19 Haziran 2022 Pazar

ESKİ BİR RUM KÖYÜ MİSLİ NİĞDE

 

7 Temmuz 1952 Pazartesi, Misli Köyü…

5 Temmuz Cumartesi günü, Yeşilova’nın 7 km güneybatısında bulunan Yarbaş Tren Garından bindiğimiz trenle, yaklaşık iki günde, 320 km yol alarak Hüyük Tren Garına ulaştık. Hüyük’ten temin edilen öküz ve at arabalarıyla da, yaklaşık 6 km kuzey batısındaki Misli ‘ye geldik.

Amanos Dağlarının batı yamaçlarındaki Düziçi ovasındaki Yeşilova Köyü’nden sonra, üzerimde terkedilmiş duygusu bırakan, kum ve altındaki mağaralardan oluşan Misli Köyü beni hayal kırıklığına uğrattı.

Köye girdiğimizde, Elbistan köylerinde karşılaştığımız mezra tipi bir yerleşim beni şaşkına çevirdi. Elbistan köylerinden farkı, ortalarından geçen dereler ve çevresindeki ağaçlar yerine burada kum ve mağaralar vardı.

Tek bir dikili ağaç yoktu köyde, haliyle akarsu da yoktu.

Bir süre çevreyi dikkatlice taradığımda, Rumlardan kalma olduğunu öğrendiğim devasa bir yapı, Rum Kilisesi gözüme çarptı.

Akarsuyun olmadığı, kumlarla kaplı bu köyde çiftçilik yapabilir miydik?

Sorusu kafamı kurcalamıştı, kurcalamaya da devam edecekti.

Çiftçilik yapabilmek önemliydi. Okuma yazması olmayan aile reislerinin çiftçilikten başka bir becerileri yoktu çünkü.

Ben bunları düşünürken, Aile reisleri, kendilerince uygun yerleri geçici konaklama yeri olarak seçti. Babam bir mağara girişinin olduğu yeri seçmişti.

Eşyalarımızı indirip, yerleştirdikten sonra, kavurucu güneşten korunmak için, öncelikli olarak bir tente yaptı babam. Anam ve diğer ailelerin anaları da karnımızı doyurma sorununu çözmeleri gerekiyordu.

Un çuvalları ve tandırlar ortaya çıktı. Ateş yakmak için de, bizi görmeye gelen Mislilerden yardım istedik. Bir süre sonra da yakacak olarak hayvan dışkısı ve saman karışımından yapılmış olan tezeklerden geldi.

Sonraki yıllarda unutulmazlarım arasına girecek Osman ve annesi Hatice Teyze ile yanıştık bu arada.

Güler yüzlü, her halinden insancıl, yardım sever bir izlenim bırakan Hatice Teyze bir taraftan anama yardım ediyor bir taraftan da köy ve köydekilerle ilgili bilgiler aktarıyordu. Ben de anlattıklarının hiçbirini kaçırmamak için, can kulağıyla dinliyordum.

Köyün sakinlerinin büyük bir bölümünü 1924 yılı Nüfus Mübadelesinde Selanik’ten gelen Türkler oluşturuyordu.

Akarsunun olmadığı, sulu tarımın yapılamadığı köyde yeterli üretim ve gelir yoktu.

Bu nedenle köydeki gençler yaz aylarınad mevsimlik işçi olarak, başta Çukurova olmak üzere, diğer illere gidiyorlardı. Zaten, 1924 Mübadelesi ile gelenlerin bir bölümü de Yunanistan’a geri dönmüştü.

Yaşamlarını yerüstünden çok yeraltında geçiren Ortodoks Rum ve Türklerden kalmıştı Misli.

Geçmişteki Rumlar ile Ortodoks Hristiyanların varlığının en belirgin kanıtı Misli Rum Kilisesiydi.

Ben heyecanla Hatice Teyzeyi dinlerken oğlu Osman da beni çekiştirip duruyordu yakından tanımak ve oyun arkadaşı olarak görmek için.

Her ne kadar 7 yaşında büyümek zorunda kaldıysam da, oyun çocuklarıydık yine de. Üstelik altımızda keşfedilecek yepyeni bir dünya, mağaralar vardı. Yeni tanıştığımı Osman ile mağaraları keşfetmeye çıktım.

Sevmiştim Osman arkadaşımı. İlkokul ve sonrasında hep hatırlayacağım bir arkadaşım olmuştu.

Yıllar sonra, yaptığım araştırmalar ve birkaç kez gezdiğim Kapadokya’nın giriş kapısının Niğde olduğunu öğrenecektim.

Hava iyice kararmaya başladığında çıktık mağaralardan. Anamla babam gecelemek için hazırlık yapıyorlardı.

Osman ile anası Hatice Teyze anama ”birşeye ihtiyacınız olursa Osman’a söylemeniz yeter, elimizden geleni yaparız.” dedikten sonra gittiler.

Yorgun olan bedenlerimizi dinlendirmek ve enerji toplamak için, ileride harman yeri yapmayı düşündüğümüz, yere yataklarımızı serip yattık. Anında uyumuşum.

Gece boyunca rüyalarımda, bazen Ceyhan pamuk tarlalarında pamuk toplarken, bazen Karagözler Köyümüzün karşısındaki Sakar Balkan’a tırmanırken, bazen de kendimi Gavur Dağları’nın virajlarını dönmeye çalışan kamyon kasasında buldum…

18 Haziran 2022 Cumartesi

KAPADOKYA GİRİŞ KAPISI NİĞDE

 


23 Ağustos 1952 Cumartesi, Misli (Konaklı)…

Öyle ya da böyle, konaklamak zorunda kaldığım yeri ve yöreyi tanıyarak bütünleşmek istemişimdir aklım erdiğinden beri.

Bir zamanlar, yerüstünden çok yeraltında yaşandığı Niğde ve merkez köylerini tanımak için her türlü yola başvurdum.

Bazı bilgileri, yıllar sonra, Kapadokya bölgesini birkaç kez gezerek edindim.

Kudüs merkezli olarak ortaya çıkan Hristiyanlığın yayılmasında Anadolu toprakları ve özellikle Kapadokya önemli bir yere sahipti.

Gördüm ve anladım ki Kapadokya yöresini içine alan yerleşim yerlerinin, neredeyse yüzde yüzü, paganist Roma İmparatorluğu’nun zulmünden kaçan Hristiyanların yaşam alanları olmuştu.

Hristiyanlar, özgürce ibadet etmek ve kendilerini herhangi bir saldırıdan korumak için hayatlarını Kapadokya bölgesinde, yeraltı şehirlerinde sürdürmüşlerdi.

Derinkuyu Yeraltı Şehri’nde, 2. yüzyılda Roma zulmünden kaçıp Mezopotamya üzerinden Kayseri’ye, oradan da Kapadokya’ya gelen ilk Hristiyanların yaşadığı biliniyor.

