11 Ağustos 2022 Perşembe

1955 TE MERSİN SAHİLİ

 




27 Haziran1955 Pazartesi, Mersin…

Göçmen Barakalarındaki çocuk sesleriyle uyandım. Kapı ve uyduruk pencere aralıklarından güneş huzmeleri yansımıştı sazdan barakamızın duvarından.

Kalktım...

Kalktığımda babam yoktu. Erkenden iş aramaya gitmişti. Mustafa'yı kaldırdım. Elimizi yüzümüzü yıkayıp, tuvalet ihtiyaçlarımızı da giderdikten sonra Fatma Nenemin hazırladığı sabah kahvaltısına gittik.

Dayılarım da yoktu, onlar da erkenden çıkmışlardı.

Birlikte kahvaltı yaptık. Zahmetleri için  Neneme teşekkür ettikten sonra sofrayı toplamasına yardım ettim.

Dışarı çıkmıştım ki, birkaç gün önce tanışıp kaynaştığımız İsmail Tunalı bahçe kapısın aralamış el sallıyordu.

-Günaydın İsmail. Bugünkü programın nedir?

-Çakmak Caddesi üzerinden sahile inmeye karar verdik arkadaşlarla. Siz de gelir misiniz?

-Elbette geliriz. Neneme haber verelim de bizi merak etmesin. Neneee…Nene… Biz arkadaşlarla sahile iniyoruz. Merak etme emi.

-Güle güle yavrularım. Fazla geç kalmayın. Babanız geldiğinde sizleri evde bulmalı…

Yolumuz üzerindeki Mersin Gara uğradık önce. Dumanlarını salıp homurdanarak gara giren kara treni izledik bir süre.

Sonra da  Latin Katolik Kilisesi’nin yanından geçerek sahile geçtik.

Yanından geçtiğimiz Latin Katolik Kilisesi, Uray Caddesi’nin doğu ucunda, İl Halk Kütüphanesi arkasında, yüksek duvarlarla çevrili, içinde kız ve erkek okullarının bulunduğu saat kuleli bir kompleks yapıydı.

Eskiden Mersin limanına yanaşan gemilerin uzaktan ilk gördükleri yapı kilisenin çan kulesiydi.

Mersin limanı inşa edilene kadar, çan kulesinde bir deniz feneri de bulunmaktaydı.

Aslında deniz kıyısına inşa edilmiş olan kilise 1930’lu yıllarda denizin doldurulması çalışmaları sonucunda, şu an denizden 300 metre kadar içeride bulunmaktaydı. 

Mersin Garı’nın önünden başlayıp, geniş bir yay çizerek, denize paralel olarak  batıya uzanan Uray Caddesi, şimdilerde Ulu Camii kompleksi içinde yer alan Ulu Çarşı alışveriş merkezinin bulunduğu Gümrük Meydanı’na ulaşıyordu. 

Uray Caddesi boyunca, Fransız işgali sırasında, döşenmiş bir dekovil hattı, yani hafif raylı sistem vardı.

Dekovil hattı Gümrük Meydanı’nda bir “U” çizerek başlangıç noktasına geri, Mersin Tren Garına bağlanıyordu.

Uray Caddesi ya da günümüzdeki adıyla Belediye Caddesi, ki Enteller Caddesi olarak da bilinmektedir, en popüler caddelerden biriydi.

Latin Katolik Kilisesi yanından geçerek ulaştığımız sahilde ilk gözümüze çarpan Alman İskelesiydi.

Alman İskelesi çevresi adeta Mersinlilerin halk plajıydı. Her yerden denize girme olanağı vardı.

Sahil batıya doğru sıralanmış iskelelerle ve kumsala iyice yaklaşmış kayıklarla doluydu. 

Deniz ticaretinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, iskeleler cazibe merkezi haline gelmiş ve kıyıya yakın olan Uray Caddesi de zorunlu olarak gelişmişti.

Caddede önce depolar, hanlar, gemi acenteleri, gümrük binaları ile ithalat ihracat yapan pek çok uluslararası firma çalışmaya başlamıştı.

Ardından da hükümet konağı, belediye, vergi dairesi gibi yönetim kurumları da Uray Caddesi’nde yerlerini almışlardı.

Uray Caddesi’nin iki yanında yer alan binalar genellikle kesme taştan yapılmıştı.

Binaların büyük çoğunluğunun mimari görünümü, malzemesi ve işlevselliği Avrupai izler taşısa da, konum ve yapılarında Osmanlı ve Selçuklu izleri görülüyordu.

Yapılanmada olası yangınlar dikkate alınarak ızgara plan sistemi uygulanmıştı.

1900’lü yılların başında dışardan gelen insanların barınacağı yerlerden biri Azak Han inşa edilmişti.

Önceleri yolcular ve hayvanlarının barındığı bir han olarak kullanılmakta olan Azak Han, kentin liman iskelesine ve ticaret bölgesine yakınlığı nedeniyle, sonraları ticari faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez haline dönüşmüştü.

Azak Han’ın ticari bir merkez olma durumu, yıkılıncaya kadar devam etmişti.

Uray Caddesi gibi Azak Han’da, bu kentin ticari kimliğinin en önemli bir parçasıydı.

Biz Uray Caddesi’ni tercih etmeyerek, Latin Katolik Kilisesi yanından geçerek ulaştık sahile.

Sahilde ticari iskeleler ve çevresinde yük ve yolcu taşımaya hazır kayıklar ve küçük yük ve yolcu tekneleri vardı.

Sahilde, çıplak ayaklarımızla, suya girip çıkarken bir balıkçı köyünde dolaşıyor duygusuna kapıldık. 

Gümrük Meydanı ve İskelesini geçip, Mersin’de ilk meydan olarak ortaya çıkan Yoğurt Pazarı’na ulaştık.

Sonraları Gümrük Meydanı ortaya çıktı ki 1977 yılından sonra yerini, Ulu Camii’nin doğusundaki Ulu Çarşı alacaktı.

Sahil boyunca kuma batarak, şakalaşarak, Cumhuriyet Meydanı'ndaki Kültür Merkezi’ne ulaştık.

