17 Haziran 2022 Cuma

DÜZİÇİ YEŞİLOVA'YA BAHAR GELDİ

 

4 Mayıs 1952 Pazar, Yeşilova…

Yeşilova’da günler, haftalar, aylar geçti ve 1952 yılının bahar aylarına girildi.

Sarı renkte çiçeklerle bezeli Düziçi ovalarında otlanan büyükbaş hayvan sürüleri ile beslenebilmek için yiyecek arayışına giren leylek sürüleri, renkli görüntüler sergiliyordu.

Büyükbaş hayvan sürüleri ile leylekler, içme suyu ihtiyacını da yaylanın ortasından geçen akarsulardan karşılıyordu.

8 yaşına girmiştim...

Ilıman bir iklime sahip olan Çukurova’nın bir parçası olan Yeşilova’da da ekim-dikim zamanıydı.

Eli ayağı tutanlarla beraber ben de köydeki tarlaların ekim-dikime hazırlık çalışmalarına katılıp çapa yaptım, fidelerin dikiminde çalıştım.

Günler günleri kovalıyordu. Yakında yaz aylarına girecekti. Yeşilova ve bizi kışın konuk eden Yeşilovalılar bize yeterince konukseverlik göstermişlerdi. Karagözlülere iş verme kapasiteleri yoktu.

Çukurova’da yine Mevsimlik İşçi olarak mı çalışacaktık? Sorusuyla birlikte aklıma Akçasaz Bataklıkları ve bir türlü kendimizi kurtaramadığımız bulut gibi sivrisinekler, Halil Dedemin ölümü, çapaklanan gözlerim, gündüzü geceye çeviren boranlar geliyordu.

Yeşilovalılara teşekkür ve minnet borçluyduk.

Tarlada, bahçede ve hayvanların bakım ve yayılmasında yardım ediyorduk. Yardımlarımız karşılıksız kalmıyordu. Et, süt, yoğurt ve peynir veriyorlardı bizlere. Böylece, 1951 yılını 1952 yılına bağlayan kış ve bahar aylarını sorunsuzca Yeşilova’da geçirmiştik.

Yeşilova Köyünü ve sakinlerini sevmiştik. Bulgaristan’daki köyümüz Karagözleri andırıyordu. Eğimli olan Düziçi Ovasıyla Amanos Dağlarının bir bölümüne yaslanmıştı. Karagözlerdeki Sakar Balkana benzetmiştim hep. Bu güzelim köyde bizleri geçindirip, biraz da kış ayları için para biriktirebileceğimiz iş yoktu. Babamla Ömer Dayı yine Ceyhan’a gitmişlerdi yerleşim durumumuzu öğrenmek için.

1951 yıllarında Yeşilova Köyünün bağlı bulunduğu Haruniye ki sonraki adı Düziçi olmuştu, ulaşım olarak şanslı bir bölgede yer almaktaydı.

Düziçi Köy Enstitüsü’nün burada kurulma nedenlerinden biri ulaşım kolaylığı olurken diğeri verim oranı çok yüksek olan alüvyonlu topraklardı. Önemli bir kavşak noktasında bulunan Haruniye Adana-Gaziantep karayoluna 10-15 km uzaklıktaydı. Hemen yanı başından da tren yolu geçmekteydi.

Yanı başımızdaki Düziçi Köy Enstitüsü rüyalarımı süslemeye başlamıştı. Acaba ben de bu okullardan birinde okuyabilir miydim?

Ancak, öncelikle önümüzdeki yaz nerede, nasıl iş bulup başımızı sokacak bir edinmeliydik.

Başımızın çaresine bakmalıydık ama nasıl?

16 Haziran 2022 Perşembe

YEŞİLOVA'DA KIZ KAÇIRMA VAKASI


24 Mart 1952 Cumartesi, Düziçi Yeşilova…

Düdük sesleriyle uyanmıştık derin uykumuzdan. Tanyeri ağarmamıştı daha…

Ne oluyor demeye kalmadan, ellerindeki bir gaz feneri ile, Köy Muhtarı ile birlikte köy bekçisi ve öfkeli birkaç kişi daha dayanmıştı kapımıza. Babamı ve Kerim dayımı sormuşlardı…

Sahi babam yoktu evde… Anam gelenlere ‘’Ahmet yok evde, Kerim’den de haberim yok.’’ Dedikten sonra, korkulu gözlerle gelenlere bakan bana ve kardeşime ‘’Gidin yatın, korkacak bir şey yok.’’ Demişti. Bu arada Ömer dayı da gelmiş, Köy Muhtarı ve beraberindekilerle konuşup, göndermişti onları.

Olağanüstü sayılabilecek gece yarısı olayının nedeni öğleden sonra anlaşılmıştı. Kerim dayım, daha sonraki yıllarda, kendisine 50 yıl hayat arkadaşlığı yapacak olan Ayşe yengeyi istemiş ancak Karagöz ailesi vermemişti.

Kerim dayım babamdan yardım istemişti. İstemişti çünkü Halil dedemi pamuk tarlalarında kaybedince dayılarım babamı babaları olarak bilmişlerdi. Babam da kayınbiraderlerini severdi.