1830’lara kadar Kapadokya Derinkuyu bölgesinde yer üstünde bile yerleşim yokmuş. Bu da bize, Kapadokya bölgesinin önemli yerleşim yerlerinden biri olan Misli’ de neden bir tek ağacın bulunmadığını da açıklamaktadır.

Derinkuyu Yeraltı Şehri adını, 60-70 metre derinindeki 52 içme suyu kuyusundan almış. Ziyaretçilere açık olan tünel ve odalardan oluşan, 8 katlı dev Bizans dönemi yer altı şehridir Derinkuyu.

Ziyarete açılan 8 katın derinliği 50 metreyi bulurken, tüm katlarının temizlenmesi halinde derinliğin 85 metreyi bulacağı ve kat sayısının 12-13’e ulaşacağı tahmin ediliyor.

Girişleri kolay bulunmayan bulunsa da kolay girilemeyen bu gizli dünya, ilk Hristiyanları Romalı askerlerden ve Arap akıncılardan korurken, gizemli mimarisi gezginlerine de ‘acaba uzaylılar mı yaptı’ diye düşündürmüştü.

Mimaride uzaylıları zan altında bırakan da, yaklaşık 50 bin insanın, bu derinliklerde hiç dışarı çıkmadan uzun süre nasıl yaşayabildiğidir.

Dördüncü yüzyılda Hristiyanlığın merkezi haline gelen Kapadokya bölgesi, Hristiyanlığın temel direklerini oluşturan doktrinlerin belirlendiği birçok Konsil’e ev sahipliği yapmıştı.

Kapadokya; coğrafi özelliklerin belirlediği Kayseri, Niğde ve Kırşehir üçgeni olarak algılanmaktaysa da tarihsel süreç olarak günümüzde bahsedilenden daha geniş bir coğrafyadır.

Hristiyanlarla 1000 yıllık bir tarihe sahip olan bölgede Niğde, Kapadokya’nın giriş kapısı olarak da bilinmektedir.

Niğde, birçok medeniyete ev sahipliği yapmanın yanı sıra, Hititler, Romalılar, Selçuklu, Karamanoğlu Beyliği, Osmanlı gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştı.

Kapadokya sınırlarını tanımlayan ilk kişilerden biri Yunan coğrafyacı, tarihçi ve filozof Strabon olmuştur.

Strabon, Kapadokya şehirlerini; Malatya, Tufanbeyli, Niğde, Aksaray, Koçhisar, Ereğli, Bafra, Samsun, Merzifon, Niksar olarak göstermekteydi.

Bu tanım sonraki dönemlerde oldukça daralmıştı.

Bizans İmparatorluğu döneminde “Kapadokya theması” adı altında teşkilatlanan bölge Adana, Aksaray, Niğde, Kayseri ve Konya ile sınırlandırılmıştı.

Roma İmparatorluğu 300 yıl boyunca Hristiyanların yayılmasını engellemeye çalışmış, Paganist olmayanları kazığa geçirip yakmış, Hz. İsa da olduğu gibi kollarından ve bacaklarından çivileyerek çarmıha germişti.

Ancak, 313 yılında, bu dine uygulanan baskının, ülkeyi huzursuzluğa götürmesi ve parçalanma aşamasına gelmesi üzerine Milano Fermanını ilan etmişti.

Bu fermanla herkese din özgürlüğü tanınmıştı. Fermanın ardından çok tanrılı pagan inancı terk edilerek Hristiyanlığa geçiş süreci başlamıştı.

Doğu Roma İmparatorluğu’nu kurarak başkentini Konstantinopolis olarak kabul eden Konstantin, parçalanmanın önüne geçebilmek ve Batı Roma'nın Hristiyanlık üzerindeki tekelini kırmak için, Hristiyanlığı Doğu Roma’nın resmi dini olarak ilan etmişti.

Dini özgürlükler ilan edilmeden önce Kapadokya’nın giriş kapısı Niğde genelinde; 80 civarında tarihi cami, ayakta kalabilmiş 30’a yakın kilise, kervansaraylar, çeşmeler, tarihi yer altı şehirleriyle Niğde bir açık hava müzesidir. 

Niğde’nin 10 km kuzeydoğusunda bulunan Gümüşler Manastırı, Gümüşler kasabasında büyük bir tüf kaya kitlesinin içine oyulmuştur.

Orta çağdan kalma ve Kapadokya’nın en iyi korunmuş, en büyük manastırlardan birisidir. Bünyesindeki Gümüşler Kilisesi, Gülen Meryem Ana freskiyle de ön plana çıkmıştır.

1928 yılındaki kaynaklarda Andaval olarak geçen yerleşim yeri Aktaş, Niğde’nin 12 km kuzeydoğusunda bulunan merkez beldelerinden biri olup, barındırdığı Andaval Kilisesi de Roma İmparatoru Konstantin’in annesi Helena adına yaptırılmıştı. İstanbul’daki Ayasofya ile yaşıt olan kilise, inanç turizmi açısında son derece önemliydi.

Niğde’nin 30 km kuzeyinde bulunan Hasanköy ile 35 km kuzeydoğusunda bulunan Konaklı (Misli) merkez köylerdi…

Misli’ deki Aziz Vlasios Rum Kilisesi, Ayasofya’dan sonra Türkiye’nin en büyük ikinci kilisesiydi. Misli’ deki kilisenin içi çok büyük ve Hasanköy Azize Makrina kilisesine göre daha korunmuş durumdaydı…. Duvar resimleri, aziz ve melek tasvirleri belirgindi…

Andaval’ daki Manastır, Hasanköy’ deki Azize Makrina Kilisesi ve Misli (Konaklı) Rum Kilisesi’ni birbirine bağlayan yer altı şehirleri ve koridorları vardı.

Tarihsel süreçte, bölgenin en büyük kilisesine sahip Misli’ de yaşayan üç bin nüfusun tamamını Ortodokslar oluşturmuştu. Misli’ nin erkekleri, Kapadokya’nın diğer bölgelerinin aksine, çalışmak için Torosların öteki tarafına gitmemişti.

Yorgancılıkla uğraşan küçük bir kesim, yakın bölgelerde çalışmış, Köyde kalan çoğunluk ise geçimini tarımla sağlamıştı.

İçine kapalı bir köy olan Misti’ nin sakinleri, kılık-kıyafet ve yaşam tarzı açısından yüzyıllar öncesindeki hallerini muhafaza etmişlerdi. Anadilleri Rumca olmakla birlikte, zamanla, Türkçeyi değişik bir lehçe ile kullanmışlardı.

Ana merkezleri Karaman olmak üzere; Mersin’in Tarsus ve Anamur İlçeleri, Konya’nın Sille, Ermenek, Maden Şehri, Ereğli, Aksaray’ın Güzelyurt İlçesi, Niğde merkez ve köyleri, Bor, Kemerhisar, Ihlara, Derinkuyu, Ürgüp, Yozgat ve ilçeleri, Kırıkkale, Keskin ve Kayseri’de yaşayan Ortodoks Türklere Karamanlılar adı verilmekteydi.

