28 Mayıs 2023 Pazar

İSTANBUL ZEYTİNBURNU GECEKONDULARI


28 Ocak 1962 Pazar, Zeytinburnu…

İçinde huzur bulduğum, çinileriyle ünlü, bodrum katındaki okul kütüphanesindeyim.

Her zaman olduğu gibi, bir süre sessizliğini dinliyorum. Ardından anı defterimi açarak, geçen bir haftanın özetini yazmaya başlıyorum.

*****

İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'ndaki ilk yarıyıl tatilimin bir haftası göz açıp kapayıncaya kadar geçti.

Bu süre içinde, keman ve piyano çalışmalarımın yanı sıra diğer derslerimi de gözden geçirdim. 

26 Ocak Cuma günü, Maçka İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci İşlerinde çalışan Mustafa dayımı ziyarete gitmeye karar verdim.

Sabah kahvaltısından sonra, Boynuzlu otobüslerden biriyle, önce Eminönü sonra da Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Maçka Parkı içinden geçerek Maçka Teknik Üniversitesi’ne ulaştım.

Güleryüzle karşılayan dayım ‘’hoş geldin Mehmet, çok mutlu oldum.’’ Deyip beni yanaklarımdan öptükten sonra ‘’Lütfen biraz otur. Birkaç öğrencinin sorunlarını çözmem gerekiyor. Sonra yemeğe gideriz.’’

Öğrencilerin sorunlarını çözdükten sonra yemekhaneye götürüyor beni. Yemeğimizi yerken okulla ilgili bilgi veriyor dayım.

İstanbul Teknik Üniversitesi Osmanlı döneminde batılı anlamda mühendislik eğitimi vermek için 1773’te Mühendishane-i Bahr-i Hümayun (İmparatorluk Deniz Mühendishanesi) adıyla kurulmuş.

Osmanlı’nın batı referanslı ilk eğitim kurumlarından biri olup Dünya’nın en eski teknik üniversitelerinden biridir. Gemi inşaatı ve deniz haritalarının yapılması konusunda uzman personel yetiştirmekte.

Yemekten sonra izin isteyip ayrılırken ‘’yarın eve beklerim Mehmet’’ Demişti.

*****

Dün, öğle yemeğimi okulda yedikten sonra, bindiğim otobüslerden biriyle, saat 15,00 civarında Zeytinburnu’ndaydım.

Dayım öğleye kadar çalışıyordu. Eve gelmiş olmalıydı. Acele etmeden, Mersin’deki ilk gecekondulardan biri olan Göçmen Barakalarına benzettiğim, Zeytinburnu sokaklarında dolaştım biraz.

Daha önceki anılarımda da değindiğim gibi, Zeytinburnu yerleşkesi İstanbul’un en büyük gecekondu semtlerinden biriydi.

Zeytinburnu bölgesinin, nüfus yoğunluğuna özgü, en önemli özelliği içerisinde önemli ölçüde Balkan kökenli Türk göçmenleri barındırmasıydı.

Balkan göçmenlerinin en önemli özelliklerinden biri de gecekondularını avlu içine yapmış olmalarıydı. Bir süre sonra da, avlu içinde, yemiş ağaçları ve değişik isim ve renkteki çiçeklerin yer alırdı.

Göç ve çarpık kentleşmeyle ortaya çıkan gecekondular İstanbul’u çok değiştirdi. Demişti tarih öğretmenimiz Niyazi Akşit İstanbul ile ilgili bazı anılarını anlatırken.

Çapa Öğretmen Okulu binasında olduğu gibi, Mimari yapısıyla her zaman göz dolduran bu anakent, zamanla gecekondulaşmayı kabullenmişti.

Gecekondulaşmadan önceki durumu ortaya koymak için “Eski İstanbul” gibi bir tanımlama ortaya çıkmıştı.

Gecekondu bölgesi olarak bilinen pek çok yer zamanla anakentin ilçelerinden biri olmuştu. Çeliktepe, Esenler ve Zeytinburnu bunlardan bazılarıydı.

Mersin Göçmen barakalarında, dışlanma ve ezikliği yenebilmek için, imece usulü devreye girmişti.

İşe gidenler ya da iş arayanlar çocuklarını rahatlıkla komşularına emanet edebiliyorlardı. Evinde çorba pişiren bir aile komşusuna da bir tas ikram edebiliyordu.