Karagöz ailesi vermemekte direnince, Karagöz ailesinin kızını kaçırmaya karar vermişlerdi.  Günler öncesinden yapılan plan gereği, Kerim dayım babamı da yanına alarak, gece yarısını geçe, Ayşe Karagöz’ü babasının yaşadığı evden zorla kaçırmıştı.

Karagöz ailesi büyükleri Köy Muhtarına durumu bildirerek şikâyetçi olmuşlar, onlar da bizim eve gelmişlerdi. Ortalık biraz sakinleştikten sonra, Ömer dayı ile bazı göçmenlerin de araya girmesiyle, Kurtuldu ve Karagöz aileleri anlaşmış, mahkemelik olmadan sorun çözülmüştü.

Tek düze olan Yeşilova’daki hayatımız kız kaçırma olayı ile renklenmişti.

Hem yeni evlilere hem de bizlere, hayvan ahırlarından bozma da olsa, Ömer Dayı ve köylülerce tahsis edilen tek gözlü evler, pamuk tarlalarındaki naylon çadırlarımızdan sonra, saray gibi gelmişti. Yeni evlilere de tek gözlü bir hayvan barınağı ev olarak düzenlenmişti.

15 Haziran 2022 Çarşamba

DÜZİÇİ YEŞİLOVA'DA SOSYAL YAŞAM

 


5 Şubat Pazartesi 1952, Yeşilova…

İki ay önce geldiğimiz Yeşilova Köycü’nün idari yapısı muhtarlık olup üç ayrı sosyal gruptan, bir başka deyişle, mahalleden oluşmaktaydı.

Yeşilova muhtarlığının Merkez Mahallesi 1937 yılında Balkan Muhacirleri tarafından kurulmuştu.

Bunlardan merkez mahalle konumundaki Yeşilova biriminde yaşayanlar çoğunlukla Balkan Türkü kökenli muhacirlerdi.

Köyde kışı geçirmemizi sağlayan uzaktan akrabamız Ömer Dayı bunlardan biri olmalıydı.

Muhtarlığın Üçdut Mahallesinde Yerli Halk, diğer mahallerde ise hayvan yetiştiriciliği ile uğraşan Yörük’ler ve Türkmenler yaşamaktaydı.

Her mahallenin kendine has yemekleri vardı.

Tarhana, içli köfte, yüzük çorbası, sıkma, börek, yufka ekmek, muhacir somunu meşhurdu. Ayrıca muhacir pidesi, tavuk dolması, kaburga dolması, yaprak sarması, fırında kaymaklı dolma ve karakuş tatlısını da unutmamak gerekiyordu.

Anam, içinde soyulmuş domatesle tatlı biber bulunan tepsi böreği yapardı. Patlıcanları ince dilimler halinde kesip biftek niyetine pişirdiğini de anımsıyorum.

Yeşilova muhtarlığında üç farklı sosyal grup yaşamasına rağmen, köy halkı ve aileler arasında huzursuzluğa neden olacak herhangi bir önemli olay yaşanmamıştı. Üstelik İmece ruhu da yaşamaktaydı. Ürünlerin hasat zamanı yalnız olanlara yardım ederlerdi.

Cennetten bir vahayı andıran ova; eski adıyla Haruniye, şimdiki adıyla Düziçi ovası, Osmaniye ovasının kuzeyinde yüksekçe bir yerde, Toroslar ile Amanosların kesişim kuşağı arasında, Amanos dağlarına doğru biraz eğimli düz bir ovaydı.

Denizden yüksekliği 250 metre ile 400 metre arasında değişmekte olan bu ovanın kuzeyinde bulunan dağlardan bazıları da Bulgaristan’daki Karagözler Köyüne tepeden bakan Sakar Balkan’a benziyordu. Sevgilisine kavuşmuş insanlar gibi hissetmiştik kendimizi Yeşilova Köyünde.

Oldukça büyük arazilere sahip olan Ömer Dayının traktörü vardı.

O yıllarda traktöre sahip olmak zenginliğin göstergelerinden biriydi.

Babamın kısa sürede traktör kullanmasını öğrenmiş ve Ömer Dayının tarlalarını sürmeye başlamış ve oldukça başarılı da olmuştu. Böylelikle teşekkür ediyordu bizi köyünde konuk ettiği için.

Bizler, yani çocuklar da hayvanlarıyla ilgilenir, ahırlarına giriş ve çıkışlarında yardımcı olurduk. Özellikle koyunlar ve kuzularıyla ilgilenmek çok hoşumuza giderdi.

1951 yıllarında Yeşilova Köyünün bağlı bulunduğu Haruniye ki sonraki adı Düziçi olmuştu, ulaşım olarak şanslı bir bölgede yer almaktaydı.

Düziçi Köy Enstitüsü’nün burada kurulma nedenlerinden biri ulaşım kolaylığı olurken diğeri verim oranı çok yüksek olan alüvyonlu topraklardı.

Düziçi’nin 30 km güney-batısında Osmaniye ve 125 km güney-batısında Adana ile kuzey-doğusunda da Maraş ili bulunmaktaydı.