Karamanlıların Ortodoks mezhebine bağlılıkları ve cemaat başının Rum Patriği olması sebebiyle Rum olarak nitelendirilmektedirler.

Diğer taraftan Karamanlılar, Osmanlı İmparatorluğu içinde Ortodoks Türkler olmalarıyla Müslümanlardan ve diğer Hristiyanlardan ayrıca Anadolulu oldukları için de Yunanlılardan farklıdırlar.

Karamanlılar farklılıklarından dolayı kendilerini Rum olarak değil, Anadolu Ortodoks Hristiyan’ı olarak adlandırarak farklılıklarını ortaya koymuşlardır.

Anadolu’nun diğer yörelerinde yaşayan Ortodokslara Rum denmesine rağmen literatürde Türkçe konuşan Ortodokslara diğer Rumlardan ayrı olarak Karamanlı adının verilmesi onları diğerlerinden farklılaştırmaktadır.

1923 tarihli Lozan Antlaşması hükümlerince Türkiye’de yaşayan yaklaşık 193.000 Karamanlı Türk Ortodoks, Rum sayılarak zorunlu nüfus değişimine tabi tutuldular ve 1924 yılında göç yoluna koyuldular.

Atlarla, arabalarla ve genelde yürüyerek Ereğli’ye, oradan da trenlerle Mersin Limanına götürüldüler.

Mersin limanından vapurlarla gönderildikleri Yunan dillerini bilmiyorlardı. Dil bakımından sağır ve dilsiz duruma düşmüşlerdi.

Yunanistan Hükümeti bu insanların Türkçe konuşmalarını yasakladığı gibi saz çalmalarını, türkü söylemelerini, zeybek oynamalarını da yasakladı.

Karamanlılar Türkiye’de Rum olarak adlandırılıp mübadeleye tabi tutulurken, Yunanistan’da da “Türk tohumu” “Yunan adına lâyık olmayan … yarım Hristiyan … Kara dinli …Karamanlılar” Diye aşağılanarak Yunanlı olarak kabul edilmemişlerdi.

Gittikleri Batı Trakya’da, biraz da Anadolu’yu hatırlamak için olsa gerek, “Karaman” adını verdikleri bir yerleşim birimi kurmuşlardı.

Oluşturdukları yerleşim yerlerini Türkiye’deki yaşam alanlarına benzetmişlerdi hasret gidermek için.

Yunanistan’da hangi şehrin önünde ”Nea” sözcüğü varsa, bilinmelidir ki Türkiye’de yaşadıkları köy ve kasabanın bir benzerinin kurulduğu anlamındaydı.

Nea Smirna, yeni İzmir anlamındaydı.

Yunanistan’daki Yeni Kayaköy, Nea Makri olarak kurulmuştu.

Nea Makri demek, aynı zamanda deniz ve dağ demekti. Fethiye Ölüdeniz’e komşu Kayaköy’den 1922 mübadelesinde gelenler kurmuşlardı.

Büyük bir bölümü hiç Rumca bilmeyen Karamanlılar, Yunanistan’daki yaşama kültürel uyum sağlamakta ciddi zorluklarla karşılaştılar.

Gittikleri yerde yıllarca gözyaşı döken Semendireli, Mislili, Kurdunuslu, Çarıklılı, Andavanlı Ortodoks Türkler hep Niğde özlemi ile yaşamışlardı.

ANILAR ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Nisan 1951’de, Bulgaristan Karagözler Köyünden gönüllü ve serbest göçmen olarak başlayan göç yolculuğumuzda;

Edirne Göçmen Misafirhanesinde yapılan dağıtımda şansımıza Elbistan köylerinden biri düştü. Gerek ekonomik gerekse sosyolojik olarak uyum sağlayamayınca mevsimlik işçi olarak Çukurova yöresine gitmek zorunda kaldık.

Ceyhan pamuk tarlalarında 3 ay, Osmaniye yerfıstığı tarlaları ve hangarlarında 2 ay çalıştıktan sonra Haruniye Yeşilova’da kışladık.

Yaşar Kemal’in Çukurova’sında mevsimlik işçi olarak çalışırken, 17.10.1951 tarih ve 3-13828 sayılı Bakanlar kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına kabul edildiğimizi öğrendik Yeşilova Köyünde yaza girerken. 

Ne var ki bu karardan yaklaşık 8 ay sonra haberimiz oldu. 

Bu kez, günümüzde adı Konaklı beldesi olan, Niğde Misli Köyü’ne yerleşmemiz istenmişti.

İlk çiftçilik denememizin hüsranla sonuçlandığı, ilkokul birinci sınıfa başladığımız Misli'de de tutunamayacaktık.

Sırasıyla Osmaniye'de ilkokul ikinci sınıf, Mersin'de üçüncü ve dördüncü sınıf, Niğde Bor'da beşinci sınıfa başlangıç ve tekrar Misli'de ilkokulu bitiriş gerçekleşecekti.

17 Haziran 2022 Cuma

DÜZİÇİ YEŞİLOVA'DAN AYRILMA ZAMANI

 

29 Haziran 1952 Cuma, Düziçi Yeşilova…

Tırmandıkça tırmanıyorduk…Tırmanıyorduk da hangi dağın eteklerindeydik acaba?

Demiştim kendi kendime…

Hangisi olduğunun da pek önemi yoktu zaten. Birlikte keşfetmeye karar vermiştik kardeşimle.

Bulgaristan’daki köyümüz Karagözler ’in güneyinde kalan Sakar Balkan ile Osmaniye Düziçi Yeşilova Köyünün doğusunda bulunan Amanos dağları eteklerini karıştırmış olmalıydım.

Öyleydi çünkü benzerlikleri çoktu. Kardeşim Mustafa ile her ikisinin de eteklerindeydik.

Tırmandıkça görüş alanımız büyümüştü. Mustafa önümüzdeki yemyeşil ovaya baktıktan sonra,

-Köye neden Yeşilova dendiğini şimdi daha iyi anladım.

-Yeşilova nereden çıktı? Sakar Balkan eteklerinden Karagözler’e bakıyoruz.

Mustafa bir kahkaha atarak,

-Gözlerini ter basmış, etrafını göremiyorsun.

Öyleydi gerçekten…

Alnımdan sızan terler kaşlarımı aşmış, gözlerimi örtmüş ve etrafı göremez olmuştum.

Gözlerimi silip, yan döndüğümde, Mustafa yerine, ahırdan bozma evimizde fısıldayarak konuşan anamla babamı gördüm. Mustafa da yanımda mışıl mışıl uyumaktaydı.

Afalladım birden…

Neredeydim ben?

Hafızamı toparlamaya çalıştım. Yatakta, yorganın altındaydım. Kan ter içinde kalmıştım. Yine rüya görmüş ve nerede olduğumu da karıştırmıştım.

Uyandığımı gören annem aydınlık ve mutlu bir yüzle bana dönüp,

-Uyandın mı Mehmet... Baban hayırlı bir haber duymuş Ömer Dayı’dan. Bizi Niğde Misli Köyü’ne iskân etmişler.