İl Halk Kütüphanesi vardı Kültür Merkezinde. Sonraki günlerde tekrar gelmek üzere Müftü Deresine kadar gittik.

Oldukça güzel bir gün geçirmiş, sonraki günlerde denize girmek ve İl Halk Kütüphanesinde kitap okumak için sözleştik arkadaşlarımızla.

Müftü Deresinden geri dönerken, sahilden Gümrük Meydanına girdik tekrar.

Gümrük Meydanı ve Yoğurt Pazarında simit ve halka tatlısı satan, ayakkabı boyayan  bizim yaşımızdaki çocuklara vardı. 

Acaba bizler de simit satabilir ya da ayakkabı boyayabilir miydik?

Düşünmeye değerdi doğrusu.

Kardeşimle diğer arkadaşlarımız ailelerimize ekonomik yönden yararlı olabiliriz kararına vardık. Akşam babalarımızla bu konuyu konuşmalıydık.

Akşam yemeğinden sonra babama açtık simit satma konusunu. Biraz düşündükten sonra uygun buldu.

-Yarın ikinize de birer simit tablası ve üzerine koyacağınız katlamalı birer tablalık yapayım. Sonra da birlikte simit fırınına giderek sahibiyle konuşalım ki sizlere güvenle simit versinler.

Ailemize, küçük çapta da olsa, ekonomik yönden katkıda bulunmanın heyecanı sarmıştı hepimizi…

8 Ağustos 2022 Pazartesi

MERSİN DEVLET HASTAHANESİ 1955

 


21 Haziran 1955 Salı, Mersin…

Dün, Göçmen Barakalarındaki tek odalı sazdan yapılmış evimize yerleştik.

Osmaniye-Mersin arasındaki taşınmanın verdiği yorgunlukla, saat 21:00 sularında girdiğim yatakta adeta sızmışım.

Rüyamda anam kahvaltı hazırlamış,

-Mehmeeet…Mustafaaa…Kalkın artık.

Diyordu. Ben öyle algılamıştım.

-Ana biraz daha uyumak istiyorum.

Demiştim ki Mustafa beni sarsarak,

-hadi kalk artık birader. Nenem bizi bekliyor.

Dedi. Nenem de nereden çıktı derken zorla araladığım gözlerim sazdan bir barakada olduğumu anlamama yetti. Kardeşim Mustafa giyiniyordu.

Önümüzdeki barakada kalmakta olan nenem ‘’anasız kuzularım’’ diyerek hazırladığı sabah kahvaltısına bizleri çağırıyordu.

Hüseyin, Kerim, Yusuf ve Mustafa dayılarım erkenden evden çıkmışlardı. Kerim ile Yusuf dayım çırçır fabrikasında iş buldukları için, Hüseyin ile Mustafa dayım günübirlik iş bulmak için gitmişlerdi.

Kahvaltıdan sonra babam,

-Mehmet, Mustafa bu gün hastaneye, ananızı ziyarete gideceğiz. Bir yerlere ayrılmayın, saat 13,oo’de buralarda olun.

Dedi ve çıktı.

Hastane ziyaretleri saat 13,30 ile 14,30 arasında olurdu. Saat 13,00 e kadar çok zaman vardı.

Saat 13:00'e kadar evi sildik, süpürdük ve içecek su getirdik çevredeki çeşmelerden.

Babam tam saatinde geldi. Göçmen barakalarının yaklaşık 500 metre batısında bulunan hastaneye yaklaşık 5 dakikada ulaştık ve saat 13,30’da içeri girdik.

Anam birinci katta 10 kişilik bir hastane koğuşunda yatıyordu. Yataklar sürgülü bez perdelerle birbirinden ayrılmıştı.

-Herkese geçmiş olsun.

Diyerek yaklaştık anama. Bizleri görünce yüzü aydınlandı ve gözleri parladı. Yaklaşık iki aydır görmüyorduk anamı. Benim de sevinçten gözlerim yaşarmıştı.

Görevli hemşirenin uyarısıyla, elini öpemediğimiz gibi biraz da mesafeli kaldık.

Yatanların hepsinin verem teşhisiyle geldiğini söyleyen görevli hemşire,  

-Ne de olsa ince hastalık bulaşıcıdır. Tedbirli olunması gerekiyor. Bizler de, hastaların arasına sürgülü perdeler çekerek tedbir aldık.

-Hastalar birbirini görmeden konuşabilir, bazen de bizleri çağırarak diğer hastalara yardım etmiş olurlar.

Dedi ve bizleri anamla başbaşa bıraktı.

Babam aldıklarını anamın başucundaki çekmeceye koydu, başka bir ihtiyacının olup, olmadığını sordu. Anam da olmadığını söyledi.

İki ay öncesine göre anamı bir hayli toparlanmış gördüm. Bakımında görevli hemşireden edindiğimiz bilgilere göre, kan tükürmez olmuştu. Eskisi gibi ateşi çıkmaz olmuştu. Tedavi olumlu sonuç vermişti. Ne var ki bir süre daha hastanede yatması gerekiyordu.

Sonraki günlerde Mersin Halk Kitaplığında yaptığım araştırmalara göre, 1900’lü  yıllarda Mersin, sıtma ve verem hastalıklarının kol gezdiği, henüz kentleşmemiş köy tipinde bir yerleşim yeriydi.

İlk hastane inşaatına 1907 yılında başlanmıştı.

O tarihlerde Mersin Belediye Başkanı olan Hamit Hayfavi’nin ve halkın yardımları ile devam eden inşaat, Hamit Hayfavi’den sonra Belediye Başkanı olan Hacı Bey’in belediyenin mali katkılarını da sağlamasıyla, 1908 yılında hastane tamamlanmıştı.

İlk açılışında 40 yataklı olan hastanenin, tedavi gören bir Avusturyalının 100 altın lira bağışta bulunmasıyla, bahçe ve çevre duvarları yapılmıştı.

1923 yılında Zührevi hastalıklar bölümü, 1932 yılında Verem bölümü hizmete girmişti. 