Önemli bir kavşak noktasında bulunan Haruniye Adana-Gaziantep karayoluna 10-15 km uzaklıktaydı.

Hemen yanı başından da tren yolu geçmekteydi. Karayolunun yanı sıra tren yolunu da kullanabilmesi sağlık, eğitim ve sosyal etkileşim açısından avantaj sağlamaktaydı.




YEŞİLOVA'DA BULGARİSTAN MUHACİRLERİ


30 Aralık 1951 Pazar, Yeşilova  Haruniye…

Üç hafta önce, kış aylarını geçirmek için geldiğimiz Düziçi Yeşilova Muhtarlığının Merkez Mahallesi 1937 yılında Balkan Muhacirleri tarafından kurulmuştu. 

Yeşilova’ya yerleşmiş ailelerden biri de oldukça uzaktan akraba olduğumuzu öğrendiğimiz Ömer (Arıcı) dayı idi. Babam öyle söylemişti.

Birinci Dünya Savaşı’nı da kapsayan 1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık savaş döneminde Anadolu nitelikli ve üretici insan kaybı yaşamıştı. Eksik ve sağlık sorunları olan bir Türkiye devralan genç Türkiye Cumhuriyetinin insan gücüne ihtiyacı vardı.

Balkanlardaki asimilasyon politikalarıyla bu ihtiyaç birleşince, 1923-1938 yılları arasındaki dönemde sadece Bulgaristan’dan Türkiye’ye 200 000 civarında göçmen gelmişti. 

1923-1933 yılları arasında serbest göçmen statüsünde gelenler istedikleri yerlere yerleşmişlerdi. Devlet yardımı istememişlerdi.

1933-1937 yılları arasında gelenler ise iskanlı göçmenler olup, devletin uygun gördüğü yerlere yerleştirilmişlerdi.

Ne var ki iskanlı olanların çok büyük bir bölümü, bizlerde olduğu gibi, iskan edildikleri yerleri terk ederek çiftçilik yapabilecekleri verimli toprakların bulunduğu yerlere yerleşmek istemişler ve yerleşmişlerdi.

Düziçi Orta doğudan başka Balkanlardan da göç almıştı. İlk kafile Bulgaristan’ ın Kırcaali bölgesinden kaçarak, yirmi Hane olarak,  1938 yılında gelmişti.

İkinci grup göçmenler 25 hane olarak 1951 yılında yine Bulgaristan’ın Rusçuk şehrinin Kütüklü köyünden gelmişti.      

Bulgaristan Muhacirleri çiftçilikte öncülük ederken; göçer, yarı göçer ve yaylacı olarak nitelendirilen Türkmenler, çiftçiliğin yanı sıra hayvancılığa bağlı eski yaşama biçimleriyle ekonomiye katkıda bulunuyorlardı. 

1940’lı ve 1950’li yıllarda  ova köylülerinin birçoğu çiftçilikten ziyade hayvancılıkla uğraşıyorlardı.

Düziçi Köy Enstitüsü kurulduktan sonra, çiftçilik ve hayvancılığa bilimsel yöntemlerle yaklaşan bir tutumla köylüleri de eğitmeye başlamıştı.

Ömer Dayının anlattıklarına göre; zirai üretimi ile bölge kalkınmasına önemli katkılar sağlarken, Düziçi ve çevresine de sosyal etkinlikleriyle öncü rol oynamıştı.

Enstitünün tüm sanatsal etkinlikleri, özellikle tiyatro, çevre halkına açıktı. Enstitü Müdürü Lütfü Dağlar halkın etkinliklere katılmasına önem vermiş, halkın sanatsal gelişimine katkı sağlamıştı. Bu etkinliklerden bir tanesi “Kartal” adlı piyesti. 

Milli Mücadeleden kesitler, Mustafa Kemal etrafında şekillenen olaylar, kahramanlıklar ve zaferler canlandırılmıştı. Ülkemizin kurucusu ve arkadaşları canlı tutulmuştu.

Tiyatro dışında müzik, çok önem verilen ve etkinlik gösterilen alandı.

Halk türküleri ilk kez köy enstitü programlarında yer almış, Ulusal marşlar çalınıp, toplu yürüyüşlerde büyük bir coşkuyla söylenmişti.

Enstitüde ayrıca geniş yelpazede bayram kutlamalarına yer verilmiş, bölge halkıyla, köylüsüyle birlik ve beraberliği pekiştirmek ortak bir ülkü etrafında birleşmek amaçlanmıştı.

Düziçi’nin tarihi hakkında çeşitli görüşler bulunmaktaydı. Bu görüşlerin en önemlisi, Hititlere dayanmaktaydı.

Haruniye, şimdiki ismi ile Düziçi ilçesi, Büyük Abbasi Halifesi Harun Reşit’in uç beyi olan Faraç Bey tarafından 699 yılında kurulmuştu.

Faraç Bey bugünkü Kurtbeyoğlu mahallesinde bir kale inşa ettirerek burayı yerleşim merkezi olarak seçmişti. Kaleye “Harun-ür Reşit Kalesi” ismi verilmiş ve yörenin adı da Haruniye olmuştu.