Uyku sersemi pek anlamamıştım anamın dediklerini.

-Ne demek iskân ana? Sorumu babam yanıtladı.

-Ev bark ve tarla sahibi olacağız, göçebe hayatımız sona erecek oğlum.

Gözümün önüne yine Karagözler Köyü gelmişti. İskân edildiğimiz köy Karagözler’e benziyor muydu acaba? Kalktım, kardeşimi de kaldırdım. Hep birlikte kahvaltı yaptık. Bu kez kahvaltı da süt de vardı...

Kahvaltıdan sonra babamla Ömer Dayı tekrar Osmaniye'ye gittiler.

Akşamüzeri döndüklerinde ikisinin de yüzü gülüyordu. 17.10.1951 tarih ve 3-13828 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına kabul edilmiştik.  

Maraş Elbistan köylerinden sonra bu kez yerleşim yeri olarak Niğde Misli (Konaklı) gösterilmişti.

Bu gelişmeden çok geç haberimiz olmuştu. Ömer Dayı rehberlik etmese daha da haberimiz olmayacaktı...



DÜZİÇİ YEŞİLOVA'YA BAHAR GELDİ

 

4 Mayıs 1952 Pazar, Yeşilova…

Yeşilova’da günler, haftalar, aylar geçti ve 1952 yılının bahar aylarına girildi.

Sarı renkte çiçeklerle bezeli Düziçi ovalarında otlanan büyükbaş hayvan sürüleri ile beslenebilmek için yiyecek arayışına giren leylek sürüleri, renkli görüntüler sergiliyordu.

Büyükbaş hayvan sürüleri ile leylekler, içme suyu ihtiyacını da yaylanın ortasından geçen akarsulardan karşılıyordu.

8 yaşına girmiştim...

Ilıman bir iklime sahip olan Çukurova’nın bir parçası olan Yeşilova’da da ekim-dikim zamanıydı.

Eli ayağı tutanlarla beraber ben de köydeki tarlaların ekim-dikime hazırlık çalışmalarına katılıp çapa yaptım, fidelerin dikiminde çalıştım.

Günler günleri kovalıyordu. Yakında yaz aylarına girecekti. Yeşilova ve bizi kışın konuk eden Yeşilovalılar bize yeterince konukseverlik göstermişlerdi. Karagözlülere iş verme kapasiteleri yoktu.

Çukurova’da yine Mevsimlik İşçi olarak mı çalışacaktık? Sorusuyla birlikte aklıma Akçasaz Bataklıkları ve bir türlü kendimizi kurtaramadığımız bulut gibi sivrisinekler, Halil Dedemin ölümü, çapaklanan gözlerim, gündüzü geceye çeviren boranlar geliyordu.

Yeşilovalılara teşekkür ve minnet borçluyduk.

Tarlada, bahçede ve hayvanların bakım ve yayılmasında yardım ediyorduk. Yardımlarımız karşılıksız kalmıyordu. Et, süt, yoğurt ve peynir veriyorlardı bizlere. Böylece, 1951 yılını 1952 yılına bağlayan kış ve bahar aylarını sorunsuzca Yeşilova’da geçirmiştik.

Yeşilova Köyünü ve sakinlerini sevmiştik. Bulgaristan’daki köyümüz Karagözleri andırıyordu. Eğimli olan Düziçi Ovasıyla Amanos Dağlarının bir bölümüne yaslanmıştı. Karagözlerdeki Sakar Balkana benzetmiştim hep. Bu güzelim köyde bizleri geçindirip, biraz da kış ayları için para biriktirebileceğimiz iş yoktu. Babamla Ömer Dayı yine Ceyhan’a gitmişlerdi yerleşim durumumuzu öğrenmek için.

1951 yıllarında Yeşilova Köyünün bağlı bulunduğu Haruniye ki sonraki adı Düziçi olmuştu, ulaşım olarak şanslı bir bölgede yer almaktaydı.

Düziçi Köy Enstitüsü’nün burada kurulma nedenlerinden biri ulaşım kolaylığı olurken diğeri verim oranı çok yüksek olan alüvyonlu topraklardı. Önemli bir kavşak noktasında bulunan Haruniye Adana-Gaziantep karayoluna 10-15 km uzaklıktaydı. Hemen yanı başından da tren yolu geçmekteydi.

Yanı başımızdaki Düziçi Köy Enstitüsü rüyalarımı süslemeye başlamıştı. Acaba ben de bu okullardan birinde okuyabilir miydim?

Ancak, öncelikle önümüzdeki yaz nerede, nasıl iş bulup başımızı sokacak bir edinmeliydik.

Başımızın çaresine bakmalıydık ama nasıl?

16 Haziran 2022 Perşembe

YEŞİLOVA'DA KIZ KAÇIRMA VAKASI


24 Mart 1952 Cumartesi, Düziçi Yeşilova…

Düdük sesleriyle uyanmıştık derin uykumuzdan. Tanyeri ağarmamıştı daha…

Ne oluyor demeye kalmadan, ellerindeki bir gaz feneri ile, Köy Muhtarı ile birlikte köy bekçisi ve öfkeli birkaç kişi daha dayanmıştı kapımıza. Babamı ve Kerim dayımı sormuşlardı…

Sahi babam yoktu evde… Anam gelenlere ‘’Ahmet yok evde, Kerim’den de haberim yok.’’ Dedikten sonra, korkulu gözlerle gelenlere bakan bana ve kardeşime ‘’Gidin yatın, korkacak bir şey yok.’’ Demişti. Bu arada Ömer dayı da gelmiş, Köy Muhtarı ve beraberindekilerle konuşup, göndermişti onları.

Olağanüstü sayılabilecek gece yarısı olayının nedeni öğleden sonra anlaşılmıştı. Kerim dayım, daha sonraki yıllarda, kendisine 50 yıl hayat arkadaşlığı yapacak olan Ayşe yengeyi istemiş ancak Karagöz ailesi vermemişti.

Kerim dayım babamdan yardım istemişti. İstemişti çünkü Halil dedemi pamuk tarlalarında kaybedince dayılarım babamı babaları olarak bilmişlerdi. Babam da kayınbiraderlerini severdi.

Karagöz ailesi vermemekte direnince, Karagöz ailesinin kızını kaçırmaya karar vermişlerdi.  Günler öncesinden yapılan plan gereği, Kerim dayım babamı da yanına alarak, gece yarısını geçe, Ayşe Karagöz’ü babasının yaşadığı evden zorla kaçırmıştı.

Karagöz ailesi büyükleri Köy Muhtarına durumu bildirerek şikâyetçi olmuşlar, onlar da bizim eve gelmişlerdi. Ortalık biraz sakinleştikten sonra, Ömer dayı ile bazı göçmenlerin de araya girmesiyle, Kurtuldu ve Karagöz aileleri anlaşmış, mahkemelik olmadan sorun çözülmüştü.

Tek düze olan Yeşilova’daki hayatımız kız kaçırma olayı ile renklenmişti.