1930’lu yıllarda bazı evlerin kapısında sarı bir kağıt bulunması Mersin’de sıkça rastlanan bir uygulamaydı.

Sarı kağıtta ” Bu evde sâri hastalık var” yazılmaktaydı.

Bu ‘’sâri hastalık’’ deyimi, her bulaşıcı hastalık için söylense de, en çok veremli olanlar için kullanılırdı.

Hastalığın yayılmasını önlemek için başvurulan bir uygulamaydı. Bir bakıma, üstü örtülü karantina uygulamasıydı aslında.

Halk arasında ince hastalık olarak tanımlanıyordu verem. Tedavisi için hastalara; bol gıdanın yanı sıra açık hava tavsiye edilir, kuvvet iğneleri yapılır, kalsiyum hapları verilirdi.

Anamın yatmakta olduğu Devlet Hastanesinin çevresinde portakal bahçeleri vardı. Veremliler için uygun bir ortamdı.

1938 yılında da hastanede Kadın Hastalıkları – Doğum bölümü hizmete girmişti. Bu tarihte hastane 50 yatak kapasitesine ulaştığı gibi bir adet röntgen cihazına da sahip olmuştu. 

İkinci Dünya Savaşından sonra Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bağlanan hastane, Devlet Hastanesi adını almış, 1945-1955 yılları arasında inşa edilen ek hizmet binaları ile genişletilmişti.

Yarım saatlik bir ziyaretten sonra hastaneden ayrıldık. Anamın tez elden sağlığına kavuşarak evimize dönmesi için dualar ettik kardeşimle.

Bekleyip, görecektik…

7 Ağustos 2022 Pazar

MERSİN GÖÇMEN BARAKALARI

 


20 Haziran 1955 Pazartesi, Mersin…

Saat 14:30…

Yarım saat önce Osmaniye’den geldik.

Mersin Tren Garında babamı bekliyoruz kardeşim Mustafa ile. Yük vagonundan indirdiğimiz eşyalarımızı Göçmen Barakalarına götürmek için araba bulmaya gitmişti.

Babam, Mersin Devlet hastanesinde yatmakta olan anamı her ziyarete geldiğinde, öncelikle barakalarda sazdan yaptığı eve uğradığı için, kuzeydeki Toros eteklerine doğru uzanmakta olan Çakmak Caddesi ve Göçmen Barakaları hakkında bilgi vermişti.

İstasyondan hareketle, Cadde üzerinden kuzeye, Toros Dağları eteklerine doğru, yaklaşık 800 metre yürünürse Çakmak Caddesi 4 ana bir yan sokak ile beşli bir kavşak oluşturuyordu.

Bu kavşağa giren ve çıkan 5 adet yol olduğundan, doğu ve kuzeye yönelen yolların köşesinde bulunan kahvehaneye, 1955’te ”Beşyol Kahvesi” denmişti.

Beşyol Kahvesi bilinen bir nirengi noktasıydı. Adreslerde dikkate alınan bir yerdi.

Beşyol Kahvesinin yaklaşık 7oo metre kuzeydoğusuna konuşlanmış olan gecekonduları muhacirler-göçmenler kurduğundan, Göçmen Barakaları olarak biliniyordu.

Mersin’in ilk gecekondu bölgelerinden biriydi Göçmen Barakaları.

Çakmak Caddesi üzerinde, Beşyol kavşağının hemen ilerisinde ve caddenin batısında, 1890’lı yıllarda Katolik Cemaatine ait bir mezarlık vardı. Aynı cemaatin, Mersin Garının yaklaşık 300 güneyindeki kiliseleri Aziz Antuan bulunmaktaydı.

Mersin Latin Katolik Kilisesi…

1874 yılında Katolikler tarafından satın alınan yüzlerce dönüm arazinin  2471 metrekaresi Katolik Mezarlığı olarak kullanılmıştı. Bu mezarlıkla Katolik Kilisesi arasındaki yol, ki Çakmak Caddesi’dir, o dönemde açılmış olup, Kapusien adı verilmişti.

Yaklaşık 60 yıl kullanılan Katolik Mezarlığı, Belediye Meclisinin kararıyla, 1936 yılında Mersin Şehir Mezarlığına taşınmıştı.

Beşyol kahvesinin kuzeydoğusunda, Çakmak Caddesi ile sağındaki 112. Cadde arasında kalan ve günümüzdeki Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’na kadar uzanan bölge 1955’lerde hazine arazisiydi.

Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’nın günümüzdeki yerinde küçük bir derenin de bulunduğu bu hazine arazisi, İş bulmak ümidiyle Mersin’e gelen göçmenlerin çadır kurduğu, sazlar ve tenekelerden kulübeler ve barakalar yaptığı uygun bir yerleşim alanı olmuştu.

Günümüzde Mersin Atatürk Anadolu Lisesi ve çevresinin yer aldığı bu hazine arazisinde portakal ağaçları bulunuyordu.

Mersin’in en bakir ve en çok fabrika işçisine ihtiyaç duyduğu zamanlarda gelmişti göçmenler buralara.

Bu yüzden gecekondulaşmaya ve göçmen barakalarına fazla ses çıkaran olmamıştı. Ne de olsa fabrikaların işçilere ihtiyacı vardı. Üstelik Mersin henüz bir köy havasından da kurtulamamıştı. 

Bir hafta önce Osmaniye’den Mersin Devlet Hastanesi’ndeki anamı ziyarete gelen babam konaklayacağımız yer konusunu, dayılarımın da yardımıyla, burada çözüme ulaştırmıştı.

Eski Mersin Devlet Hastanesinin yaklaşık 600 metre doğusunda, tren garının da yaklaşık 1500 metre kuzeyinde bulunan göçmen barakalarında, dayımlara komşu olmuştuk.

İyi de olmuştu. Babam, sazlardan bir baraka yaptığı gibi yaklaşık 200 metrekarelik bir alanı da sazlardan çitle çevirerek bir avlu oluşturmuştu.