Aynı uygulamanın Zeytinburnu gecekondularında da sürdüğünü gördüm bu ikinci ziyaretimde.

Zeytinburnu gecekondularının ara sokaklarında dolaşırken Çukurova’daki mevsimlik işçilik dönemiyle Mersin’deki ilkokul dönemi gözlerimin önünden geçti.

Zeytinburnu, Mersin göçmen barakalarına göre daha konforlu gelmişti bana.

Eve ulaştığımda dayım işten dönmüştü. Yüzünde yayılan bir gülümseme ile ‘’hoş geldin Mehmet, halan çay demlemiş. Yanına da akıtma yapmış. Seversin diye düşündüm.’’ Dedi.

Halamla eniştemin ellerini öptüm. Henüz 12 yaşında olan kuzenim Fatma’yı da yanaklarından öptükten sonra yer sofrasına oturduk.

Dayımların Zeytinburnu semtindeki gecekondusu yaklaşık 30 metrekarelik bir avlu içinde bir hol ve içiçe iki odadan oluşuyordu.

Giriş holünden sonraki oda hem oturma hem yemek hem de yatak odası olabiliyordu. Şömine bu odada bulunduğundan eniştemle halam bu odada yatıyorlardı.

İçerideki oda daha çok Mustafa dayım için ayrılmış gibiydi. Çalışmalarını bu odada sürdürüyordu. Kardeşi Fatma ile bu odada yatıyorlardı.

Çay eşliğinde akıtmaları yedikten sonra dayımın çalışma odasına geçtik. Gözden geçirmesi gereken birkaç işlemden sonra ‘’anlat bakalım yeğenim. Okuluna alışabildin mi, keman çalışmaların nasıl gidiyor, bir sıkıntın ya da ihtiyacın var mı?’’ sorularına olumlu yanıt verdikten sonra ‘’haydi çıkıp biraz dolaşalım’’ dedi.

Zeytinburnu gecekondularının ara sokaklarında dolaştık bir süre. Dolmuşların işlediği anayollar nispeten çamurdan uzaktı. Ara yollarda hala çamur ve su göletleri olmasına rağmen bazı yerler kurumuştu.

Küçük su göletleri üzerinden atlayarak kuru yerlere ulaşmaya çalışırken bir taraftan da Çukurova’daki mevsimlik işçilik dönemi üzerinde konuştuk.

Ardından Mersin’deki ilkokul dönemini, Göçmen barakaları arasında ayakkabıların yapışıp kaldığı çamuru anlattım.

Eve döndük. İşten gelirken günlük bazı gazeteleri getirmişti. 27 Mayıs 1960 darbesinde görevlerinden uzaklaştırılan 147’lerin Üniversitelere dönmelerine izin verilmişti.

İstanbul Maçka Teknik Üniversitesi’ne de geri dönenler olmuştu. Geri dönenler üzerinde konuştuk bir süre.

Akşam yemeğinden sonra radyoda bir süre haberleri dinledik. Saat 22,30 civarında ‘’yatalım yeğenim. Fatma bu gece anamla babamın yanında yatacak, sen benimlesin.’’ Dedi.  

Dayımın odasında bir gece konaklamak zorunda kalınca sıkıntı verdiğim duygusuna kapıldım. Yarın okula dönmeliyim.

Gece yerimi yadırgadıysam da uyudum. Biyolojik saatim beni 06,30’da uyandırdı.

Gözlerimi tavana diktim, zamanda geriye yolculuk yaptım. 1951 yılı mart ayına gittim.

Babam gönüllü ve serbest göçmen kaydıyla Türkiye göçü için pasaport almıştı. Birden, aradan 11 yıl geçtiğinin farkına vardım. Aradan geçen 11 yıla neler sığmamıştı ki...

Elbistan Alevi Kürt Köylerinde birkaç ay, Çukurova pamuk tarlalarında mevsimlik işçilik dönemi, Adana Düziçi Osmaniye Köyü'nde konaklama sonrasında Niğde Merkez Köyü Misli'de kendimiiz bulma...

İlkokulu 5 değişik şehirde okuyarak bitirmiş, İvriz Öğretmen Okulu’nda üç yıl okumuş ve İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Müzik Semineri öğrencisi olmuştum. 11 yıllık süreye ne kadar çok şey sığdırmıştık.