Hem yeni evlilere hem de bizlere, hayvan ahırlarından bozma da olsa, Ömer Dayı ve köylülerce tahsis edilen tek gözlü evler, pamuk tarlalarındaki naylon çadırlarımızdan sonra, saray gibi gelmişti. Yeni evlilere de tek gözlü bir hayvan barınağı ev olarak düzenlenmişti.

15 Haziran 2022 Çarşamba

DÜZİÇİ YEŞİLOVA'DA SOSYAL YAŞAM

 


5 Şubat Pazartesi 1952, Yeşilova…

İki ay önce geldiğimiz Yeşilova Köycü’nün idari yapısı muhtarlık olup üç ayrı sosyal gruptan, bir başka deyişle, mahalleden oluşmaktaydı.

Yeşilova muhtarlığının Merkez Mahallesi 1937 yılında Balkan Muhacirleri tarafından kurulmuştu.

Bunlardan merkez mahalle konumundaki Yeşilova biriminde yaşayanlar çoğunlukla Balkan Türkü kökenli muhacirlerdi.

Köyde kışı geçirmemizi sağlayan uzaktan akrabamız Ömer Dayı bunlardan biri olmalıydı.

Muhtarlığın Üçdut Mahallesinde Yerli Halk, diğer mahallerde ise hayvan yetiştiriciliği ile uğraşan Yörük’ler ve Türkmenler yaşamaktaydı.

Her mahallenin kendine has yemekleri vardı.

Tarhana, içli köfte, yüzük çorbası, sıkma, börek, yufka ekmek, muhacir somunu meşhurdu. Ayrıca muhacir pidesi, tavuk dolması, kaburga dolması, yaprak sarması, fırında kaymaklı dolma ve karakuş tatlısını da unutmamak gerekiyordu.

Anam, içinde soyulmuş domatesle tatlı biber bulunan tepsi böreği yapardı. Patlıcanları ince dilimler halinde kesip biftek niyetine pişirdiğini de anımsıyorum.

Yeşilova muhtarlığında üç farklı sosyal grup yaşamasına rağmen, köy halkı ve aileler arasında huzursuzluğa neden olacak herhangi bir önemli olay yaşanmamıştı. Üstelik İmece ruhu da yaşamaktaydı. Ürünlerin hasat zamanı yalnız olanlara yardım ederlerdi.

Cennetten bir vahayı andıran ova; eski adıyla Haruniye, şimdiki adıyla Düziçi ovası, Osmaniye ovasının kuzeyinde yüksekçe bir yerde, Toroslar ile Amanosların kesişim kuşağı arasında, Amanos dağlarına doğru biraz eğimli düz bir ovaydı.

Denizden yüksekliği 250 metre ile 400 metre arasında değişmekte olan bu ovanın kuzeyinde bulunan dağlardan bazıları da Bulgaristan’daki Karagözler Köyüne tepeden bakan Sakar Balkan’a benziyordu. Sevgilisine kavuşmuş insanlar gibi hissetmiştik kendimizi Yeşilova Köyünde.

Oldukça büyük arazilere sahip olan Ömer Dayının traktörü vardı.

O yıllarda traktöre sahip olmak zenginliğin göstergelerinden biriydi.

Babamın kısa sürede traktör kullanmasını öğrenmiş ve Ömer Dayının tarlalarını sürmeye başlamış ve oldukça başarılı da olmuştu. Böylelikle teşekkür ediyordu bizi köyünde konuk ettiği için.

Bizler, yani çocuklar da hayvanlarıyla ilgilenir, ahırlarına giriş ve çıkışlarında yardımcı olurduk. Özellikle koyunlar ve kuzularıyla ilgilenmek çok hoşumuza giderdi.

1951 yıllarında Yeşilova Köyünün bağlı bulunduğu Haruniye ki sonraki adı Düziçi olmuştu, ulaşım olarak şanslı bir bölgede yer almaktaydı.

Düziçi Köy Enstitüsü’nün burada kurulma nedenlerinden biri ulaşım kolaylığı olurken diğeri verim oranı çok yüksek olan alüvyonlu topraklardı.

Düziçi’nin 30 km güney-batısında Osmaniye ve 125 km güney-batısında Adana ile kuzey-doğusunda da Maraş ili bulunmaktaydı.

Önemli bir kavşak noktasında bulunan Haruniye Adana-Gaziantep karayoluna 10-15 km uzaklıktaydı.

Hemen yanı başından da tren yolu geçmekteydi. Karayolunun yanı sıra tren yolunu da kullanabilmesi sağlık, eğitim ve sosyal etkileşim açısından avantaj sağlamaktaydı.




YEŞİLOVA'DA BULGARİSTAN MUHACİRLERİ


30 Aralık 1951 Pazar, Yeşilova  Haruniye…

Üç hafta önce, kış aylarını geçirmek için geldiğimiz Düziçi Yeşilova Muhtarlığının Merkez Mahallesi 1937 yılında Balkan Muhacirleri tarafından kurulmuştu. 

Yeşilova’ya yerleşmiş ailelerden biri de oldukça uzaktan akraba olduğumuzu öğrendiğimiz Ömer (Arıcı) dayı idi. Babam öyle söylemişti.

Birinci Dünya Savaşı’nı da kapsayan 1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık savaş döneminde Anadolu nitelikli ve üretici insan kaybı yaşamıştı. Eksik ve sağlık sorunları olan bir Türkiye devralan genç Türkiye Cumhuriyetinin insan gücüne ihtiyacı vardı.

Balkanlardaki asimilasyon politikalarıyla bu ihtiyaç birleşince, 1923-1938 yılları arasındaki dönemde sadece Bulgaristan’dan Türkiye’ye 200 000 civarında göçmen gelmişti. 

1923-1933 yılları arasında serbest göçmen statüsünde gelenler istedikleri yerlere yerleşmişlerdi. Devlet yardımı istememişlerdi.

1933-1937 yılları arasında gelenler ise iskanlı göçmenler olup, devletin uygun gördüğü yerlere yerleştirilmişlerdi.

Ne var ki iskanlı olanların çok büyük bir bölümü, bizlerde olduğu gibi, iskan edildikleri yerleri terk ederek çiftçilik yapabilecekleri verimli toprakların bulunduğu yerlere yerleşmek istemişler ve yerleşmişlerdi.

Düziçi Orta doğudan başka Balkanlardan da göç almıştı. İlk kafile Bulgaristan’ ın Kırcaali bölgesinden kaçarak, yirmi Hane olarak,  1938 yılında gelmişti.

İkinci grup göçmenler 25 hane olarak 1951 yılında yine Bulgaristan’ın Rusçuk şehrinin Kütüklü köyünden gelmişti.      

Bulgaristan Muhacirleri çiftçilikte öncülük ederken; göçer, yarı göçer ve yaylacı olarak nitelendirilen Türkmenler, çiftçiliğin yanı sıra hayvancılığa bağlı eski yaşama biçimleriyle ekonomiye katkıda bulunuyorlardı. 

