virütik hastalıklara karşı koruyucu özellikleri olduğunu öğrenecektik zamanla.

Kanser ve kalp hastalıklarına karşı koruyucu olan domatesin aynı zamanda felç riskini de en az indirgeyen bir sebzeydi.

Yaşamın sıradanlaşan yüzüne karşı duran Çukurova, bütün bereketi ile emeğin, alın terinin mekânı olarak Amanosların öteki yüzüydü.

Köylüleri için Çukurova hayatın tadına baktıkları bir yaşam merkeziydi.

Ne var ki biz Çukurova’nın köylüleri değildik. Barınağımız olmadığı gibi her türlü ihtiyaçlarımız için ‘’Elçilik’’ sisteminin işleyişine bağlıydık.

Bu sistemin dışında iş bulma ve geçinme olanağımız yoktu. Yine de Elbistan köylerinden kurtulmuş olmamızı da bir mucize olarak görmüştük.

Umut fakirin ekmeğidir…

Belki bizler de Çukurova’da ekip biçebileceğimiz birer tarlaya, barınabileceğimiz evlere sahip olabilirdik…



21 Nisan 2022 Perşembe

SAKAR BALKAN DA MIYIM ÇUKUROVA DA MIYIM

28 Ağustos 1951 Salı, Ceyhan…

Kerim dayımın sesini duydum sanki...

Bulgaristan’daki köyümüz Karagözler'in aşağı mahallesinde yaşayan Halil dedemin 2 numaralı oğluydu Kerim Dayım. Sıkça uğrardı bize. 

Kardeşim Mustafa ile beni oyalamasını çok iyi bilirdi. Şakacıydı, uydursa da güzel hikayeler anlatır ve dinletirdi de.

Her gelişinde, anamı biraz rahatlatabilmek için beni Sakar Balkan eteklerine götür, bazen de tırmanırdık dağın zirvelerine...

Dayımın sesini duyduğumda,  dağın eteklerindeydik. Önümde, 10-15 metre ileride tırmanıyordu dayım.

Bir an için durdu, arkasına dönüp, nerede kaldın ha gayret yeğenim dercesine bana bakıyordu…

Tekrar tırmanmaya başladığında ayağının altından kayan topraklardan bir kısmı gözüme kaçınca, dünyam karardı, etrafı göremez oldum.

-Dayı gözlerime toz doldu, göremiyorum. Bana yardım et…

Derken, nasıl olduysa anamın da sesini duydum. Anam da,

-Meeehmeeet, Mustafaaa…Kalkın artık.

Diye sesleniyordu. Anamın ne işi vardı Sakar Balkan eteklerinde!

Gözlerimi biraz aralamaya çalıştım, sanki ortam karanlıktı. Bana mı öyle gelmişti? Üstelik Sakar Balkan eteklerinde değil, yataktaydım. Yanımda da kardeşim Mustafa yatıyordu. Neredeydim ben, neredeydik biz?

-Ana, Sakar Balkan eteklerine nasıl geldin sen?

-Evladım...Sakar Balkan da nereden çıktı?

-Ana, neredeyiz biz? Üstelik gözümü zor açıyor ve göremiyorum da.

-Evladım, Ceyhan pamuk tarlalarından birindeyiz. Üstelik güneş doğdu doğacak, hadi kalkın.

Tekrar gözlerimi açmaya çalıştım, aralandı ama acıyordu ve görmekte zorlanıyordum…

-Anacığım, gözlerim acıyor, göz kapaklarımı açmakta zorlanıyorum.

-Dur hele Mehmet…Göz kapaklarına  bakayım önce… 

Senin gözlerin yine çapaklanmış. Temizlemem gerekiyor. Kıpırdama, pamukla siliyorum gözlerini… 

Tamam, çapaklar temizlendi… 

Babanız pamuk toplamaya çoktan gitti. Biraz sonra ben de gideceğim. Mustafa’yı kaldır, yıkanıp ihtiyaçlarınızı giderdikten sonra siz de gelin.

Anam, beline doladığı çuvalıyla uzaklaşırken ben de, göz kapaklarımı açıp kapayarak görme açımı genişlettim.

Bu arada, Rumeli Türküleri de söylenmeye başlamıştı genç kızlarımız ve onlara eşlik eden analarımız tarafından…

Yeni bir gün, yeni bir umuttu bizler için…

 Mustafa’yı kaldırdım.

-Ben elimi yüzümü yıkamaya gidiyorum, arkamdan gel.

Deyip, adeta koşar adım dere kenarına yürüdüm. Arkamdan, bana yetişmeye çalışarak koşar adım gelen 5 yaşındaki kardeşim Mustafa ile  çabucak elimizi yüzümüzü yıkayıp, tuvalet ihtiyaçlarımızı da giderdik. 

Yıkandıktan sonra iyice açılmış olan gözlerimle Torosların zirvesine baktım.

Torosların ardından, üzerindeki kümelenmiş bazı bulutlara gönderdiği ışığı pamuk tarlaları üzerine kırmızı, turuncu, sarı olarak yansıyacaktı bir süre sonra.

Pamuğunu toplamakta olduğumuz tarlanın üstüne gelmeden, torbalarımızı bellerimize dolayarak, girdik ”Beyaz Altın” olarak bilinen pamuk tarlasına.

Ardımdan gelen Mustafa adeta kaybolmuştu fazla uzamış pamuk bitkileri arasında. Beni bekle abi diye sesleniyordu arkamdan.

Elbistan köylerinde tökezlemiş, umudumuzu yitirmiş, yıkılmış ve delirmenin eşiğine gelmiştik adeta.

Çukurova’da  umutlarımız yeniden yeşermeye başlamıştı. Para biriktirmenin, yeşeren umutları canlandırmanın ve şaha kalkmanın zamanıydı.