Haruniye idari bakımdan Maraş Sancağı’ na bağlı Bahçe ilçesinin nahiyesi konumunda iken 1878 yılında Adana iline bağlanmıştı.

Osmaniye ili Düziçi ilçesi tarih boyunca birçok Türk boyuna ev sahipliği yapmıştı. Bu özelliğinden dolayı yöre kültürü, Türk kültür yapısı içerisinde önemli bir yere sahipti.

Düziçi ilçesi daha çok kalabalık ailelerin yaşadığı bir sosyal yapıya sahipti. İlçede örf ve adetlere oldukça bağlı ve saygılı bir tutum hâkimdi.

Akrabalık ilişkileri sıkı bir bağ ile devam ettirilmekteydi Düziçi ilçesinde yaşayanların sosyal yaşamlarında akrabalık ilişkilerini ön plandaydı.

Düğünlerde dostluk, yardımlaşma ve akrabalığın en güzelini, eğlencelerde folklorun en görkemlisini; afete uğrayana ve fakire ortaklaşa yardımın en iyisi yapılmaktaydı. Düğünlerde sağdıçlık, kapı parası, kına ve kına çerezi, yol kesme, bey parası gibi gelenekler sürdürülmekteydi.

İlçenin yeryüzü şekilleri kabaca iki kısma ayrılmaktadır. Birinci kısımda Düldül dağı ve eteklerinin oluşturduğu engebeli arazi, ikinci kısımda ise 10.500 hektarlık Düziçi Ovası bulunur ki, yerleşim alanı daha çok bu kısımda bulunur.

Tipik Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü Düziçi ilçesinde bitki örtüsünde bu doğrultuda daha çok makilerden oluşmuştur. 600- 700 metre yükseklikten sonra çam çeşitlerinin oluşturduğu ormanlıklar bulunur. İlçenin akarsuları Ceyhan Nehri ve sulama amacıyla da yararlanılan Sabun Çayı’dır. 

14 Haziran 2022 Salı

DÜZİÇİ YEŞİLOVA KÖYÜ

 


15 Aralık 1951 Cumartesi, Yeşilova Düziçi…

Pamuk hasadının yanı sıra yer fıstığı hasadının da sona ermesiyle birlikte, işsiz ve yurtsuz kalmıştık.

Babamın yaptığı bir araştırma sonrasında, 1937 yılında gelen Balkan Muhacirleri arasında, doğduğum köy Karagözler’ den de gelenler olmuş Düziçi bölgesine.

Bunlardan biri de rahmetli Durgud Dedemle kan bağı olan Ömer Dayı idi.

Bizleri Yeşilova’da ağırlayabileceklerini söylemesi üzerine kısa sürede toparlanmış, Ömer dayının traktörüne bağlı bir römorkörle Yeşilova’ya taşınmıştık. 

Köyde hatırı sayılır bir konumda olan Ömer dayının bizleri uzaktan akraba olarak tanıtmasıyla, diğer köylüler de bizlere kucak açmışlardı.

Başta Ömer Dayı olmak üzere, diğer köylüler tarafından da hayvan ahırlarından bazıları boşaltılarak bizlere tahsis edilmişti.

Oldukça becerikli olan, başta babam olmak üzere, aile reislerinin kısa zamanda düzenledikleri hayvan ahırlarından bozma evlerimiz bizlere saray gibi geldi. Geldi çünkü, aylardır ilk kez kapalı yerlerde yatıp uyuyacaktık.

Zamanla köyün içinde bulunduğu ovayı gezip, gördükten sonra köye neden Yeşilova dendiğini de anlamıştım. 

Üstelik Yeşilova biraz da Bulgaristan’daki köyümüzü andırıyordu. 

Yeşilova köylüleri eski gelenek ve göreneklerine bağlıydılar, manevi yönleri de kuvvetliydi. Sosyal yaşamları bize uygundu, köye çabuk uyum sağladık.

Çocukluk anılarımın unutulmazları arasında yer alan Osmaniye, yeryüzü yüzey şekillerinden birçoğunu bünyesinde toplamış ender yerlerden biriydi.

Arazinin eğimi, güneyden itibaren, kuzeye ve doğuya doğru gittikçe yükseliyordu.

Batı kesimlerinde Adana ovasının düzlükleri yer alıyordu. Kuzeyinde zorlukla geçtiğimiz Amanos dağları (Gâvur dağları), kuzeybatı yönünde Toros dağları, doğusunda Dumanlı, Düldül ve Tırtıl dağları bulunuyordu. 

Ovalık arazileri en çok Merkez, Toprakkale, Kadirli ve Düziçi ilçelerinde bulunmaktaydı. Sevdiğimiz bir yer olmuştu Yeşilova Köyü ve sakinleri…

Meraklı ve öğrenme açlığı olan bir çocuk olduğumun farkına varan Ömer Dayı da çevre ile ilgili bilgiler veriyordu fırsat buldukça.

Kendisine, pamuk tarlalarında bizimle birlikte mevsimlik işçi olarak çalışan üniversite öğrencisi Muzaffer Abi’den söz etmiş, onun gibi okullu olmak ve üniversiteye gitme hayali kurduğumu söyledim.