Babam araba bulmaya gitmeden bu oluşumları anlatarak rahatlatmıştı Mustafa ile beni. Gittikten 20 dakika sonra bir atlı araba ile geldi. Çabucak eşyalar yüklendi.

Göçmen barakalarındaki yeni konaklama yerine ulaştığımızda anneannem ve dayılarım karşıladı bizleri.

Kardeşimle bendeki sevinci ve coşkuyu görmeliydiniz. Anneanneme sarılıp, hasret giderdikten sonra ellerini öptük. Dayılarımızla da sarılıp, öpüştükten sonra eşyalarımız avlumuza indirildi. Kısa sürede barakamıza yerleştik.

Yerleşip nenem ve dayılarımla hasret giderdikten bir süre sonra , meraklı bir çocuk olarak çevreyi tanımak istedim.

Barakalarla birlikte portakal ağaçlarının da bulunduğu bu hazine arazisinin kuzeyinde, günümüzdeki Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’nın yerinde, küçük bir dere vardı.

Dereden, az da olsa, su akmaktaydı. Bu iyiydi. Su ile ilgili sorunlarımızın bir bölümü çözülmüş olacaktı. En azından bulaşık ve çamaşır için suyu buradan temin edebilecektik. Diye düşündüm.

Güneye, tren garı tarafına baktığımda birkaç konut dışında hiçbir yapılanma göremedim. Mersin Tren Garı kolaylıkla görülüyordu.

Kuzeye, Toros Dağları eteklerine doğru baktığımda ise, şimdilerde Toroslar Belediyesinin bulunduğu bu bölgede, kent mezarlığı ile birkaç yapı bulunuyordu.

Kuzeydeki bu yapılardan birinin Kuvayi Milliye İlkokulu olduğunu öğrenecektim birkaç hafta sonra.  Sol tarafımızda, batı yönümüzde ise anamın yatmakta olduğu hastane vardı.

Birden anamı çok özlediğimi hissettim. Gözlerim doldu, hıçkırmamak için zor tuttum kendimi. Yarın ilk fırsatta anamı ziyaret etmeliydik…

MERSİN TREN GARI 1955

 


20 Haziran 1955 Pazartesi, Mersin…

Bu sabah Osmaniye Mamure Tren garından başlayan yolculuğumuz Ceyhan, Yüreğir, Adana, Yenice, Tarsus rotası izlenerek, saat 14:00 sularında Mersin Garı’nda son buldu.

Vagondan eşyalarınızı indirdikten sonra gar ve çevresiyle ilgilenme fırsatı buldum.

Oldukça küçük bir tren garıyla karşılaşmıştım.

Güneyinde bir kilise ve daha ilerisinde Akdeniz sahili görünüyordu. Kuzeyinde, Toroslara doğru alabildiğine açık olan bölgede portakal bahçeleri vardı.

Babam kuzeybatıyı işaret ederek anamın yatmakta olduğu Mersin Devlet Hastanesi’ni gösterdikten sonra, Hastanenin yaklaşık 500 metre doğusundaki Göçmen Barakalarını gösterdi.

Göçmen barakalarına yerleşecektik.

Dikkatimi babamdan ayırarak Gar ve çevresine yoğunlaştım.

Garın yaklaşık 500 metre güneyinde Akdeniz sahili bulunmaktaydı. Günümüzde aynı yerde Mersin Uluslararası Liman İşletmesiyle Atatürk Parkı yer almaktadır.

Bir bakıma, tren garı ile sahil arasındaki bölge ticaretin kalbinin attığı yerleşim birimiydi.

Diğer taraftan Kiliselerin, sinagogların ve Ulu Cami’nin de yer aldığı bir alandı. Hem ticari hem de manevi bir bölgeyi temsil ediyordu.

Batısında, sahilde Gümrük Binası ve mal boşaltan mavnalar vardı.

Gar binasının güneyinden, Gümrük Meydanı’nın yanı sıra, Adana ve Tarsus’tan gelen malların fabrikalara kolay ulaştırılması için, Mesudiye Mahallesi ile Soğuksu Caddesi’nde bulunan Bodoski’ye ait fabrikalara dekovil hattı döşenmişti.

Sevmiştim tren garını. Dumanlarını çıkarıp, soluyarak ve kıvrılan bir yılan gibi gara giren kara trenleri severdim.

Oysa pamuk tarlalarında çalışırken kızmıştım çıkardıkları dumanların yağmura neden olduklarını düşünerek. 

Sonraki günlerde, Mersin İl Halk Kütüphanesindeki Mersin’i tanıtıcı kitaplardan öğrendiğime  göre,  eski garın açılış gününde Mersinliler istasyonu doldurmuşlardı.

Tren lokomotifini ve vagonlarını ilk kez göreceklerdi.

Düdüğünü çalarak soluya soluya, bütün heybetiyle istasyona giren lokomotif ve vagonlarını devasa bir çıngıraklı yılana benzeten halk çil yavrusu gibi dağılıp kaçmışlardı.  

Korkularından lokomotif ve vagonlara yaklaşmamışlar, bu garip aracı uzaktan izlemekle yetinmişlerdi.  

Yaklaşmadıkları gibi ilk günler trene kimseler binmemiş, Mersin-Adana arasında vagonlar boş gidip gelmişti. İşletme zarara uğramıştı.  

Trenleri işleten şirket, trene alıştırabilmek için bir ay süreyle halkı ücretsiz taşımıştı. Sonraları da Mersinliler düşük ücretlerle tren yolculuğuna alıştırılmıştı. 

Mersin oldukça önemli bir ticari merkez olmak üzereydi. Bu nedenle, Mersin Tren Garının ilk hizmete girdiği yıllarda başta Amerika Almanya, Fransa, İngiltere ve Rusya olmak üzere, Mersin’de 12 ülkenin konsolosluğu açılacaktı.




6 Ağustos 2022 Cumartesi

BALIKÇI KÖYÜNDEN MODERN KENT MERSİN

 

Mersin, Haziran 1955…

1800’lerin başında bir balıkçı köyü olan Mersin Tarsus’a, Tarsus da Adana’ya bağlı birer yerleşim birimiydiler.