Vız gelirdi gözlerimdeki çapaklanma… 



5 Nisan 2022 Salı

RUMELİ TÜRKÜLERİ EŞLİĞİNDE BEYAZ ALTIN


27 Ağustos 1951 Pazartesi, Ceyhan…

Rumeli Türkülerinden biriyle uyandım. Torosları aşarken güneşin bulutlardan yansıyan kırmızı, turuncu ve sarı renklerini göndermişti pamuk tarlaları ve çadırlarımızın üzerine. Sıcaklığını hissetmiştim.

Rumeli Türkülerini gözüm kapalı dinledim bir süre uyuyor taklidi yaparak. Burnuma mis gibi tandır ekmeği kokusu gelince kalkmak istedim ama gözlerimi açamıyordum bir türlü. 

Çapaklanmıştı yine, acıyordu ve etrafımı görmekte zorlanıyordum. Anlaşılan, pamuk tarlasındaki ikinci günümüze tatsız başlayacaktım. 

Gözyaşı kanallarının tıkanıklığı nedeniyle ortaya çıkan gözdeki çapaklanma, sarımtırak ve yapışkan olan rahatsız edici bir iltihaplanmaydı. 

Çapaklanmadan kurtulmalıydım. Anam silerdi gözümdeki çapaklanmayı. Yarı kör çıktım çadırdan.

Anam yine bizi kaldırmaya kıyamamış, gün doğmadan pamuk toplamaya gitmişti babamla. Güneş Torosları aşıp, ortalığı kavurmaya başlayınca kahvaltı hazırlamak için çadıra dönmüş, çay demlemişti.

Yer sofrasını hazırlarken çadırdan çıkan beni gördü. ‘’Gel bakalım Mehmet, ne olmuş gözlerine?’’ Dedikten sonra ılık çay suyuna batırdığı pamukla gözlerimi silmeye başladı.

Gözlerimizin açılmasını beklerken bir taraftan da kaşınıp duruyordum. Gece boyunca yine sivrisineklerden kurtulamamıştım. Bütün gece kanımızı emmişlerdi.

Pamuk tarlalarına komşu dere kenarlarında konaklayan mevsimlik diğer işçilerde olduğu gibi bizim de derme çatma olan çadırlarımız pek korunaklı değildi. Kum ya da toprak üzerine kurulduğu için böcek, yılan, yağmur, soğuk, toz gibi zeminden gelen birçok risk altındaydı.

Anamın gözlerimi silmesi bitmişti ki Mustafa da kalktı. Onun gözleri etkilenmemişti. Anamın uyarısı üzerine dere kenarına giderek, zorunlu ihtiyaçlarımızı giderdik, elimizi yüzümüzü yıkadık ve kovaya su doldurarak geri döndük.

Bu arada babam da gelmiş, yer sofrasında bizi bekliyordu. Tandır ekmeği, çay ve peynirden oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra daldık Beyaz Altın tarlasının içine. 

Bir taraftan pamuk toplarken, diğer taraftan söylenen Rumeli Türküleriyle hasret gideriyorduk 4 ay önce ayrıldığımız Karagözler Köyüne…

Ergenlik çağındaki gençlerin, özellikle genç kızlarımızın söylediği Rumeli Türküleri hepimizi rahatlatıyordu.

Rahatlamamızda Elbistan Köylerinden ayrılmış olmamızın da payı vardı bunda.

Balkanlardaki bölge insanının karakterinde var olan yiğitlik, çalışkanlık, nezâket, espri, saygı, neşe gibi özelliklerin yanı sıra aşk, hasretlik, sevdiğine kavuşamama gibi konular da türkü güftelerinde kendini göstermekteydi.

İşlenen olaylar ya da duygular olayın geçmiş olduğu yerlerin adı anılarak besteye bağlanmıştı. “Estergon Kalesi”, “Kırımdan Gelirim Adım da Sinan’dır”, “Buna Er Meydanı Derler”, “Mert Dayanır Namert Kaçar” gibi türküler bunlara örnekti. 

Gazi Osman Paşa türküsü olarak bilinen Kürdî makamındaki türkü de kazanılan bir zafere istinaden bestelenmişti.

Tuna Nehri’nin, Rumeli’ndeki Türk toplumunun ve Türk askerinin hayatında unutulmayan hatıraları vardı. Bunun için bu grup Rumeli türküleri “Tuna Türküleri” adı ile de anılmaktaydı.

Bu türkülerde, elden çıkan kaleler, Tuna boylarına serpilmiş ve sık sık el değiştiren şehirler, buralarda yaşanan mutluluklar ve pişmanlıklar, aşklar, hasret ve umutsuzluklar gibi türlü beşerî duygular ifade edilmişti.

Hep birlikte söylenen Balkan Türküleri hayatımızı kolaylaştırıyordu…


3 Nisan 2022 Pazar

MEVSİMLİK İŞÇİ DİYARI ÇUKUROVA



26 Ağustos 1951 Pazar, Ceyhan…

Çadırımızın açık kalan yanlarından içeri giren Çukurova güneşinin gözlerimi yakıcı ve delici etkisi beni uyanmaya zorluyordu. Biraz daha uyumak istedim. Güneşten kurtulmak için bir taraftan diğer tarafıma döndüm.

Gecemin önemli bir bölümünde Gavur Dağlarındaki felaket yolu üzerine kabusa dönen rüyalar görmüştüm.

Bir tarafımızda uçurum, diğer tarafımızda aniden yükselen dağlar arasında oldukça virajlı yolda her an kamyonumuzun uçuruma yuvarlanacak kaygısı içindeydim.