Ömer Dayı hayallerime bayıldı, teşvik etti.

Amanos Dağlarının batı yamaçlarında yer alan köyle birlikte, köyün içinde yer aldığı Düziçi ovasında her yer yemyeşildi.

Kuzeyinde Ceyhan Nehri, doğusunda Amanos Dağları ile Bahçe ilçesi, kuzeybatısında Kadirli, kuzeydoğusunda Maraş ilinin Andırın ilçesi, güneyinde Osmaniye ile çevriliydi.

Amanosların en yüksek tepesini oluşturan Düldül Dağı, Düziçi’nin kuzeyinde yer alan Ceyhan Nehri’nden itibaren, 180’m den başlayan ve 2246’m ye kadar ulaşan kısa mesafede büyük değişimler gösteriyordu.

Düldül Dağının doğal ve beşeri özelliklerinden dolayı büyüklü küçüklü birçok mağara bulunmaktaydı. Deve Mağarası Kanyonu görülmeye değerdi.

Yükselti farkına bağlı olarak ortaya çıkan bitki çeşitliliği, temiz havası ve eşsiz manzarası Karagözler’ deki Sakar Balkan’ı andırmıştı bana. Bundan ötürü biraz daha fazla sevmiştim Yeşilova Köyü’nü.

Amanos Dağlarında, 1200 m yükseklikte, Dumanlı Yaylası yer almaktaydı. Düziçi  merkezine 10 km uzaklıkta bulunan Dumanlı Yaylası, yaz mevsiminde yaylacılar ile sonbahar ve kış mevsimlerinde doğaseverler ve amatör fotoğrafçılar tarafından ziyaret edilerek, temiz havasının eşsiz doğasının tadını çıkardıkları güzel bir yayla olarak biliniyordu.

Çoğunluğunu gürgen ağaçlarının oluşturduğu yeşilin her tonunun bulunduğu Dumanlı Yaylasında, sonbahar mevsiminin gelmesiyle, ağaçların yaprakları önce kızıl tonlara sonrada sarı tonlara bürünerek görsel şölen oluşturmaktaydı.

Her yıl Kasım ayında ziyaretçilerini ağırlayan yaylada yürüyüş parkurları ile doğaseverler ve fotoğrafçılar harika manzaranın görselliğini ve kamp yapmanın huzurunu yaşamaktaydılar. 

Öyle söylemişti Ömer Dayı…


ÇUKUROVA'DA İŞSİZ VE YURTSUZ KALDIK


 

7 Aralık 1951 Cuma, Osmaniye…

Osmaniye’de fıstık hasadı dönemi de sona ermişti…

İşsiz kaldığımız gibi konaklayacak yerimiz de yoktu.

Yedi yaşında bir çocuk olarak, ”Ne yapacağız, nerede kalacağız ve nasıl geçineceğiz?” Sorularına yanıt bulamayınca babama sormaya karar verdim. Her zaman bir çare bulurdu.

Ne var ki, bütün gün ortalıkta görünmediği gibi akşam karanlığı çöktüğü halde babam ortalıkta yoktu.

Pek alışık olmadığımız bir durumdu bu…

Konaklama yerindeki çadırımızın önünde akşam yemeği için bir şeyler hazırlamaya çalışan anama,

-Bütün gün ortalıkta görünmedi, Babam nerede ana?

-Babanız kışı geçireceğimiz bir yer bulmaya gitti oğul. Bugün gelemeyebilir. Mustafa’yı da bul da Allah ne verdiyse yiyelim akşam yemeğini.

-Babam nereden, nasıl bir yer bulacak ana?

-Toprakkale ve Haruniye köylerinden bazılarında Bulgaristan göçmenleri varmış. Babanız tarla sahibinden ve elçilerden duymuş. Belki Karagözler köyünden gelmiş olanlar da olabilir. Diyerek gitti babanız.

Dedikten sonra kardeşimle bana,

-Eşyalarınızı düzenli bir şekilde, bir fıstık torbasında toplayın. Belki hayırlı bir haberle gelir babanız. Yeni bir konaklama yerine gidecekmişiz gibi hazır olalım.

Anamla yaptığım konuşmalardan sonra kafamdaki soruların bir kısmı çözülmüştü. Belki de kışı Çukurova köylerinden birinde geçirebilirdik. Yılın 300 günü güneşli olan Çukurova’da çadır kurabileceğimiz ya da başımızı sokacağımız bir konaklama yeri bulabilirsek kış ayları sorunsuz atlatılırdı.

Anamın söylediklerini yerine getirdikten sonra dayılarımın da ortalıkta olmadıklarının farkına vardım. Onlar da kışı geçirmemizi sağlayacak bir yer arayışına girmişlerdi. Farklı yerlere dağılmışlardı.

Her an, henüz bizce bilinmeyen bir yere göç edebilirdik.

8 Aralık 1951 Cumartesi, Osmaniye…

Bugün öğleden sonra gülümseyen bir yüzle döndü babam. Anneannemle Mustafa Dayım da gelmişti babamı dinlemeye.

-Kışı, Osmaniye’nin yaklaşık 30 km kuzeydoğusunda olan Yeşilova Köyünde geçireceğiz.