1940’lı ve 1950’li yıllarda  ova köylülerinin birçoğu çiftçilikten ziyade hayvancılıkla uğraşıyorlardı.

Düziçi Köy Enstitüsü kurulduktan sonra, çiftçilik ve hayvancılığa bilimsel yöntemlerle yaklaşan bir tutumla köylüleri de eğitmeye başlamıştı.

Ömer Dayının anlattıklarına göre; zirai üretimi ile bölge kalkınmasına önemli katkılar sağlarken, Düziçi ve çevresine de sosyal etkinlikleriyle öncü rol oynamıştı.

Enstitünün tüm sanatsal etkinlikleri, özellikle tiyatro, çevre halkına açıktı. Enstitü Müdürü Lütfü Dağlar halkın etkinliklere katılmasına önem vermiş, halkın sanatsal gelişimine katkı sağlamıştı. Bu etkinliklerden bir tanesi “Kartal” adlı piyesti. 

Milli Mücadeleden kesitler, Mustafa Kemal etrafında şekillenen olaylar, kahramanlıklar ve zaferler canlandırılmıştı. Ülkemizin kurucusu ve arkadaşları canlı tutulmuştu.

Tiyatro dışında müzik, çok önem verilen ve etkinlik gösterilen alandı.

Halk türküleri ilk kez köy enstitü programlarında yer almış, Ulusal marşlar çalınıp, toplu yürüyüşlerde büyük bir coşkuyla söylenmişti.

Enstitüde ayrıca geniş yelpazede bayram kutlamalarına yer verilmiş, bölge halkıyla, köylüsüyle birlik ve beraberliği pekiştirmek ortak bir ülkü etrafında birleşmek amaçlanmıştı.

Düziçi’nin tarihi hakkında çeşitli görüşler bulunmaktaydı. Bu görüşlerin en önemlisi, Hititlere dayanmaktaydı.

Haruniye, şimdiki ismi ile Düziçi ilçesi, Büyük Abbasi Halifesi Harun Reşit’in uç beyi olan Faraç Bey tarafından 699 yılında kurulmuştu.

Faraç Bey bugünkü Kurtbeyoğlu mahallesinde bir kale inşa ettirerek burayı yerleşim merkezi olarak seçmişti. Kaleye “Harun-ür Reşit Kalesi” ismi verilmiş ve yörenin adı da Haruniye olmuştu.

Haruniye idari bakımdan Maraş Sancağı’ na bağlı Bahçe ilçesinin nahiyesi konumunda iken 1878 yılında Adana iline bağlanmıştı.

Osmaniye ili Düziçi ilçesi tarih boyunca birçok Türk boyuna ev sahipliği yapmıştı. Bu özelliğinden dolayı yöre kültürü, Türk kültür yapısı içerisinde önemli bir yere sahipti.

Düziçi ilçesi daha çok kalabalık ailelerin yaşadığı bir sosyal yapıya sahipti. İlçede örf ve adetlere oldukça bağlı ve saygılı bir tutum hâkimdi.

Akrabalık ilişkileri sıkı bir bağ ile devam ettirilmekteydi Düziçi ilçesinde yaşayanların sosyal yaşamlarında akrabalık ilişkilerini ön plandaydı.

Düğünlerde dostluk, yardımlaşma ve akrabalığın en güzelini, eğlencelerde folklorun en görkemlisini; afete uğrayana ve fakire ortaklaşa yardımın en iyisi yapılmaktaydı. Düğünlerde sağdıçlık, kapı parası, kına ve kına çerezi, yol kesme, bey parası gibi gelenekler sürdürülmekteydi.

İlçenin yeryüzü şekilleri kabaca iki kısma ayrılmaktadır. Birinci kısımda Düldül dağı ve eteklerinin oluşturduğu engebeli arazi, ikinci kısımda ise 10.500 hektarlık Düziçi Ovası bulunur ki, yerleşim alanı daha çok bu kısımda bulunur.

Tipik Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü Düziçi ilçesinde bitki örtüsünde bu doğrultuda daha çok makilerden oluşmuştur. 600- 700 metre yükseklikten sonra çam çeşitlerinin oluşturduğu ormanlıklar bulunur. İlçenin akarsuları Ceyhan Nehri ve sulama amacıyla da yararlanılan Sabun Çayı’dır. 

14 Haziran 2022 Salı

DÜZİÇİ YEŞİLOVA KÖYÜ

 


15 Aralık 1951 Cumartesi, Yeşilova Düziçi…

Pamuk hasadının yanı sıra yer fıstığı hasadının da sona ermesiyle birlikte, işsiz ve yurtsuz kalmıştık.

Babamın yaptığı bir araştırma sonrasında, 1937 yılında gelen Balkan Muhacirleri arasında, doğduğum köy Karagözler’ den de gelenler olmuş Düziçi bölgesine.

Bunlardan biri de rahmetli Durgud Dedemle kan bağı olan Ömer Dayı idi.

Bizleri Yeşilova’da ağırlayabileceklerini söylemesi üzerine kısa sürede toparlanmış, Ömer dayının traktörüne bağlı bir römorkörle Yeşilova’ya taşınmıştık. 

Köyde hatırı sayılır bir konumda olan Ömer dayının bizleri uzaktan akraba olarak tanıtmasıyla, diğer köylüler de bizlere kucak açmışlardı.

Başta Ömer Dayı olmak üzere, diğer köylüler tarafından da hayvan ahırlarından bazıları boşaltılarak bizlere tahsis edilmişti.

Oldukça becerikli olan, başta babam olmak üzere, aile reislerinin kısa zamanda düzenledikleri hayvan ahırlarından bozma evlerimiz bizlere saray gibi geldi. Geldi çünkü, aylardır ilk kez kapalı yerlerde yatıp uyuyacaktık.

Zamanla köyün içinde bulunduğu ovayı gezip, gördükten sonra köye neden Yeşilova dendiğini de anlamıştım. 

Üstelik Yeşilova biraz da Bulgaristan’daki köyümüzü andırıyordu. 

Yeşilova köylüleri eski gelenek ve göreneklerine bağlıydılar, manevi yönleri de kuvvetliydi. Sosyal yaşamları bize uygundu, köye çabuk uyum sağladık.

Çocukluk anılarımın unutulmazları arasında yer alan Osmaniye, yeryüzü yüzey şekillerinden birçoğunu bünyesinde toplamış ender yerlerden biriydi.

Arazinin eğimi, güneyden itibaren, kuzeye ve doğuya doğru gittikçe yükseliyordu.

Batı kesimlerinde Adana ovasının düzlükleri yer alıyordu. Kuzeyinde zorlukla geçtiğimiz Amanos dağları (Gâvur dağları), kuzeybatı yönünde Toros dağları, doğusunda Dumanlı, Düldül ve Tırtıl dağları bulunuyordu. 