Yaklaşık iki saat geçmişe yolculuk yapmıştım ki dayım kalktı. Halamla eniştem de kalkmışlardı. Bizi görünce kuzenim Fatma da gözlerini ovuşturarak kalktı.

Geçen gelişimde pek dikkatimi çekmemişti. Sabah kahvaltısında enişteme bir dilim beyaz ekmekten fazla yememesi uyarısı yapıldı sıkça.

Neden böyle bir uyarı yapıldığını sordum. Dayım iki dilim beyaz ekmek iki çorba kaşığı toz şekerinden daha tehlikeli. Kan şekerini aniden arttıran etkenlerden biri fazla yenilen beyaz ekmeklerdir. Babamda şeker hastalığı başlangıcı var. Yememesi gerekiyor. Dedi.

Sabah kahvaltısından sonra bir süre radyodan yurttan sesleri dinledik. Kendileriyle zaman geçirmekten çok mutlu olduğumu söyledikten sonra okula dönmeliyim. Dedim.  

‘’Hadi öyleyse, motosikletle Londra asfaltında bir tur atalım. İstersen seni okuluna da bırakabilirim.’’  Deyince halamla eniştemin ellerinden, kuzenimin yanaklarından öperek evden çıktık.

Küheylanım dediği motorsikletiyle, Londra asfaltında bir süre dolaştıktan sonra, beni okuluma bıraktı.

Dayımın küheylanını sevmiştim...



ÇEMBERLİTAŞ ŞAFAK SİNEMASI'NDA 3 TEKERLEKLİ BİSİKLET


22 Ocak 1962 Pazartesi, Çapa İstanbul…

Çapa Öğretmen Okulu yarıyıl tatilinin üçüncü günü akşam yemeği sonrası, huzur bulduğum çinili kütüphanedeyim. Anı defterimi açtım, günün özetini yapmak istiyorum. Huzur bulduğum kütüphanedeki sessizliği bir süre dinledikten sonra yazmaya başlıyorum.

*****

Sabah kahvaltısına indiğimde, yarıyıl tatilinde okulda kalan Ali Özocak, Şekip Oğuz, İbrahim Kazan, Eşref Aykan ve Halit Armutlu  kahvaltılarını bitirmek üzereydiler. Yanlarına oturdum. Muhabbeti koyulaştırdık bir süre. 

Ardından arkadaşlar özel uğraşları için dağıldılar. Ben de müzik odasına inerek piyano ve keman çalışmalarımı sürdürdüm.

Öğleden sonra okulda kalan arkadaşlarımla, sanatsal bir etkinlik olsun diye, ''3 Tekerlekli Bisiklet'' filmini izlemek için, Çemberlitaş Şafak Sinemasına gittik. 

Sinema salonu girişindeki tanıtım afişlerini gözden geçirdikten sonra, içeri girdiğimizde geniş bir dinlenme alanı bizi karşıladı. Merdivenlerden indiğimiz sinema salonu, okulumuzdaki gibi, yüksek tavanlı ve geniş ve ferahtı. 1350 kişilik kapasitesi olan sinema salonu, okulların tatil olması nedeniyle,  bütünüyle dolmuştu.

Işıklar kapandı, gelecek filmler özeti verildikten sonra Üç Tekerlekli Bisiklet Filmi başladı.

1950’li yıllara değin tiyatrocuların egemenliğinde kalmış olan Türk sinemasının, tiyatrodan bağımsız hale gelmesini sağlayan en önemli isimlerden biri Ömer Lütfi Akad’ın ‘’Üç Tekerlekli Bisiklet’’ adlı filmi, köyden kente göçü ve olumsuz sonuçlarını anlatan bir baş yapıttı.

Başrollerinde Ayhan Işık ve Sezer Sezin vardı. Filmin son bölümleri Memduh Ün tarafından tamamlanmış olsa da daha çok Ömer Lütfi Akad’a mal edilen bir film olduğunu duymuştum.

Bir cinayet sebebiyle aranan bir adamın, sığındığı evde sünnet çağındaki çocuğuyla yaşayan kadınla yakınlaşmalarını ve giderek aşka dönüşen ilişkilerinin  hikâyesinin anlatıldığını söylemişlerdi filmi daha önce izleyenler.

Filmin başlamasıyla birlikte karşımıza çıkan mahalle, 1962 yılı İstanbul’unun çeperinde kalmış bir gecekondu semtiydi.