Dedi ve anlatmaya başladı. Biz de büyük bir merak ve heyecan içinde dinlemeye başladık.

*****

Birinci Dünya Savaşı’nı da kapsayan 1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık savaş döneminde Anadolu nitelikli ve üretici insan kaybı yaşamıştı.

Üstüne üstlük sağlık sorunları da olan bir Türkiye devralan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikli, çalışkan ve tarımdan anlayan insan gücüne ihtiyacı vardı.

Balkanlardaki asimilasyon politikalarıyla bu ihtiyaç birleşince, 1923-1938 yılları arasındaki dönemde, sadece Bulgaristan’dan Türkiye’ye 200 000 civarında göçmen gelmişti.

1933-1937 yılları arasında gelen iskânlı göçmenlerin bir bölümü Yeşilova Köyüne yerleştirilmişti. Yerleştirilenlerden biri de, çok uzaktan da olsa, ben daha doğmadan vefat etmiş olan Durgud dedemin soyundan, Ömer Dayı da onlardan biriydi.

Ömer Dayı Düziçi Yeşilova Köyü’nde varlıklı sayılabilecek bir konumdaymış. Karagözlülerin Yeşilova’da konaklayabileceklerini, bunun için de elinden gelen her türlü yardımı yapabileceği sözünü vermişti.

Boşuna dememişler ”gün ola harman ola…” Diye

Yeni bir başlangıç yapılacağı inancıyla moralimiz düzelmişti…

13 Haziran 2022 Pazartesi

YERFISTIĞI AMBARI OSMANİYE

 


20 Ekim 1951 Cumartesi, Osmaniye…

Yaklaşık üç haftadır Adana’nın kazası Osmaniye’deyiz…

Osmaniye’deyiz dediğime bakmayın. Şehrin dışında, Düziçi tarafında içi yerfıstığı dolu yüzlerce çuval bulunan bir hangarın yanına yerleştirildik Elçi, affola, Çavuş tarafından.

Türkiye’de yer fıstığı üretiminin yaklaşık yüzde 80’i Osmaniye’de, geri kalan % 20’si de Toprakkale, Kadirli ve Düziçi tarım alanlarında üretiliyordu.

Eylül ayının ikinci haftasında, topraktan hasadı başlatılan yer fıstığının kökleriyle birlikte çıkarılması, kazık köklü bu bitkinin meyveleri olan ham yerfıstığının dallarından alınması ve çuvallara doldurularak hangarlarda toplanması bir buçuk iki ay gibi bir zaman sürecinde gerçekleşiyordu.

Bizler bu sürenin sonunda, temizlenmiş ve kurutulmuş yer fıstıklarını kabuklarından ayırmak için görevlendirilmiştik.

Kabuklarından ayrılan yer fıstıklarının ağırlıklarına göre ücret ödenirdi.

Kabuklu yer fıstıklarını ayırmak için sabahın erken saatlerinde işe başlardık. Parmaklarımızla yerfıstığının kabukları kırılır ve çerezlik kısmı ayrılırdı.

Taşlarla da kırmak mümkün dü ama, içindeki çereze zarar verirdi. Kasları yeterince gelişmiş olan büyükler açısından sorun yoktu. Ne var ki parmak kasları yeterince gelişmemiş olan çocuklar, yani benim gibiler, parmakları yerine dişlerini kullanarak ayıklama işlemini gerçekleştiriyorlardı.

Yer fıstığının içerisinde A vitamini, E vitamini, C vitamini, B12 vitamini, Kalsiyum, Magnezyum, Demir, Bakır gibi birçok bileşen bulunmaktadır. Bu nedenle tüketilmesi halinde bedenimiz gerekli olan enerji ve vitaminlerin bir çoğunu kazanır. Demişti bir sohbet esnasında bizi denetleyen mal sahibinin temsilcisi.

Yer fıstığının bu özelliklerini öğrendikten sonra, aşırıya kaçmamak üzere, kabuklarından ayırdığımız üründen bizler de sebeplenmeye başlamıştık.

Yer fıstığının içini kabuğundan ayırma yöntemimiz ne olursa olsun, durumumuzdan mutluyduk.

Hem para kazanıyor hem de sebepleniyorduk…

OSMANİYE YERFISTIĞI TARLALARI

 


2 Ekim 1951 Salı, Osmaniye…

Pazar günü pamuk hasadının sona ermesiyle birlikte işsiz, yurtsuz kaldık derken, pamuk hasadındaki Elçimiz Osmaniye’deki yer fıstığı hasadında iş bulduğunu müjdeledi ve helallik isteyerek ayrıldı.

Elçi ayrıldıktan yaklaşık yarım saat sonra, Osmaniye’de yer fıstığı üreticisi ile bizim aramızda işbirliğini sağlayan ve hane halklarının üretimlerini kayıt altına alacak olan Çavuş, kasası oldukça büyük bir kamyonla bizleri aldı.

Halil Dedemi toprağa vermiş olduğumuzdan, Elbistan Köylerinden 25 kişi olarak çıkan Karagözlüler Osmaniye’ye 24 kişi olarak gidiyorlardı.