Nasıl olduysa uçurumlar ortadan kalkmış, bir sivrisinek bulutunun içine girmiştim sanki.

Kan ter içinde uyandığımda kardeşim Mustafa yanımda yatıyordu. Derme çatma bir çadırın içinde, bembeyaz bir pamuk tarlasının içindeydik.

Çevremizdeki bataklıklarda yuvalanmış olan sivrisinek ordusu bütün gece benim gibi diğer muhacirlerin de kanlarımızı emme yarışına girmişlerdi.

İlk kez bu denli kalabalık ve can yakıcı bir sivrisinek ordusuyla karşılaşıyorduk.

Dün sabah Elbistan Hasanköy’deydik. Yaklaşık dört ay önce ise Bulgaristan’da Karagözler Köyündeydik. Olaylar ve yerler baş döndürücü bir hızla gelişmiş, gelişmeye de devam edecekti.

Sivrilerin ısırıklarından kaynaklanan yerleri kaşırken burnuma tandırda pişmiş bazlama kokusu geldi.

Bazlama kokusu, hızla kalkarak çadırdan çıkmama yetti de arttı bile. Anam sabah kahvaltısı için tandırda bazlama pişirmişti. Mis gibi bazlama kokusu vardı ortamda. Ama babam yoktu.

Ana babam nerede?

Dedim, anlattı. Bize kıyamamışlar, bugünlük uyandırmamışlardı. Kahvaltıdan önce, sıcaklar bastırmadan pamuk toplamışlardı babamla birlikte. Anam Elçi’nin getirdiği ekmek ve kahvaltılıklarla erken dönmüştü. Çay demlemiş ve yer sofrası kurmuştu. Babam henüz dönmemişti pamuk tarlasından.

Anamın anlattığına göre, tarla sahibinin temsilcisi ‘’Elçi’’ ya da diğer adıyla ‘’Çavuş’’ iki yardımcısıyla erkenden bir traktörle gelmişlerdi. Bütün ailelere nüfus sayılarına göre ekmek ve kahvaltılık getirmişlerdi.

Traktörün arkasındaki römorkör üzerinde pamuk çuvallarını tartacak bir de kantar bulunuyordu. Sonradan adının Muzaffer olduğunu öğreneceğim üniversite öğrencisi de mevsimlik işçi olup, topladığımız pamukları tartarak hanemize yazacaktı.

Nasırlı ellerle toplanan pamuklar, çuvalı doldurduğunda kantarın yanına getirilip, kantarda görevli Muzaffer Abi tarafından tartılıp not ediliyormuş. Bu işlem akşam tarladan çıkıncaya kadar devam ediyormuş.

Babam gibi diğer aile aileler de, güneş birkaç ağaç boyu yükselinceye kadar, bir iki saatlik çalışmayla topladıkları pamukları kantarda tarttırdıktan sonra traktörün römorkuna yüklemelerinin ardından ancak kahvaltıya oturmak istemişlerdi. Anam,

-Babanız biraz sonra gelir. Mustafa’yı da kaldır Mehmet. Sonra da derede elinizi yüzünüzü yıkayarak kahvaltıya gelin.

Dedi. Mustafa’yı kaldırıp, dere kenarına gittik. Uygun bir yerde zorunlu ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra elimizi yüzümüzü yıkayıp, su kabını da doldurduktan sonra geri döndük. Babam da tarladan gelmiş, yer sofrasında bizi bekliyorlardı.

Yer sofrasına oturduğumuzda, sıcak bazlamaların yanında çay ve zeytin vardı. Anam,

-Peynir de vardı ama yarınki kahvaltıda çıkarırım.

Dedi. Elçi, parasını sonraki ücretlerimizden kesilmek üzere, sabahın erken saatlerinde peynir, zeytin ve çay getirmişti bütün ailelere. 

O yıllarda zeytin ve peynir en ucuz gıda maddeleriydi. ’’zeytin-peynir ekmekle idare ederiz.’’ Cümlesi yoksulluğun dile getirilişiydi.

Torbalarını bellerine bağlayıp günün ilk ışıklarıyla çavuşlarımızın gösterdiği yerlerde pamuk toplayan Karagözlülerin asıl zorlu mesaisi, kahvaltıdan sonra, yakıcı güneşin kendini gösterdiği ve nemin oldukça arttığı saatlerde başlıyordu.

Anam sofrayı toplarken babamla birlikte, bellerimize bağladığımız küçük çuvallarla, beyaz altın olarak bilinen pamuk denizine girdik.

Zoru kolaylaştırmak gerekiyordu...

Üstelik Karagözlüler 4 ay sonra bir araya gelmişlerdi. Elbistan Köylerinden kurtulmanın ve bir araya gelmenin şerefine, Rumeli Türküleri söylenmeye başlandı gelinlik çağındaki kızlarımız tarafından. Giderek analarımız da katıldı bu koroya.

Söylenen türküleri düğün derneklerde de söylemişlerdi analarımız genç kızlarla birlikte. Bir an için zamanda geriye, Mart ayının son günlerine ve Karagözler Köyüne gittim.

Karagözler'de sıkça söylenen ve Rumeli türküleri adı altında toplanan eserler beş yüzyılı aşkın bir Rumeli yaşantısının özetiydi sanki.

Serhat” denilince aklımıza hep Avrupa ile olan sınır boyları gelmekteydi. Bu nedenle bu türkülerin bir bölümü “Serhat Türküleri” adı altında toplanmıştı ki, “Kahramanlık Türküleri” olarak anılmaktaydı.

Söylenmekte olan Rumeli Türküleri ile kendimi Serhat boylarında varsaymış, Karagözler Köyünün kokusunu hissetmiştim.