Ovalık arazileri en çok Merkez, Toprakkale, Kadirli ve Düziçi ilçelerinde bulunmaktaydı. Sevdiğimiz bir yer olmuştu Yeşilova Köyü ve sakinleri…

Meraklı ve öğrenme açlığı olan bir çocuk olduğumun farkına varan Ömer Dayı da çevre ile ilgili bilgiler veriyordu fırsat buldukça.

Kendisine, pamuk tarlalarında bizimle birlikte mevsimlik işçi olarak çalışan üniversite öğrencisi Muzaffer Abi’den söz etmiş, onun gibi okullu olmak ve üniversiteye gitme hayali kurduğumu söyledim.

Ömer Dayı hayallerime bayıldı, teşvik etti.

Amanos Dağlarının batı yamaçlarında yer alan köyle birlikte, köyün içinde yer aldığı Düziçi ovasında her yer yemyeşildi.

Kuzeyinde Ceyhan Nehri, doğusunda Amanos Dağları ile Bahçe ilçesi, kuzeybatısında Kadirli, kuzeydoğusunda Maraş ilinin Andırın ilçesi, güneyinde Osmaniye ile çevriliydi.

Amanosların en yüksek tepesini oluşturan Düldül Dağı, Düziçi’nin kuzeyinde yer alan Ceyhan Nehri’nden itibaren, 180’m den başlayan ve 2246’m ye kadar ulaşan kısa mesafede büyük değişimler gösteriyordu.

Düldül Dağının doğal ve beşeri özelliklerinden dolayı büyüklü küçüklü birçok mağara bulunmaktaydı. Deve Mağarası Kanyonu görülmeye değerdi.

Yükselti farkına bağlı olarak ortaya çıkan bitki çeşitliliği, temiz havası ve eşsiz manzarası Karagözler’ deki Sakar Balkan’ı andırmıştı bana. Bundan ötürü biraz daha fazla sevmiştim Yeşilova Köyü’nü.

Amanos Dağlarında, 1200 m yükseklikte, Dumanlı Yaylası yer almaktaydı. Düziçi  merkezine 10 km uzaklıkta bulunan Dumanlı Yaylası, yaz mevsiminde yaylacılar ile sonbahar ve kış mevsimlerinde doğaseverler ve amatör fotoğrafçılar tarafından ziyaret edilerek, temiz havasının eşsiz doğasının tadını çıkardıkları güzel bir yayla olarak biliniyordu.

Çoğunluğunu gürgen ağaçlarının oluşturduğu yeşilin her tonunun bulunduğu Dumanlı Yaylasında, sonbahar mevsiminin gelmesiyle, ağaçların yaprakları önce kızıl tonlara sonrada sarı tonlara bürünerek görsel şölen oluşturmaktaydı.

Her yıl Kasım ayında ziyaretçilerini ağırlayan yaylada yürüyüş parkurları ile doğaseverler ve fotoğrafçılar harika manzaranın görselliğini ve kamp yapmanın huzurunu yaşamaktaydılar. 

Öyle söylemişti Ömer Dayı…


ÇUKUROVA'DA İŞSİZ VE YURTSUZ KALDIK


 

7 Aralık 1951 Cuma, Osmaniye…

Osmaniye’de fıstık hasadı dönemi de sona ermişti…

İşsiz kaldığımız gibi konaklayacak yerimiz de yoktu.

Yedi yaşında bir çocuk olarak, ”Ne yapacağız, nerede kalacağız ve nasıl geçineceğiz?” Sorularına yanıt bulamayınca babama sormaya karar verdim. Her zaman bir çare bulurdu.

Ne var ki, bütün gün ortalıkta görünmediği gibi akşam karanlığı çöktüğü halde babam ortalıkta yoktu.

Pek alışık olmadığımız bir durumdu bu…

Konaklama yerindeki çadırımızın önünde akşam yemeği için bir şeyler hazırlamaya çalışan anama,

-Bütün gün ortalıkta görünmedi, Babam nerede ana?

-Babanız kışı geçireceğimiz bir yer bulmaya gitti oğul. Bugün gelemeyebilir. Mustafa’yı da bul da Allah ne verdiyse yiyelim akşam yemeğini.

-Babam nereden, nasıl bir yer bulacak ana?

-Toprakkale ve Haruniye köylerinden bazılarında Bulgaristan göçmenleri varmış. Babanız tarla sahibinden ve elçilerden duymuş. Belki Karagözler köyünden gelmiş olanlar da olabilir. Diyerek gitti babanız.

Dedikten sonra kardeşimle bana,

-Eşyalarınızı düzenli bir şekilde, bir fıstık torbasında toplayın. Belki hayırlı bir haberle gelir babanız. Yeni bir konaklama yerine gidecekmişiz gibi hazır olalım.

Anamla yaptığım konuşmalardan sonra kafamdaki soruların bir kısmı çözülmüştü. Belki de kışı Çukurova köylerinden birinde geçirebilirdik. Yılın 300 günü güneşli olan Çukurova’da çadır kurabileceğimiz ya da başımızı sokacağımız bir konaklama yeri bulabilirsek kış ayları sorunsuz atlatılırdı.

Anamın söylediklerini yerine getirdikten sonra dayılarımın da ortalıkta olmadıklarının farkına vardım. Onlar da kışı geçirmemizi sağlayacak bir yer arayışına girmişlerdi. Farklı yerlere dağılmışlardı.

Her an, henüz bizce bilinmeyen bir yere göç edebilirdik.

8 Aralık 1951 Cumartesi, Osmaniye…

Bugün öğleden sonra gülümseyen bir yüzle döndü babam. Anneannemle Mustafa Dayım da gelmişti babamı dinlemeye.

-Kışı, Osmaniye’nin yaklaşık 30 km kuzeydoğusunda olan Yeşilova Köyünde geçireceğiz.

Dedi ve anlatmaya başladı. Biz de büyük bir merak ve heyecan içinde dinlemeye başladık.

*****

Birinci Dünya Savaşı’nı da kapsayan 1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık savaş döneminde Anadolu nitelikli ve üretici insan kaybı yaşamıştı.

Üstüne üstlük sağlık sorunları da olan bir Türkiye devralan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikli, çalışkan ve tarımdan anlayan insan gücüne ihtiyacı vardı.

Balkanlardaki asimilasyon politikalarıyla bu ihtiyaç birleşince, 1923-1938 yılları arasındaki dönemde, sadece Bulgaristan’dan Türkiye’ye 200 000 civarında göçmen gelmişti.

1933-1937 yılları arasında gelen iskânlı göçmenlerin bir bölümü Yeşilova Köyüne yerleştirilmişti. Yerleştirilenlerden biri de, çok uzaktan da olsa, ben daha doğmadan vefat etmiş olan Durgud dedemin soyundan, Ömer Dayı da onlardan biriydi.

Ömer Dayı Düziçi Yeşilova Köyü’nde varlıklı sayılabilecek bir konumdaymış. Karagözlülerin Yeşilova’da konaklayabileceklerini, bunun için de elinden gelen her türlü yardımı yapabileceği sözünü vermişti.