Kamyonumuz harekete geçtikten yaklaşık bir saat sonra, sarı çiçekleriyle yol kenarındaki tarlaların bazılarında kendini gösteren bitkinin yer fıstığı olduğunu, daha doğrusu yer fıstığının toprak üzerindeki kısmı olduğunu anlamıştım.

Pamuk hasadının sona ermesinden bir gün önce, kantarda görevli mevsimlik işçi üniversite öğrencisi Faruk Abi bana, buradan sonra belki Osmaniye yerfıstığı tarlalarında iş bulabiliriz diye, Güney Amerika kökenli sarı çiçekli bu bitki hakkında biraz bilgi vermişti.

Güney Amerika kökenli olan bu sarı çiçekli bitki, baklagiller familyasından tek yıllık, yazlık, çok değerli bir yağ kaynağıydı aynı zamanda. Bezelye, bakla ve fasulye ile akraba olan yerfıstığı bunlardan meyvelerini toprak içinde meydana getirmesiyle ayrılıyordu.

Kökeni Amerika olan sarı çiçekli bu bitki,  Amerika’nın keşfinden sonra Portekizliler tarafından 16. yüzyılda gemilerle önce Avrupa’ya getirilmiş, buradan Afrika ve Asya kıtalarına yayılmış, daha sonra da Pasifik adalarına götürülmüştü.

Osmaniye yer fıstığı kabuklu, kabuksuz, tuzlu, tuzsuz, çeşnili ve baharatlı olarak bir çok farklı çeşidi bulunmaktaydı. Severek tüketilen Osmaniye yer fıstığı çok lezzetli, çok sağlıklı ve çok ekonomik bir çerez olarak sıkça tercih edilmekteydi.

Böylece, yeni bir iş koluyla tanıştırıldık. Yer fıstığı hasadı ve kabuklarından ayrılması…

Yer fıstığı hasadı ve işlenmesi için de mevsimlik işçiler çalışmakta ve yine elçiler devreye girmekteydi.

Elçilik sisteminin iyi tarafı işçilere konaklayabilecekleri yer göstermeleriydi. İşlenme kolaylığı ve verimlilik açısından tarlalara yakın kapalı binalar, hangarlar yapılmıştı. Hangarları ve çevresini barınma yeri olarak seçmemiz sağlandı.

Yer fıstığının çerez olarak kullanılabilmesi için kabuklarından ayrılması gerekiyordu.

Günümüzde bu işlem oldukça gelişmiş ayırma makineleriyle yapılmaktaysa da, 1951’li yıllarda insan emeği ile yapılıyordu. Baş parmakla diğer parmaklar arasında sıkıştırılarak fıstık kabuğundan ayrılıyordu.

Kabuklarından ayrılan yer fıstıklarının ağırlıklarına göre ücret ödenirdi.

Ailemizin kışlık nafakasını çıkarabilmek için çocuklar da kabuklarından ayırma işinde çalışıyordu.

Güçsüz parmaklarımız buna uygun olmadığı için, yer fıstıklarını kabuklarından dişlerimizle ayırıyorduk.

Bu tür bir ayırma işleminin yaşlılık dönemlerinde dişsiz kalacağımıza neden olacağını bilemezdik.

Nitekim sonraki yıllarda bütün dişlerimi kaybedecektim…

ÇUKUROVA'DA PAMUK HASADI SONA ERDİ

 


30 Eylül 1951 Pazar, Osmaniye… 

Babamın ”Meehmeeet, Muustafaaa…Kalkın artık” sözleriyle gözlerimi araladım.

Sabahın erken saatleri olmalıydı… 

Sonbaharla birlikte havalar serinlemiş, yoğun nem oranı azaldığı gibi, bir nebze de olsa sivrisinek istilasından kurtulmuştuk. Rahat uyumuştum ki karabasan rüyalarımdan birine yakalanmamıştım.

Doğrulup, kalktım ve çevreme bakındım. Sessiz, hüzünlü ve hummalı bir çalışma vardı son konakladığımız pamuk tarlasında.

Hüzünlüydük, Halil Dedemi pamuk tarlalarında toprağa vermiştik…

Hüzünlüydük, iki buçuk yaşındaki kardeşim Şaban’ı Elbistan Hasanköy’de toprak altında bıraktığımız gibi, Halil Dedemi de Ceyhan pamuk tarlalarındaki toprağın altında bırakacaktık.

Sessizdik çünkü pamuk hasadı sona ermişti…

Sessiz ve hüzünlüydük çünkü, hem işsiz hem de konaklayacak yersiz, yurtsuz kalmıştık…

*****

Babamın sesli uyarısı üzerine dere kenarına giderek, elimizi yüzümüzü yıkayıp, diğer ihtiyaçlarımızı da giderdikten sonra anamın hazırladığı kahvaltı için yer sofrasına oturduk…

Kimseden ses çıkmıyordu kahvaltı esnasında. Babam pek konuşmayı sevmezdi yemek yenirken…

Kahvaltı  bir an önce bitmeliydi ki, çadırımızda ne varsa denk haline getirilmeli ve çadır sökülmeliydi.