Birbirinin içine geçmiş, belirli bir planı olmayan tek katlı evlerin kümelendiği bir yer görülüyordu. Yaşayan halkı da Zeytinburnu’nda olduğu gibi, İstanbul’a yeni göç etmiş taşralılardı.

Mersin’de iki yıl süreyle yaşadığımız, Teneke Mahallesi olarak da bilinen Göçmen barakaları da böyle değil miydi?

Filmin geçtiği mekân, 1950-1960’lı yıllarda hızla göç alıp, plansız şekilde büyüyen İstanbul’un bir semtiydi.  

1950’li yıllarla başlayan kırdan kente göç etkisini en çok İstanbul’da göstermişti.

Bu göç kervanına katılan ailelerden biri de, Zeytinburnu gecekondularından birinde yaşayan Dayım Mustafa Uslu, kız kardeşleri, halam ve eniştemdi.

İstanbul’un nüfusu hızla artarken bu yığını içine alabilecek konut arzı yoktu. Hızlı ve çarpık bir gecekondulaşma başlamıştı.

Bu gecekondulardan birinde yaşayan, Sezer Sezin’in oynadığı, Diyarbakırlı Hacer ile sünnet çocuğu oğlu Hasan'dı. Beyaz perdedeki görüntüler beni iyiden iyiye perdenin içine çekmişti. Perdenin içinde olayları izleyen bir gözlemciye dönmüştüm.

Hava kararmış, el ayak çekilmişti. ortalık sakinleşti derken, kendisini öldürmek isteyen, peşindeki adamlardan kurtulmak amacıyla sığınacak bir yer arayan  yaralı bir adam, Ayhan Işık tarafından canlandırılan Ali, kim olduğunu bilmeden Hacer’in kapısına dayanır.

Başı inşaat mafyasıyla derde girmiş olan sütçü Ali, satmak istemediği mandırasının kundaklanması üzerine, inşaat patronlarından birini öldürmüş olup, kaçmaktadır.

Hacer, örfünün gereği, dara düşüp evine sığınan Ali’ye kapısını açar.

Gurbete çalışmaya giden kocasından bihaber Hacer, küçük çocuğu Hasan'la birlikte yaşayan yalnız bir kadındır.  Çamaşırcılık yapıp hayata tutunmaya çalışan Hacer'in  başı da, kiracısı olduğu ev sahibiyle derttedir.  

Hacer, yaşadığı evin, bir süredir, kira borcunu ödeyememiştir. Art niyetli bir adam olan ev sahibi, kocasının yokluğunda Hacer’i elde etmek ister.

Hacer’in, baba özlemi çeken sünnet çağındaki oğlu Hasan, kazara gördüğü Ali’yi babası sanır ve olaylar bu şekilde gelişir. Hacer, oğlu üzülmesin diye, korumaya aldığı Ali'nin erçek babası olmadığını söyleyemez.

İnşaat Mafyası adamlarının aradığı Ali, hacer ve oğluna sahip çıkar. Ev sahibine borcunu öder, üstelik Hacer'in çevresinde dolaşmaması için oyuncak tabanca ile tehdit eder. 

Hacer'in evinde dirlik düzen kurulmuş, oğlunun sünnet düğünü yapılmış, sünnet çocuğu Hasan'a hediye olarak üç tekerlikli bir bisiklet alınmıştır Ali tarafından. 

Filmin de adını belirleyen bisiklet, Ali İle Hacer arasındaki bağları iyice kuvvetlendirir.

Hacer'in, başta tereddüt ederek evine kabul ettiği adam Ali ile aralarındaki ilişki, zamanla bir aşka evrilir. 

Melodram kalıpları içinde başlayan film, giderek toplumsal dokuya sahip bir eser haline gelmiştir.

Orhan Kemal’in edebi metni Vedat Türkali ve Lütfi Akad’ın toplumcu bakış açısıyla birleşerek dönemin hızla taşralaşan İstanbul gerçekliğini yansıtan belge nitelikli bir uyarlamaya dönüşmüştü.

Filmi izlerken biraz da, kendi yaşam hikayemizi gördüm Üç Tekerlikli Bisiklet'te...





BİRİNCİ YARIYIL TATİLİNDE ZAMANDA GERİYE GİTMEK


20 Ocak 1962 Cumartesi, Çapa…

Öğleden önce birinci dönem karnelerimiz dağıtıldı, bayrak merasiminden sonra da yarıyıl tatiline girdik.