Benimle birlikte bu duyguyu hisseden yaşıtlarımla, kafalarımızı kaldırmadan topladığımız pamukları bellerimize bağladığımız çuvalların içine koyma yarışına girdik. Yaşıtlarımızla yarışıyorduk adeta. Oyun haline getirmiştik pamuk toplamayı.

Ne var ki nefeslenmek istediğimiz anlarda güneşten korunmamızı sağlayacak gölgelik, gölge yapacak ağaç yoktu.

Dümdüz bir araziye sahip Çukur Ovasındaki pamuk tarlalarında güneş yükseldikçe kavurucu sıcaklar tepemize vuruyordu. Sanki kafatasımızı delip, beynimizin içine işliyordu.

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen herkes gücü oranında pamuk toplama işine sürdürüyordu, sürdürecekti. Sürdürmek zorunluydu çünkü topladığımız pamuğun ağırlığına göre ücret alacaktık.

Sıcakların iyice bastırdığı öğle saatlerinde ara verildi. Doldurduğumuz çuvalları kantarda tartan görevli Akıncı Ailesi adına kaydettikten sonra çadırımıza döndük.

Derme çatma da olsa, dün akşam kurulan çadırlarımızın gölgelerine sığındık. Bir süre çadırların gölgesinde dinlendik.

Bütün yaşıtlarım biraz olsun güneşten kurtulmanın keyfini çıkarırken analarımız öğle yemeği için bir şeyler hazırlamaya başlamıştı.  Allah ne verdiyse onlar konacaktı öğle sofrasına.

Kardeşimle bana da dereden su getirme görevi düştü.  Dereye su almaya gittik. Döndüğümüzde yer sofrasında yerimizi alarak karnımızı doyurduk.

İkindiye kadar dinlenme molası verilmişti.  Güneşin etkisinin nispeten azaldığı ikindiden sonra tekrar daldık pamuk denizine. İlk günün hevesiyle var gücümüzle çalıştık.

Havanın kararmaya başladığı saat 21’e kadar toplanan pamuklar göz doldurmuştu. Akıncı Ailesi adına kaydedilen pamuk miktarı yüzümüzü güldürmüştü.

Akşam yemeğinden sonra benim gibi diğer çocuklarda yataklarımıza uzandığımızda yorulduğumuzun farkına bile varamadan, derin bir uykuya dalmıştım.  


BEYAZ ALTIN PAMUK

 


25 Ağustos 1951 Cumartesi, Ceyhan…

Ceyhan'a yakın, bir dere kenarındaki pamuk tarlalarından birindeydik zorlu ve maceralı bir yolculuktan sonra.

Güneşin olabildiğince geç battığı bir gündü…

Sabahın erken saatlerinde Elbistan Hasanköy’den almıştı bizi Elçi’nin kamyonu.

Sırasıyla diğer köylerdeki Karagözlüler de alındıktan sonra dağın öteki yüzüne, Çukurova'ya yolculuk başlamıştı. Nurhak dağlarındaki felaket yolunu aşmış, rahatlamış ve Maraş İli’ ni de geçmiştik.

Bundan sonrası esenlikti…

Adana-Şanlıurfa otoyolu üzerinden, yaklaşık 320 km yol almamız gerekiyordu Ceyhan pamuk tarlalarına ulaşabilmek için…

Tuvalet molası dışında herhangi bir yerde durmayan kamyonumuz, 10 saatlik bir yolculuktan sonra, saat 17,00 civarında ulaştı Ceyhan Pamuk tarlalarına.

Uçsuz bucaksız arazide, kaybolacağı ufka doğru ilerlemekte olan güneşin aydınlattığı tarlalara kamyon kasasından baktığımda, ‘’bembeyaz bir gelinlik’’ giymiş genç bir kız gibi göründü bana pamuk tarlaları.

Bulgaristan’daki hüzünlü bir köy düğünde gördüğüm gelini anımsadım birden. Onun da bembeyaz bir gelinliği vardı. Bembeyaz gelinliğiyle hafif rüzgarda salınarak yürüyordu gelin evine doğru.

Birden içimi coşkulu bir mutluluk kapladı…

Bulgaristan’ın Karagözler Köyü’nden, 24 Nisan 1951’de başlayan göç hikayemizde ilk kez kendimi mutlu hissediyordum.

Güneşin kaybolacağı uçsuz bucaksız bembeyaz tarlalar bizleri şaşkına çevirmişti. Olağanüstü bir görünümdü…

Bembeyaz gelinliği andıran tarlaları huşu içinde seyrederken bir dere kenarında duran kamyonumuzn sarsıntısı ile kendimize geldik.

Kamyonun sürücü bölümünden inen Elçi, bizlere bakarak, gür sesiyle,

-İnin, eşyalarınızı da indirin. Bir süre bu tarlada pamuk toplayacaksınız.

Dedi. Kamyondan indik, yaşlılar ve çocuklardan sonra eşyalarımız da indirildi. Herkesin inip, kamyon kasasının boşaldığına emin olduktan sonra Elçi,

-Her aile kendisine çadır kurabileceği uygun bir yer bularak yerleşmeye çalışsın. Ben tarla sahibini bulmak üzere Ceyhan’a gideceğim.

Dedikten sonra kamyona binerek gözden kayboldu. Aile babaları da, horantalarının yardımıyla, eşyalarını çadır kurabilecekleri bir yerlere taşıdılar. Babam ,

-Mehmet, Mustafa ile çevreyi bir kolaçan edin. Bakalım etrafta ocak yapabileceğimiz taşlar bulabilecek miyiz? Herkesin karnı açtır. Geçici bir ocak yapılması gerekiyor.