Boşuna dememişler ”gün ola harman ola…” Diye

Yeni bir başlangıç yapılacağı inancıyla moralimiz düzelmişti…

13 Haziran 2022 Pazartesi

YERFISTIĞI AMBARI OSMANİYE

 


20 Ekim 1951 Cumartesi, Osmaniye…

Yaklaşık üç haftadır Adana’nın kazası Osmaniye’deyiz…

Osmaniye’deyiz dediğime bakmayın. Şehrin dışında, Düziçi tarafında içi yerfıstığı dolu yüzlerce çuval bulunan bir hangarın yanına yerleştirildik Elçi, affola, Çavuş tarafından.

Türkiye’de yer fıstığı üretiminin yaklaşık yüzde 80’i Osmaniye’de, geri kalan % 20’si de Toprakkale, Kadirli ve Düziçi tarım alanlarında üretiliyordu.

Eylül ayının ikinci haftasında, topraktan hasadı başlatılan yer fıstığının kökleriyle birlikte çıkarılması, kazık köklü bu bitkinin meyveleri olan ham yerfıstığının dallarından alınması ve çuvallara doldurularak hangarlarda toplanması bir buçuk iki ay gibi bir zaman sürecinde gerçekleşiyordu.

Bizler bu sürenin sonunda, temizlenmiş ve kurutulmuş yer fıstıklarını kabuklarından ayırmak için görevlendirilmiştik.

Kabuklarından ayrılan yer fıstıklarının ağırlıklarına göre ücret ödenirdi.

Kabuklu yer fıstıklarını ayırmak için sabahın erken saatlerinde işe başlardık. Parmaklarımızla yerfıstığının kabukları kırılır ve çerezlik kısmı ayrılırdı.

Taşlarla da kırmak mümkün dü ama, içindeki çereze zarar verirdi. Kasları yeterince gelişmiş olan büyükler açısından sorun yoktu. Ne var ki parmak kasları yeterince gelişmemiş olan çocuklar, yani benim gibiler, parmakları yerine dişlerini kullanarak ayıklama işlemini gerçekleştiriyorlardı.

Yer fıstığının içerisinde A vitamini, E vitamini, C vitamini, B12 vitamini, Kalsiyum, Magnezyum, Demir, Bakır gibi birçok bileşen bulunmaktadır. Bu nedenle tüketilmesi halinde bedenimiz gerekli olan enerji ve vitaminlerin bir çoğunu kazanır. Demişti bir sohbet esnasında bizi denetleyen mal sahibinin temsilcisi.

Yer fıstığının bu özelliklerini öğrendikten sonra, aşırıya kaçmamak üzere, kabuklarından ayırdığımız üründen bizler de sebeplenmeye başlamıştık.

Yer fıstığının içini kabuğundan ayırma yöntemimiz ne olursa olsun, durumumuzdan mutluyduk.

Hem para kazanıyor hem de sebepleniyorduk…

OSMANİYE YERFISTIĞI TARLALARI

 


2 Ekim 1951 Salı, Osmaniye…

Pazar günü pamuk hasadının sona ermesiyle birlikte işsiz, yurtsuz kaldık derken, pamuk hasadındaki Elçimiz Osmaniye’deki yer fıstığı hasadında iş bulduğunu müjdeledi ve helallik isteyerek ayrıldı.

Elçi ayrıldıktan yaklaşık yarım saat sonra, Osmaniye’de yer fıstığı üreticisi ile bizim aramızda işbirliğini sağlayan ve hane halklarının üretimlerini kayıt altına alacak olan Çavuş, kasası oldukça büyük bir kamyonla bizleri aldı.

Halil Dedemi toprağa vermiş olduğumuzdan, Elbistan Köylerinden 25 kişi olarak çıkan Karagözlüler Osmaniye’ye 24 kişi olarak gidiyorlardı.

Kamyonumuz harekete geçtikten yaklaşık bir saat sonra, sarı çiçekleriyle yol kenarındaki tarlaların bazılarında kendini gösteren bitkinin yer fıstığı olduğunu, daha doğrusu yer fıstığının toprak üzerindeki kısmı olduğunu anlamıştım.

Pamuk hasadının sona ermesinden bir gün önce, kantarda görevli mevsimlik işçi üniversite öğrencisi Faruk Abi bana, buradan sonra belki Osmaniye yerfıstığı tarlalarında iş bulabiliriz diye, Güney Amerika kökenli sarı çiçekli bu bitki hakkında biraz bilgi vermişti.

Güney Amerika kökenli olan bu sarı çiçekli bitki, baklagiller familyasından tek yıllık, yazlık, çok değerli bir yağ kaynağıydı aynı zamanda. Bezelye, bakla ve fasulye ile akraba olan yerfıstığı bunlardan meyvelerini toprak içinde meydana getirmesiyle ayrılıyordu.

Kökeni Amerika olan sarı çiçekli bu bitki,  Amerika’nın keşfinden sonra Portekizliler tarafından 16. yüzyılda gemilerle önce Avrupa’ya getirilmiş, buradan Afrika ve Asya kıtalarına yayılmış, daha sonra da Pasifik adalarına götürülmüştü.

Osmaniye yer fıstığı kabuklu, kabuksuz, tuzlu, tuzsuz, çeşnili ve baharatlı olarak bir çok farklı çeşidi bulunmaktaydı. Severek tüketilen Osmaniye yer fıstığı çok lezzetli, çok sağlıklı ve çok ekonomik bir çerez olarak sıkça tercih edilmekteydi.

Böylece, yeni bir iş koluyla tanıştırıldık. Yer fıstığı hasadı ve kabuklarından ayrılması…

Yer fıstığı hasadı ve işlenmesi için de mevsimlik işçiler çalışmakta ve yine elçiler devreye girmekteydi.

Elçilik sisteminin iyi tarafı işçilere konaklayabilecekleri yer göstermeleriydi. İşlenme kolaylığı ve verimlilik açısından tarlalara yakın kapalı binalar, hangarlar yapılmıştı. Hangarları ve çevresini barınma yeri olarak seçmemiz sağlandı.

Yer fıstığının çerez olarak kullanılabilmesi için kabuklarından ayrılması gerekiyordu.

Günümüzde bu işlem oldukça gelişmiş ayırma makineleriyle yapılmaktaysa da, 1951’li yıllarda insan emeği ile yapılıyordu. Baş parmakla diğer parmaklar arasında sıkıştırılarak fıstık kabuğundan ayrılıyordu.

Kabuklarından ayrılan yer fıstıklarının ağırlıklarına göre ücret ödenirdi.

Ailemizin kışlık nafakasını çıkarabilmek için çocuklar da kabuklarından ayırma işinde çalışıyordu.

Güçsüz parmaklarımız buna uygun olmadığı için, yer fıstıklarını kabuklarından dişlerimizle ayırıyorduk.

Bu tür bir ayırma işleminin yaşlılık dönemlerinde dişsiz kalacağımıza neden olacağını bilemezdik.

Nitekim sonraki yıllarda bütün dişlerimi kaybedecektim…

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...