Bizler, Bulgaristan Muhacirleri, köylülükten modern bir kente dönüşmeye başladığı bir dönemde geldik Mersin’e.

1830’lardan sonra, Çukurova’da pamuk ekiminin başlamasının ardından ilk çırçır fabrikaları, ardından da tekstil fabrikaları Tarsus ve Mersin’de kurulmuştu.

Böylelikle hem tarımdan sanayiye hem de tarımdaki ırgatlıktan sanayi işçiliğine geçişin ilk adımları ortaya çıkmıştı.

Şadi Eliyeşil’in çırçır ve dokuma fabrikalarında yüzlerce sanayi işçisi çalışıyordu. Bunların bir bölümünü de Göçmen Barakalarında yaşayanlar oluşturuyordu.

Pamuk tarlalarından elde edilen sanayi ham maddesinin, işlenmesi için fabrikalara taşınması gerekiyordu.

Üretilen tekstilin de dağıtımı, pazarlara çıkabilmesi için ulaşım ağının genişletilmesi zorunluluğu vardı.

Arzu edilen ulaşım ağı Tarsus’tan sağlanamaz olmuştu.

Başlangıçta bir liman kenti olan Tarsus bu özelliğini kaybetmişti.

Bunun bir sonucu olarak 1886’da Bağdat Demiryolunun Adana-Tarsus-Mersin bağlantısının kurulmasını sağlandı.

Sağlandı çünkü Antik Çağ’dan 17. yüzyıla kadar bir liman kenti olan Tarsus bu özelliğini kaybetmişti.  

M.S. 5 yüzyılda Roma İmparatoru Justinianus, özellikle kış aylarında kentte su baskınına neden olduğu için Berdan Nehri’nin yatağını değiştirmişti.

Böylelikle bugünkü Tarsus Şelalesi meydana gelmişti. Gelmişti gelmesine ama kentin içinden geçen nehir yatağı kurumuş, bu suyun ulaştığı Regma Gölü olarak bilinen lagün, yeterli suyu alamadığı için, zamanla Karabucak bataklıklarına dönüşerek, liman olarak önemini yitirmişti.

Yeni bir limana ihtiyaç doğmuştu. En yakın liman da Mersin’de bulunuyordu.

Adana-Tarsus-Mersin Demiryolu ile Mersin limanının kurulması Mersin’e ticari önem kazandırmıştı.

1864 yılında Mersin, idari birim olarak, kaza olmuş, 1869’da Belediye Meclisi kurulmuş, 1888 yılında da Sancak olmuştu.

1924 yılında il yapılan Mersin 1933 yılında Büyük Mersin İlini oluşturmak için İçel İli kurulmuş ve ilin merkezi Mersin olmuştu.

1930’lu yıllardan itibaren başta Ankara olmak üzere birçok kentin şehir planını yapan Hermann Jansen Mersin Şehir planını da yapmıştı.

Böylelikle bir balıkçı köyü olan Mersin modern bir kent olma yolunda emin adımlarla ilerlemeye başlamış ve Mersin’de ticaret gelişmişti.

Günümüzdeki Atatürk Caddesinin devamı olan Uray Caddesi ticaretin merkezi olmuştu.

Tüccarların konaklaması için Azak Han, Taş Han gibi hanlar yapılmış, Müslim ve Gayrimüslimlerin nüfus olarak artması üzerine de kiliseler, camiler, sinagoglar ve konaklar inşa edilmişti.

1950’den sonra da Mersin nüfusu içinde bizler de yerimizi almıştık. Nusratiye Mahallesinin çekirdeğini de Göçmen Barakaları oluşturmuştu.



5 Ağustos 2022 Cuma

OSMANİYE'DEN MERSİN'E GÖÇ KARARI

 


20 Haziran 1955 Pazartesi, Osmaniye…

   17 Haziran Cuma günü karnelerimizi almış, okullar da yaz tatiline girmişlerdi.

Osmaniye sağlık kuruluşlarında yeterli donanım olmadığı gerekçesiyle anamın Mersin Devlet Hastanesi’ne sevkinden sonra kendi başımızın çaresine baktığımız gibi, okul ödevlerimizi de hiç aksatmadan yapmıştık.

   Başta sınıf öğretmenimiz olmak üzere, durumumuzu yakından izleyen öğretmenlerimiz vardı. Kardeşimle bana her türlü yardımı yaptıkları gibi kolaylıklar da sağladılar Ufak tefek hatalarımızı görmezden geldiler.

  Okuldaki bu olumlu şartların da etkisiyle 1954-55 Eğitim ve Öğretim yılının ikinci dönemini de başarı ile tamamladık ve üçüncü sınıf olduk.

  Okulun tatile girmesiyle birlikte babam, işten geldiği Cumartesi akşamı kardeşimle bana, anamın Mersin Devlet Hastanesindeki tedavisinin oldukça uzun süreceğini, Mersin’e göç etmemiz gerektiğini söyledi

 Alıştığımız Karaçay Mahallesi, Karaçay Deresi, okulumuz ve arkadaşlarımızdan ayrılmak bizi hüzünlendirecek olsa da başka seçeneğimiz yoktu. Kabullendik…

   Osmaniye Karaçay kıyısındaki, kiralık da olsa, evimizi ve ev sahibini de sevmiştik. Ev sahibimiz Halil Amca ile eşi Ayşe Teyze Mustafa ile beni çocuklarıymışız gibi sevmiş ve adeta korumaya almıştı. Ayrılmak zor olacaktı…

  Ayrıca iyi anlaştığımız arkadaşlarımız da olmuştu.

Mersin yeni bir bilinmezdi bizim için.

Yeni bir çevre, yeni bir okul ve arkadaşlar. Üstelik hastanede olan ve ne zaman iyileşeceği bilinmeyen anam…

Üzgün ve kırılgan olduğumuzu gören babam Mersin’e yabancılık çekmeyeceğimizi söyledi.

Misli ‘den sonra Bursa Karacabey taraflarına giden anneannem ve dayılarım da Mersin’e gelmişlerdi.