Üzerine tandır koyacağımız ocaklar için uygun taşlar ve yakacak bir şeyler gerekiyordu. Mustafa dayımla Yusuf dayım da bize eşlik edince, anında çevreden uygun taşlar ve yakmak üzere çalı çırpı da bulundu…

Ocaklar yakıldı ve üzerlerine tandırlar yerleştirildi.

Bizim gibi konar göçerlerin yanında her zaman bir çuval un bulunurdu. Su bulduğumuz anda, tandırınız da varsa ekmek yapabilirdiniz.

Önemli olan ekmek ya da bazlama yapabilmekti, yemek olup olmaması pek önemli değildi.

Bizler ocakla uğraşırken, Anamla teyzem de bazlama hamurlarını hazırlamışlardı zaten…

Daire şeklinde ve yaklaşık 1 cm kalınlığında bazlamalar oluşturulmalıydı. Anam göz kararı bu ölçüyü tuttururdu. Yine tutturdu…

Dumanlar arasında pişen ilk bazlamaları ağzımız sulanarak bekledik.

Pişen bazlamaların üzerine, Elbistan Hasanköy’den ayrılırken bazı komşularımız tarafından yolluk olarak verilen, tereyağından sürdü Cemile Teyzem. Üzerine biraz da tuz ekerek önce kardeşim Mustafa’ya, sonra bana ve dayılarımdan en küçük olan Mustafa’ya verdi.

Hayatımda yediğim en güzel bazlamaymış gibi geldi bana. Bazlama ile de olsa karınlarımız doymuş, yaşama sevincimiz artmıştı.

Daha ne olsundu…

*****

Pamuk bitkisiyle ilk kez karşılaşıyordu Bulgaristan Muhacirleri. Bu ürünü tanımıyorduk. Aslında Çukurova da pek tanımıyordu. Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa tanıştırmıştı Çukurova ile pamuğu.

Adana ve çevresine ait yönetimin 1833-1840 yılları arasında Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın eline geçmesiyle gerçekleşiyor.

İbrahim Paşa Suriye ve Mısır'dan getirdiği işçilerle önce bataklıkları kurutuyor, ardından pamuk üretimini arttırıyor.

1861-1865 arasındaki iç savaş pamuk üretimine darbe vurunca İngilizler Adana'ya yöneliyor.

İlginçtir, topraklarında bir pamuk fidesi bile yetişmeyen İngiltere dünyanın en gelişmiş tekstil endüstrisine sahip oluyordu Osmanlı Balkanlarda sürekli toprak kaybederken.

Ceyhan, Adana’nın yaklaşık 50 km doğusunda ve Ceyhan Nehri’nin kıyısında kurulmuş, büyükçe bir ilçesiydi. Konum olarak Çukurova’nın tam ortasında yer alan Ceyhan, yörenin pamuk ambarıydı Elçi tarafından anlatılanlara göre.

Ovadaki başlıca tarım, çeltik ve pamuktu. Pamuk üretimi suya da ihtiyaç duyduğundan tarlalar akarsuyun bol olduğu dere kenarlarında olurdu. Bazı tarlalarda, pamuk üretiminden önce çeltik üretimi de yapılmış olduğundan, çevremizde sivrisineklerin kümelenerek bulutlar oluşturduğu bataklıklar da vardı.

Bataklıklar, sivrisineklerin yanı sıra sazlıkların da bolca bulunduğu vahalardı.

Sazlıklardan elde edilen uygun kalınlık ve boydaki kamışlar ısı ve ses yalıtımı da sağladıklarından, kulübe tipinde ev ve çadır yapımında uygun malzemelerdi. Öyle söylemişti Elçi. Hem sağlam hem de esneklikleri nedeniyle çadır kurmaya elverişli araçlardı.

Yeterince kamış kesildi. Geçici yaşam çadırları yapılmasına başlandı. Böylece aileler barınma sorunlarını kendilerine ait olan savan, hasır örtü ya da bezden yapılmış çadırlarda çözdüler.

Gece yarısına doğru hem Akıncı Ailesi hem de Kurtuldu Ailesinin geçici çadırları hazırlanmıştı…

Hasırlar üzerine serilen yataklara yatar yatmaz kendimizden geçmiştik. Rüyamda Gavur dağlarında stop eden kamyonu itmeye çalışıyordum büyüklerimle birlikte...


2 Nisan 2022 Cumartesi

ÇUKUROVA'DA MEVSİMLİK İŞÇİLİK

 


Çukurova Bölgesi’nde mevsimlik tarım işçiliği 1950’den beri süregelmekteydi. Hasat dönemlerinde başta Maraş ve Urfa olmak üzere çeşitli Güney-Doğu illerinden bölgeye mevsimlik tarım işçileri temin edilmekteydi.

Bir türlü iskân edilememiş Bulgaristan muhacirleri de katılmak zorunda kalmıştı bu kervana. Sonra yoksul Güney-Doğu marabaları ve yarıcıları gelmeye başlamıştı.

Şimdilerde de Suriyeli sığınmacıların Çukurova ve Ege Bölgesinde mevsimlik tarım işçisi olarak çalıştıklarına tanık oluyoruz.

Türkiye’nin ne kadar geliştiğinin bir göstergesi olan tarımda mevsimlik işçi olayını ayrıntılı yazma gereğini duydum. Yazma gereğini duydum çünkü ‘’Çukurova’da mevsimlik işçi olmak’’ olgusu unutulmazlarım arasında olup, ülkemizin kanayan bir yarasıdır.

1950-1951’li yıllar Türkiye’nin kırsal alanları için en önemli dönüm yıllarıydı. Tarımda makineleşme ile birlikte, daha fazla arazinin tarıma açılması, pamuk ve diğer tarım ürünlerinin hasadı için daha fazla işçiye ihtiyaç duyulmuştu.