Sessizce edilen kahvaltı esnasında beynim beni zamanda geriye, pamuk tarlalarına ilk ayak bastığımız günlere götürdü…1951 yılı Ağustos ayının üçüncü haftasında, Elbistan Hasanköy’den, Ceyhan’a 7-8 km uzaklıktaki pamuk tarlasında  ‘’mevsimlik işçi’’ olarak gelmiştik. Mevsimlik İşçi olarak başladığımız yaşam tarzımız, Osmaniye İli’ne doğru, diğer pamuk tarlalarıyla devam etmişti.

Yaklaşık bir buçuk aydan fazla bir zaman boyunca, bir pamuk tarlasından diğer bir pamuk tarlasına geçmiş durmuştuk. Yağmurlar, ufak çaplı seller, sivrisinekler, Çukurova’nın kavurucu sıcakları, yetersiz beslenme ve hastalıklarla boğuştuğumuz günler gelip, geçmişti.

Geçmişti ama delip geçmişti…

Delip geçmişti çünkü, Elbistan Hasanköy’de kaybettiğimiz iki yaşındaki kardeşim Şaban’dan sonra,  Halil dedemi de pamuk tarlalarında toprağa vermiştik. Bir an için Şaban ile Halil Dedem beynimde belirerek beni 5 ay öncesine, Bulgaristan’daki köyüme, Karagözler’e götürdü.

İçiçe iki avlu içinde bir dönümlük arazi üzerine kurulmuş 4 odalı bir evimiz varken düştüğümüz hallere bak dedim içimden. Beş ayda ne çok şey değişmişti. Sanki bir kaç yıl geçmiş gibi gelmişti bana.

Yaşım henüz 7 olmasına rağmen, birdenbire büyümüştüm. Büyümek zorunda kalmıştım.

Babamın sesiyle tekrar kendime geldim.

-Hadi çocuklar devranın da toparlanalım…

Çadırlar toplandı. Çadırdaki bütün eşyalar toplanıp, denkler haline getirildi. Pamuk hasadını sonlandırdığımız tarladan ayrılmak için bütün hazırlıklar tamamlanmıştı.

*****

Elçimiz, yiyecek ve diğer ihtiyaçlarımızı karşılarken yaptığı harcamalarla komisyonunu da kestikten sonra her ailenin paralarını ödemişti.

Ücretsiz konaklama yerimiz olsa, iki üç ay çalışmasak da elimizdeki para yeter demişti babam. Ama konaklama yerimiz yoktu. Başımızın çaresine bakmalıydık ama nasıl?

Elbistan Köylerine geri dönmeyeceğimizi öğrenen Elçi, garanti olmamakla birlikte, Osmaniye’de yer fıstığı hasadında iş bulabileceğimizi söylemiş ve bazı görüşmeler yapmak üzere Osmaniye’ye gitmişti…

Elçi iyi haberle gelebilirse, gitmeye hazır olmalıydık…Gerçi, iyi haberlerle gelemese de buradan gitmek ve uygun bir konaklama yeri bulmalıydık.

*****

Öğleden sonra Elçi bazı aracılarla anlaşmış olarak geri döndü. Aile üyeleriyle birlikte, bütün aile reisleri çevresinde toplandıktan sonra,

-Benim görevim bu tarlada sona eriyor. İyi çalıştığınız gibi Çukurova’nın oldukça yoğun nemine, sıcaklarına, fırtına ve yağmurlarına, özellikle sivrisinek ordularına karşı çetin bir savaş verdiniz. Tek bir kayıpla, Halil Kurtuldu ile, pamuk hasadını tamamladınız. Halil Dedenin mekanı Cennet olsun.

Deyip biraz nefeslendi ve devam etti.

-Yeni Elçi, ki Osmaniye’de Çavuş deniliyor, eşliğinde bir kamyon gelip, sizleri Osmaniye yer fıstığı tarlalarına götürecek…Hepinize teşekkür ederim, hakkınızı helal edin.

Dedi ve el sallayarak, kantar başında hasat edilen pamukları hane hesaplarına kaydeden üniversite öğrencisi Muzaffer Abi ile geldiği araca yöneldi.

Muzaffer Abi’nin geri dönüp, gözleriyle beni aradığını hissedince, koşarak yanına gittim. Boynuna sarılarak teşekkür etmemin yanı sıra, okullu olacağımı ve mutlaka üniversite eğitimi yapacağımı söyledim. Muzaffer Abi de yanaklarımdan öperek patronun yanına gitti.

Bizi Osmaniye’ye götürecek olan Çavuş’u beklerken, nasıl ve ne şekilde olursa olsun, okullu olmaya ve üniversiteye gitme inancı ve kararlılığımı bir kez daha hissettim. Faruk Abi gibi ben de yaz tatillerinde mevsimlik işçi olarak çalışıp, okul masraflarımı çıkaracaktım.

Geldi, geldiler sözleriyle kendime geldim. Çok beklememiştik, yarım saat sonra kasası hepimizi alacak boyuttaki bir kamyonla gelmişti yeni Elçimiz, ki Osmaniye’de Çavuş diyecektik…

Yeni bir gün yeni bir başlangıçtı. Mevla’m neylerse iyi eylerdi…        



BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...