Bu haber içimizi ferahlattı biraz. Cemile teyzem, Karagöz Soyadını alan ve Karacabey’e yerleşen aileye gelin gitmişti.

  İstemeyerek de olsa, arkadaşlarımız ve bize çocukları gibi sahip çıkan ev sahibi ve komşularımızla vedalaştık.

Yine Ev sahibimizin yardımıyla tutulan bir arabaya yüklenen eşyalarımızla Osmaniye Mamure Tren istasyonuna gittik.

  Mamure Tren İstasyonu oldukça büyük ve heybetli bir yapıydı. Bir o kadar da sağlam görünüyordu. Hayranlık duydum.

Hayranlık duyduğum Mamure tren istasyonunun Osmanlı döneminde, 1898 yılında İstanbul-Bağdat tren yolu kapsamında Almanlar tarafından yapılmış olduğunu öğrendim görevlilerden.

  Her zaman meraklı, öğrenmeye istekli bir çocuk olmam bazen başımı belaya sokuyorsa da genelde olumlu sonuçlar doğuruyordu.

  Hayranlıkla seyrettiğim istasyonda, yaklaşık bir saat bekledikten sonra gelen kara tren vagonlarından birine eşyalarımız yüklendi ve Mersin’e yolculuk başladı.

 Osmaniye, Ceyhan, Yüreğir, Adana, Yenice, Tarsus rotası izlenerek, yaklaşık 5-6 saat yolculuktan sonra Mersin Garına ulaşacaktık.

Mersinli olacaktık böylece...

 

31 Temmuz 2022 Pazar

ANAM MERSİN DEVLET HASTAHANESİ'NDE

 


6 Mayıs 1955 Cuma, Osmaniye…

Aybaşından bu yana anamın hastalığı her geçen gün daha da ağırlaştı. Dün tekrar Osmaniye Hastanesi’ne götürdü babam.

Doktorlar, anamın teşhis ve tedavinin Osmaniye sağlık kuruluşlarında yapılamayacağı kararı üzerine, hastane yönetimince Mersin Devlet Hastanesi’ne sevki yapılmıştı.

Tedavi için başka seçenek kalmadığından, sevk ve sağlık raporlarıyla birlikte babam anamı dün öğleden sonra Mersin’e götürdü.

Bugün okul dönüşü babamı evde bulduk. Anamı hastaneye yatırmıştı.

Okulumuzun tatile girmesine daha bir aydan fazla zaman vardı.

Babam hem iş peşinde koşacak hem de ara sıra Mersin’e anamı ziyarete gidecekti.

Kardeşimle ben başımızın çaresine bakmak zorundaydık.

Baktık da…

Yeme içme konusunda ev sahibimiz Halil Amca ile eşi Ayşe Teyze bize çok yardımcı oldu. Kardeşimle beni adeta korumaya aldı.

Dayanışmanın ve insan olmanın önemini yaşayarak öğreniyorduk ve öğrenecek çok şeyimiz vardı…


ANAMIN İNCE HASTALIĞI NÜKSEDİYOR

 


14 Nisan 1955 Perşembe, Osmaniye…

Anam bu sabah da kan tükürdü ve zor kalktı…

Kahvaltıyı babamla birlikte hazırladık. Anamı kaldırdık, oldukça halsizdi, zorlukla kahvaltı yaptı.

Anamın kuru öksürükleri Şubat ayının ilk haftasından beri aralıksız sürmekteydi. Üstüne üstlük sabahları  ateşi çıkmaya başlıyor, öğleden sonra yükseliyor ve gittikçe artıyordu.  İştahı azalmış, yemek yiyemez olmuş ve iyice zayıflamıştı.

Nisan ayının son haftasında kan tükürdüğünü görmüştük. Bunun üzerine babam Osmaniye devlet Hastanesi’ne götürmüş, doktorlara geçmişte iki ay ince hastalık tedavi gördüğünü de anlatmıştı.

Kahvaltıdan sonra kardeşimle ben okul hazırlıklarını yaparken babam,

-Mehmet, Mustafa… Ben ananızı hastaneye götüreceğim. Okul dönüşü evde olmazsak merak etmeyin.

Dedi. Okula giderken oldukça üzgündüm. Yine mi anasız kalacağız derken, birden zamanda geriye, 1951 yılı nisan ayının karlı ve oldukça soğuk  bir gününde buldum kendimi.

Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç başlamış, açık bir kamyon kasasında Karagözler’ den Şumnu’ya giderken kan tükürmüştü anam.

Edirne Göçmen misafirhanesi doktorları ince hastalık teşhisi koymuşlar, bizimle Maraş Elbistan’a gelmesine izin vermemişlerdi. Babam da yanında kalmıştı. 

İki ay anasız babasız olarak, Halil dedemlerle Maraş Elbistan Alevi-Kürt köylerinden birine gitmiştik. İki ay tedavi gördükten sonra bizimle buluşmuşlardı.

Okul kapısına gelmiş olmalıydık ki kardeşim beni uyardı.

Dersler bitinceye kadar aklım anamdaydı. Sınıf öğretmenimin de dikkatini çekmiş olmalı ki beni uyardı. Özür dileyerek anamın durumunu anlattım kısaca. Anlayışla dinledi ve zor anlarda bize yardımcı olabileceğini söyledi.

Okul sonrası anamı evde yatarken bulduk. Babama, anamın kuvvetli beslenmesi gerektiğini söyleyen doktorlar, güçlü bir tedavi için Mersin Devlet Hastanesi’ne götürülmesini öğütlemişlerdi.

Doktorların birinci önerisini dikkate alan babam, bir süre dinlenmesi ve beslenmesi için gerekli tedarikte bulundu.

Kardeşimle ben de anamın yapacağı bir çok işi üstlendik ki yorulmasın...

30 Temmuz 2022 Cumartesi

KARA KIŞI BAHARA ÇEVİREN ÇİÇEKLER

 




26 Ocak 1955 salı Osmaniye…

Çukurova’da kışı bahara çeviren nergis çiçekleri açmaya başlamıştı. Adana, Mersin, Osmaniye ve Kahramanmaraş gibi şehirlerde geçim kaynağıydı nergisler.