Bunun için mevsimlik işçi bulunmalıydı. Bu iş için becerikli ve işini bilen kişiler, yani ”elçiler” kadrosu oluştu. Mevsimlik işçi bulmak, tarım arazisine getirmek ve çalışmalarını organize etmek için oluşan bu elçiler kadrosuna ‘’çavuş’’, ‘’dayıbaşı’’ gibi adlar da verilmekteydi. Çalışacak işçileri bunlar seçerdi.

Mevsimlik tarım işçilerinin çalışma ilişkileri; işçi, elçi ve işverenlerden oluşmaktaydı. Bu üçlü arasındaki çalışma ilişkisi tamamen devlet denetiminden uzak, vergilendirilmemiş, sosyal güvenlik kavramının da geçersiz olduğu üretim alanıydı. İşverenler, işçilere karşı hiçbir sorumluluğu üstlenmek zorunda değildi. Barınmaları için yer göstermek, işçiler için yaptıkları tek şeydi. Bunu yapmaktaki amaçları da işçilerin çalışacağı bahçelere hızlı bir şekilde ulaşmasını sağlamaktı.

Elçilerin işçiler için yerine getirdiği görevler, onların yaşamlarını kolaylaştırıyor gibi görünse de bunların hepsi işçilerin elçilere olan bağımlılığını güçlendirmekteydi. Bir elçiye bağlı olmadan iş bulunamaz, çalıştığı yerde hiçbir sorununu tek başına çözemez hale gelirdi. Bu bağımlılığı yaratmak ve derecesi elçinin yaptığı işin vasıfları arasındaydı. Elçi, işçiden ve işverenden aldığı komisyonlar dışında sayısız gelir elde etme yöntemini kendisi için yaratmıştı.

Elçilik sisteminde elçi, işçilerin evine giderek onlara gidecekleri yeri ve alacakları ücreti anlatıp işi bağlıyordu. İşçileri anlaşma yaptığı bahçe ya da tarlaya götürüyordu. Elçi gidiş ücretini tarla sahibinden, dönüş ücretini işçiden isterdi. Bunun dışında her işçinin yevmiyesi üzerinden yüzde 10 komisyon alırdı.


1 Nisan 2022 Cuma

BULGARİSTAN MUHACİRLERİ ÇUKUROVA YOLLARINDA

 


5 Ağustos 1951 Cumartesi, Hasanköy…

Eşyalarımızı kamyona yüklemiş olan kan ter içindeki babam etrafına bakındıktan sonra; ‘’Geç kalıyoruz, ananız nerede Mehmet?’’ Dedi. ‘’Buralardaydı baba…’’ Dedim ama anam yoktu ortalıkta. Saat de 9 olmuştu.

Alınan karar gereğince Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gitme zamanı gelmişti. Diğer Karagözlüleri Çukurova’ya götürecek olan Elçi’nin kamyonu gelmiş, kamyona binmemizi bekliyordu. Ama anam yoktu ortalıkta.

Nereye gitmiş olabilir di? Aklıma mezarlık geldi ama dün en küçük kardeşimizin mezarını hep birlikte ziyaret etmiş, dualarımızı okumuş ve vedalaşmıştık.

Büyük bir telaşla aramaya başladık. ‘’Anamı gördünüz mü?’’ Diye sorduğumuz köylülerden biri ‘’ananız mezarlıkta’’ Dedi. Anlaşılmıştı… Anam bir ay önce toprağa verdiğimiz kardeşimiz Şaban’ın mezarına gitmişti. Babamla birlikte biz de mezarlığa gittik.

Kardeşimizin mezarı başında ağıtlar yakan anamın gözyaşları sel olmuştu. ‘’Yavruuum… Şabanıııım… Seni buralarda bırakıp, nasıl gideceğiz? Gitsek de nasıl geleceğiz?’’ Diye ağıtlar yakan anamı zorla ayırdık kardeşimizin mezarı başından…

Anamı neredeyse sürükleyerek götürüp, kamyon kasasına oturttuk. Etrafı tekrar gözden geçirdikten sonra, bizi yolcu etmeye gelen birkaç köylü ile vedalaşarak kamyona bindik de sabırsızlanan sürücü harekete geçti.

Alınan Dayıbaşı olarak da bilinen ‘’elçi’’ Elbistan köylerine dağılmış olan Karagözler Köyü muhacirlerini Adana Ceyhan’a ücretsiz götürecekti. Tarlaya ulaşım ücretini işveren karşılıyordu. Elçi de asgari ölçüde zorunlu ihtiyaçlarımızı karşılayacak ve yaptığı harcamaları pamuk tarlalarından kazandığımız ücretlerimizden kesecekti.

Hasanköy ‘den ayrıldıktan yaklaşık iki saat sonra Halil dedemlerle birlikte diğer köydekilerin eşyaları da yüklenmişti. Halil dedemler yedi kişilik ‘’Kurtuldu’’ ailesiydi. Biz Akıncı ailesi dört kişiydik. Sonraki yıllarda Hüseyin, Kerim ve Yusuf dayımların kayınbabaları olacak aile bireyleri ile diğer muhacirleri sayarsak, 25 kişilik bir mevsimlik işçi grubu oluşmuştu.

Yatak-yorgan, kap-kacak ve diğer zorunlu eşyaların da yüklendiği kamyon kasasında, zor da olsa herkes için oturacak yer bulundu.

Aynı zamanda sürücü olan kamyonun sahibi bu kadar kalabalık ve yük olacağını düşünmemişti. Gâvur Dağlarını aşmakta zorlanacağımızı söyleyip, mırın kırın ettiyse de elçinin işaretiyle yola koyulduk…

Yaklaşık 50 kilometrelik Hasanköy-Elbistan yolunda fazla zorlanmadan 2 saatte Elbistan’a ulaşmıştık. Bir süre dinlenen kaptanımız 70 kilometrelik Elbistan-Göksun karayolunda oldukça zorlandı kamyonumuz. Yolda karşımıza çıkan yaklaşık 30 virajın 5 ya da 6 tanesinde tek seferde araba dönemedi. Elçi bazı virajların çok dar olduğunu söylemişti. Saat 13’e doğru Göksun’a ulaşmıştık.

Asıl problem bundan sonra başlayacaktı. Göksun-Maraş arasındaki Nurhak Dağlarının aşılması gerekiyordu ki felaket yollarından ötürü Gavur dağları olarak da anılmaktaydı.



25 Ağustos 1951 Cumartesi, saat 15,30…

Boşuna Gâvur dağları dememişlerdi… 

Günümüzde Amanos Dağları ya da Nur Dağları olarak bilinen bu dağları aşmak için kullanılan yol güzergâhı, özellikle Göksun ile Maraş arasında, gerçekten de tam bir felaket yoludur demişti Elçimiz.

Göksun’dan ayrıldıktan bir süre sonra, bir tarafında uçurum diğer tarafında yükselen dağın yamacından geçiyorduk. Yolun hiçbir yerinde kamyonun uçuruma kaymasını önleyici bariyer yoktu. Üstelik, yaklaşık 4 ay önce maraş-Göksun yolunda bu dağları tırmanırken stop eden kamyonumuz az daha uçuruma yuvarlanacaktı. Hafızama kazınmış olan bu olay nedeniyle, korkmamız gereken bir durumdu…

Yol güzergâhı coğrafi yapı olarak çok kötüydü. Göksun-Maraş arası şimdiye kadar karşılaştığım en zorlu yoldu. 

Göksun’dan uzaklaştıkça, zaten yüksek olan rakım tekrar yükselmeye, yeşillikler de yerini dağlık alanlara, keskin virajlara bırakmıştı.

Bu yüzdendir ki yöre köylüleri, Göksun ile Maraş arasındaki bu sarp dağlara “Şeytan dağları”, bu yola da “Felâket yolu” adını vermişlerdi. İkinci kez geçecektik Felaket yolunu. Bereket kamyon sürücüsü oldukça deneyimliydi. Sorunsuz geçtik.



ELBİSTAN'DAN KURTULUŞUMUZ ÇUKUROVA OLUR MU

 

16 Ağustos 1951 Perşembe, Hasanköy…

Ailemizin üç numarası Şaban’ımızı 20 gün önce toprağa vermiştik. Bu süre içinde Karahasanuşağı Köyü’nden gelmiş olan Halil dedemler birkaç gün kaldıktan sonra, Cemile teyzemle Kerim dayımı bırakarak, köylerine döndüler.

Cemile teyzem ile Kerim dayım anamın acısını olabildiğince azaltmaya çalıştılar. Ne var ki pek fayda etmedi. Anamın acısı bir türlü geçmiyor, ‘’Şaban’ım da Şaban’ım’’ deyip, sürekli gözyaşı döküyordu. Bunda gurbetlik duygusunun da büyük payı vardı.

Sen kalk, atalarının yüzyıllarca yaşamış olduğu karagözler Köyünden ayrıl; dilini, dinini, gelenek ve göreneklerini bilmediğin Alevi Kürt Köylerinden birinde bir hayvan ağılından bozma bir yerde yaşamaya çalış. Bağ yok, bahçe yok, tarla yok, ekim dikim yok, ailemizi geçindirecek gelir yok…

Üstelik köyde cami de yok. Oysa biz dinimizi kurtarmaya gelmiştik!

Babam köy muhtarı ile yaptığı bir söyleşide ‘’geçim derdi’’ üzerinde durmuş. Bağ, bahçe ve tarım arazisinin olmadığı bu köyde nasıl geçindiklerini, nasıl geçineceğimizi sormuş.

Köy muhtarının anlattıklarına göre, eli ayağı tutan köylülerinin büyük bir bölümü, haziran ayından itibaren Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gitmektedirler. Yaklaşık beş ay süren mevsimlik işçilik döneminde kazandıklarıyla kış aylarının giderlerini karşılamaktaymışlar.

Babam köy muhtarının geçim konusunda söylediklerinden sonra ulaştığı sonuç, Bulgaristan Muhacirleri bir yolunu bulup Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gitmeli ve geri dönmemeliydi. Köylerdeki Karagözlülerle bilgi alışverişi yapıldı. Kim Elbistan’a inerse, mevsimlik işçi arayanlar sorulmalı ve konuşulmalıydı.

Nitekim Elbistan’a giden bazı Karagözlüler Çukurova’dan gelen, adına ‘’Elçi’’ denilen bazı kişilerin Çukurova’da çalışacak mevsimlik işçi aradıklarını öğrenmişlerdi. Adana Ceyhan tarafından gelen bir ‘’elçi’’ ile anlaşma yapıldı. Bütün Karagözlülere duyuruldu ve hazırlıklar başladı.

Mevsimlik işçi olarak Çukurova’ya gitmek kurtuluşumuz olabilirdi…





KARDEŞİM ŞABAN HASANKÖY'DE TOPRAĞA VERİLDİ

 


26 Temmuz 1951, Hasanköy…

Yürek burkan acı bir çığlıkla uyandım…

Anam, kucağında iki yaşındaki kardeşim Şaban ile odada dolanıp, deliler gibi dövünüp duruyordu.

-Yaavruum… Şaabanıııım… Doyamadığım Şaaabanıııım… 

Diye feryat ediyordu. Anama neler oluyor? Diyerek kalktım.