Kardeşim 9, ben 11 yaşına girmiştik. Çapa sallayabildiğimize göre Karaçay kıyıları ve Torosların eteklerinde nergis toplayıp satarak aile bütçesine katkı sağlayabilirdik.

Pazar günü sabah kahvaltısından sonra babam işe giderken Mustafa ile ben de nergis çiçeklerinden toplamak için Karaçay Deresi’nin karşı kıyısına, Torosların eteklerine gittik.

Nergis, diğer bilinen adı ile Fulya, sıra dışı güzelliğin çiçeğidir. Demişti sınıf öğretmenimiz Osmaniye ile ilgili bilgi verirken. En az görüntüsü kadar güzel olan kokusu ile yanından geçenleri kendinden geçirirdi. Öyle ki, nergis’ in kokusunu duyan biraz mürekkep yalamışlar çiçeklerin dilini,

Nergis derki ben nazlıyım
Sap kayalarda gizliyim
Mavi donlu gök gözlüyüm
Benden ala çiçek var mı?

Dizeleriyle dile getirmekteydiler.

İkindiye kadar topladıklarımızla birlikte eve gelip, yemek yedikten sonra nergisler demetler haline getirdik. Ardından Osmaniye merkezine doğru yürüyerek, demetini 10 kuruştan sattık.

900 gram ekmeğin 40 kuruş olduğu yıllardı.

Her ne kadar ekmek evde yapılıyorsa da, diğer giderlerimiz için, dört demet nergis satarak bir ekmek parası kazanıyorduk.

Aile bütçemize katkı sağlamaya başlamıştık. Güzel bir duyguydu. Pazar günü 8 demet satarak 2 ekmek parası kazanmıştık. Evde ekmeği yapan anama vererek onu da ödüllendirmiştik.

İki gündür nergis toplamayı sürdürdük, sürdürmeye de devam edeceğiz.

Aile bütçesine katkı sağlayabilmek harika bir duyguydu. Kendimizle gurur duyuyorduk.

Amanosların eteklerine yaslanmış eşsiz güzelliklerle süslü ovalarında, Dadaloğlu’nun ve Cerenlerin yurduydu Osmaniye.

Papatyalarla bezenmiş kırları, eteklerindeki üzüm bağları, portakal çiçeklerinin baygın kokusunu dağıtan rüzgâr karışıyordu.

Belli belirsiz umutlarla doluydu günlerimiz…

Papatyalar özgürlüklerine epeyce düşkün çiçeklerdi.

Her an her yerde karşınıza çıkabilecek durumda olsalar da özgürce büyüyebilecekleri ve çoğalabilecekleri alanları seçerlerdi.

Özgürlüğü seven papatyalar Karaçay deresi kenarlarında bolca bulunmaktaydılar.

Nergis çiçeklerinin satışlarının yanı sıra, papatya tabancaları yapmıştık oyunlarımız için.

Papatya Tabancaları için bisiklet lastik pompalarından esinlenmiştik.

İçi boş sazlardan, kaval biçiminde yaklaşık 20-30 cm uzunluğunda düzgünce kestikten sonra dairesel papatyalar, 2-3 cm’lik saplarıyla mermi olarak iki ucuna da yerleştirilmekteydi.

Sazın içine rahatlıkla girebilecek şekilde hazırlanmış bir sopa ile bir uçtaki papatya itilince, sıkışan hava silahlardaki genleşen gazın yerine geçerek, diğer uçtaki papatyayı mermi gibi fırlatıyordu.

Bunlar zararsız mermilerdi. Oyun için yeterliydiler. Keyif alıyorduk.

Arkadaş edinmek için de harika araçlardı.

Birinci yarıyıl tatilinde hem nergis satmış hem de papatya tabancalarıyla oynarken arkadaş sayımızı arttırmıştık.

Bu moralle okulun ikinci yarıyılına başlayacaktık.

Her şey yolundaydı yani…

CUMHURİYET İLKOKULU YARIYIL TATİLİ

 


23 Ocak 1955 Cumartesi, Osmaniye…

Bulgaristan’dan gönüllü olarak ayrılıp, serbest göçmen olarak geldiğimiz Anavatan’da dördüncü yılımızdı.

Oldukça zorlu geçen 4 yıl…

Yine de mutlu sayılırdık. Sayılırdık çünkü kardeşimle ben, yalınayak başıkabak da olsak, okuma olanağına kavuşmuştuk.

Üstelik başarılı öğrenciler olmuştuk.

İlkokul ikinci sınıfa başladığımız Osmaniye Cumhuriyet İlkokulu’nda birinci yarıyıl sona ermiş, dün karnelerimizi almıştık.

Kardeşimle ben sınıfın en iyi öğrencileri olmuştuk. Olmuştuk, olmak zorundaydık hayata tutunabilmek ve Anavatan'da kök salabilmek için.

Sevgisini pek belli etmeyen ve kendisine göre oldukça katı kuralları olan babam, karnelerimizi gördükten sonra, belki de ilk kez ikimizi de öperek kutlamıştı.

Arkasından da ‘’Hep böyle olun. Olun ki ben taş taşır, tırpan sallar, odun kırarken başarılarınızı düşünerek güçleneyim.’’ Demişti.

Sınıftaki başarılı sonuçlarımız ve fukaralığımız öğretmenlerimizden bazılarını da etkilemişti. Kitap kırtasiye konusunda bize oldukça yardımcı olmuşlardı.

Kendilerini şükranla anıyorum her zaman.

Ne var ki aradan 68 yıl geçmesine rağmen hiç unutamadığım, her zaman hüzünle andığım bir anımdan da söz etmek istiyorum.

Öğretmenlerimden bir beni çağırmış ve sağ elinin üstüne 10 kuruşluk bir madeni bir parayı koyarak bana uzatmıştı.

Neden eliyle vermemişti?

Geri çevirememiş, almıştım. Almıştım ama aşağılandığımı hissetmiştim.