-Ne oldu ana, neden dövünüp duruyorsun?

-Kardeşinizi, Şaban’ımı kaybettik oğul…Ben dövünmeyeyim de kim dövünsün.

-Dur bakalım ana…Yanlış görmeyesin.

Derken, dışarıda odun kırmakta olan babam da anamın ağıtlarını duymuş, ne oluyor? Diye odaya girmişti. Dövünmekte olan anamın kucağından Şaban’ı aldı.

Kucağında kolları ve bacakları sarkmış olan kardeşimizi yere yatırdı. Cebinden çıkardığı küçük bir aynayı ağzına yaklaştırarak nefesini yokladı.

-Nefes almıyor Mehmet…Kaybetmişiz oğlumuzu.

Dedi. Gerçekten de kaybetmiştik kardeşimi…

Bulgaristan göçü sonrasının sefaletine, iki ay anasız babasız kalmasına, yetersiz beslenmesine ve bakımsızlığa dayanamamıştı.

Babam dini bütün, tevekkül sahibi biriydi.

-Allah’ım böyle uygun görmüş, oğlumuzun daha fazla hırpalanmasını istememiş olmalı ki Cennetine aldı.

Dedi. Yapacak Bir şey yoktu. Defin işlemleri ve ölüm belgesi düzenlenmesi için Köy muhtarına haber verilmesi gerekiyordu.

Babam bana dönerek,

-Mehmet, ben Muhtarı bulmaya gidiyorum. Ananıza dikkat edin, kendine bizi üzecek bir şey yapmasın.

Deyip gitti. Bir taraftan göz yaşı dökerken bir taraftan da ağıtlar yakmakta olan anamı kardeşim Şaban’dan uzak tutmaya çalıştım.

Ayrıca Karahasanuşağı Köyündeki dedemlere, Kurtuldu Ailesine haber gönderildi. Akşamüzeri başta dedem ve nenem olmak üzere Hüseyin, Kerim, Yusuf ve Mustafa dayımla Cemile teyzem (tetem) Hasanköy’e gelmişlerdi.

Yaklaşık yarım saat sonra Muhtar ve köy bekçisiyle birlikte geldi babam.

*****

Ölüm belgesi düzenleme yetkilisi bulunmayan ya da yetkiliye makul sürede ulaşılamadığı yerlerde bu belge köy muhtarları tarafından verilirdi.

Muhtar ölüm belgesini düzenledikten sonra, köyde imam olmadığından, dedelik mertebesinde olan birine haber uçuruldu.

Cenaze merasimleri, her kültürün ayrılmaz bir parçasıydı. Asırlar boyunca tarihin belli dönemlerinde kabul edilmiş dini inançlarının etkisiyle, her halkın cenaze merasimleri benzer olmakla birlikte bazı ayrılıklar da taşımaktaydı.

Farklı kültür inançlarının izlerini taşırdı. İnsan hayatının önemli geçişlerden biri olan ölüm etrafında birçok tören, inanç, gelenek ve görenek oluşmuştu.

Köy Muhtarının anlattığına göre, Alevi geleneğinde ölüm olayı ‘’Hakka yürümek’’ olarak tanımlanmaktaydı. Hakk’a yürüyen canın, bir örtü ile kefenlendikten sonra cenaze namazı kılınırdı.

Cenaze namazı, bir anlamda, hazırlık aşamasından gömme aşamasına geçişi sağlayan bir halkaydı.

Cenaze namazını, Sünni topluluklarda cami imamları kıldırırlardı. Alevi köylerinde ise bu vecibe Alevi dedelerince yerine getirilmekteydi.

Zira bu gibi yörelerde bütün dinî vecibeler, geleneksel olarak dedelerin öncülüğünde yapılırdı. Çünkü manevi imamlığın ancak bu soya ait olduğu kabul edilirdi.

Bu yüzden okumuş cami hocası, imam olarak kabul edilmez ve zorunlu olmadıkça da Sünni hocalara müracaat edilmezdi.

Cenaze namazında rükû ve secde bulunmadığı ve ayakta kılındığı için bu namaza “secdesiz namaz” denmekteydi.

*****

Ahmet Akıncı Ailesinin üç numaralı evladı, kardeşim Şaban için, yörenin geleneklerine uygun cenaze namazı kılındıktan sonra, gösterilen mezar yerinde usulüne uygun defin işlemi yapılıp, dualar edildi.

Hasanköylüler tarafından başsağlığı dilenip, acımız paylaşıldıktan sonra, eve döndüğümüzde, ailemizde tarifi imkânsız bir acı kendini var gücüyle göstermişti.

Sen kalk, Bulgaristan’ın Karagözler köyünden inançlarımızı kurtaracağız, daha özgür olacağız diye gönüllü ve serbest göçmen olarak Türkiye’ye gel, Maraş Elbistan köylerinden birinde ciğer pareni toprağa ver…

Hani, ”ateş düştüğü yeri yakar derler ya.”

Şaban’ın ölümü de Akıncı ve Kurtuldu Ailelerini yakmıştı.

Ertesi gün Cemile teyzemle Kerim Dayım dışındaki Kurtuldu Ailesi köylerine döndü. Anam bir hafta kendine gelemedi. Hemen her gün ağladı, mezarına gitti ciğer paresinin. Hastalığının tekrar seyredeceğinden korktuk.

Hasanköy ’deki Sosyo-ekonomik uyumsuzluğun ve işsizliğin üzerine Şaban’ın öbür dünyaya göçü tuz biber ekti acılarımızın üzerine. 

Muhacirliğimizin ilk üç ayında ilk insan kaybımızı verdik.

Çukurova’daki pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak çalışırken gerisi de gelecekti…




BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...