Isparta Sanat Enstitüsü ve Teknisyen okullarında çalıştığım sonraki yıllarda, köylerden gelip ev kiralayan fakir aile çocuklarına yardım etmek isterken, bana yapılan bu davranışı anımsadım hep.

Okulun döner sermayesi aracılığıyla, öğrencilerimize, öğlenleri birer tas çorba verilmesini sağlamıştım.

Böylelikle ben devre dışı kalmıştım.

Çorbayı veren okul döner sermayesiydi çünkü…

29 Temmuz 2022 Cuma

OSMANİYE CUMHURİYET İLKOKULU

 


26 Eylül 1954 Pazar, Osmaniye…

İlkokul ikinci sınıfa başlayalı bir hafta oldu.

17 Eylül Cuma günü, kiralık evimize en yakın okul olan Osmaniye Cumhuriyet İlkokulu’na kaydımız yapıldı, 20 Eylül Pazartesi günü de 1954-55 Eğitim ve Öğretim yılı başladı.

Bu kez kayıt sırasında babamız da yanımızdaydı.

Misli’ de, kuraklık nedeniyle, buğday hasadında hüsrana uğrayınca aç kalma tehlikesi belirmişti. Bu nedenle, Misli de başlayan ilkokul birinci sınıfın devamı burada gerçekleşecekti.

Babam boynunu bükerek okulun başöğretmenine durumumuzu anlattı. Zorluk çıkarılmadan kaydımız yapıldı.

Ne var ki, dersler başladığında, ayaklarımızda babamın Misli ’de bir önceki yıl yaptığı, oldukça yıpranmış çarıklarımız vardı.

Eğitim ve Öğretimin başladığı gün çarıklarımızla gittik okula. Önlüklerimiz de yoktu. Üstelik arkadaşımız da yoktu. Yoktu çünkü birinci sınıfı Misli’de okumuş, arkadaşlarımız orada kalmıştı. 

Çarıklarımız sınıf arkadaşlarımız tarafından ilgiyle karşılandığı gibi, bazıları tarafından da alaylı bakış ve söylemlere neden oldu.

Biraz üzgün biraz da şaşkınlıkla başladık 1954-55 Eğitim ve Öğretim Yılına.

İlk dersimize giren öğretmenimizin de dikkatini çekmiş olmalı ki başöğretmene anlatmışlardı.

Kardeşimle beni odasına çağıran Başöğretmen çarık giyme döneminin geçtiğini söyledi. Kundura alacak paramızın olmadığını söyledik biz de…

Başöğretmen, Okul Aile Birliği’ni devreye sokmuş olmalı ki, aile birliği başta ayakkabı olmak üzere, önlük, defter, kalem ve diğerlerini  sağladı bize.

O yıllarda Okul Aile birlikleri bizim gibi fukara çocuklarının eksiklerini tamamlamayı görev edinmişlerdi. 

Kendilerine olan minnet borcumu hiç unutmadığım gibi, öğretmenlik dönemlerinde ben de, geçmişte benim gibi olan öğrencilerimi kolladım.

Günümüzde bile ‘’Fakirlerin çocuklarına bırakacakları en büyük miras yine fakirliktir.’’  Deyimi genelde doğruydu.

Babam bu deyimin dışına çıkılabileceğini düşünen, en azından ekonomik yönden orta halli duruma geçmemiz için eğitime olan inancı hiç bitmeyen birisiydi.

Babamızın eğitime olan bu inancı bize de aşılanmıştı. Kardeşimle ben de bu inançla var gücümüzle çalışıyorduk, çalışmıştık. Başarmıştık da.

Bu başarmanın özünde, o günlerde bulabildiklerimizle yetinmeyi öğrenmiş olmamızın da payı vardı. Çarık da bunlardan biriydi.

Bulgaristan’da ayaklarımızı dış etkilerden korumak için büyükbaş hayvan derilerinden yapılmış çarıklar kullanılırdı.

Pahalı Çarıklar, ustaları tarafından, iyi terbiye edilmiş manda ve sığır derisinden kesilen dikdörtgen biçimindeki derinin topuğu da kapatacak biçimde ayağa sarılması ve kenarlarından kesilen sırımlarla bağlanmasıyla oluşturulurdu.

Uygun derilerle yapılan Çarık yemeni, sandal ve kunduraya kıyasla hem ekonomik, hem dayanıklı hem de sağlık yönünden ayakları terletmemesi gibi nedenlerle her mevsimde giyilen bir ayakkabı türü olmuştu.

Göç sonrası, Türkiye’de büyükbaş hayvan derisi bulamadığı için, her türlü deri ve posttan çarık yapmaktaydı babam…

Çok eski tarihlerden beri Türkler, İranlılar, Gürcüler ve başka Kafkas ulusları tarafından ayakkabı olarak kullanılmaktaydı Çarık.

Tanrı Dağları, Ural İdil bölgesi, Anadolu ve Şap Denizi ile çevrili geniş alanda yaşayan çeşitli toplulukların ortak giyim eşyalarından biriydi.

Kışın kar yağışının yoğun olduğu bölgelerde karın üzerinde batmadan yürünebilir olması, özellikle ekin-hasat döneminde ve harman işlerinde ayağı rahat ettiren çok hafif kıvrak oluşu nedeniyle tercih edilen bir ayakkabı türü olmuştu. 

Çarığın Türkiye genelinde, özellikle köylerde, ayakkabı olarak kullanıldığı 1950’li yıllardan sonra gelişen teknoloji ile birlikte çarık üretimi azalmış, Beykoz Kundura Fabrikası’nın üretimleri çarığın yerini almaya başlamıştı.

AKINCI944 : BULGARİSTAN GÖÇ ANILARINA GİRİŞ

AKINCI944 : BULGARİSTAN GÖÇ ANILARINA GİRİŞ: Rahmetli babamın, 1 Mart 1951 tarihinde, Bulgaristan yetkililerine pasaport başvurusuyla başlayan Türkiye’ye göç ve Türkiye’deki göç yılları...

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...