Müzik ve Resim derslerinden 8, diğer bütün derslerden tam not 10 almıştım. Çok mutluydum.

Aileleri İstanbul’a yakın olan yatılı öğrenciler pazar günü okuldan ayrılacaklar. Ailem Tarsus Turan Emeksiz Ağaçlama sahasında olduğundan, hem ulaşım oldukça zor hem de ekonomik yönden bütçemizi zorlayacaktı. Okulda kalmaya karar verdim.

Derslerimi gözden geçirebilir, Zeytinburnu gecekondularında yaşayan Mustafa dayıma uğrayabilir hem de İstanbul’u biraz gezebilirim diye düşündüm.

Çinileriyle göz kamaştıran okul kütüphanesine indim. Son derece sessiz olan bu mekânda kafanızı ve gönlünüzü dinlendirmenin yanı sıra, tarihin derinliklerinde yolculuk yapmanızı sağlayan bir havası da vardı.

Anı defterimi açıp tarih attıktan sonra giriş bölümüne,

‘’Harikasın Akıncı. Hayallerinin peşinde koştun ve Bulgaristan’ın Karagözler Köyü’nden İstanbul Çapa Öğretmen Okulu’na gelebildin. İstanbul’da 3 yıl okuma şansını yarattın.’’

Diye yazdım...

1951 yılı nisan ayının son haftasında Bulgaristan’dan başlayan göç hareketinden neredeyse 10 yıl geçmişti.

Bir filim şeridi gibi, hızla gözlerimin önünden geçti.

Gönüllü ve serbest göçmen olarak geldiğimiz için bütün mal varlığımız bedelsiz olarak Bulgaristan yönetimine kalmış, Türk Hükümeti’nden de bir talebimiz olmamıştı.

Anama ince hastalık teşhisi konulması nedeniyle babamla birlikte 2 ay Edirne göçmen misafirhanesi sağlık birimlerinde kalmış, Halil dedemlerle Maraş Elbistan Karahasanuşağı Köyüne gitmiştik kardeşim 5 yaşındaki Mustafa ve 2 yaşındaki Şaban ile.

İki ay sonra anamla babam geldiğinde Şaban hastaydı. Ailemize Hasanköy-Hasanalili Köyü görünmüştü.

Bulgar asimilasyonu nedeniyle Karagözlerden koparıldığımız gibi burada da aileler birbirinden koparılmış, her ne hikmetse her köye bir aile verilmişti.

Yerleşmemizi istedikleri bu köylerde Alevi Kürtleri yaşamaktaydı. Bizler Sünni Müslümanlardık.

Gelenek ve göreneklerimiz farklı olduğu gibi bu dağ köylerinde iş de yoktu. Bu arada kardeşim Şaban’ın vefat etmesi acılarımızın üstüne tuz biber ekmişti.

Elbistan köylerinde kalamazdık. Pamuk tarlalarında çalışmak üzere mevsimlik işçi arayan bir işçöi temsilcisi (elçi) ile anlaşarak bütün Karagözlüler Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gitmiştik.

Kasım ayı sonlarına kadar pamuk toplama ve yer fıstığı üretiminde çalıştıktan sonra kışı Adana Düziçi Yeşilova köyünde geçirmiş, 1952 haziran ayında Niğde Misli Köyüne göçmüştük.

Devlet 5 yıl aralıksız kullanmak koşuluyla mülkiyetsiz tarla vermiş, ilk buğday ekim sonrası hüsranla sonuçlanmış ve babam tekrar Çukurova’ya günlük işçi olarak çalışmaya gitmişti. Mustafa ile ben de Misli İlkokulu’na kaydımızı yaptırmıştık.

İkinci sınıfa geçtiğimiz yaz ayında Adana Osmaniye kazasına göç etmek zorunda kalmış, ikinci sınıfı okuduğumuz Osmaniye’de anamın nükseden hastalığının tedavisinin Mersin’de süreceğinin anlaşılması üzerine oraya göçmüştük.

İlkokul üçüncü ve dördüncü sınıfı okuduktan sonra, mülkiyetsiz tarlalarımızı kurtarmak için Niğde’ye geri dönmek zorunda kalmıştık.

Köyde ot, ocak olmadığından Bor Kazasına yerleşmiş, babam bir meyve bahçesinde mevsimlik işçi olarak çalışırken kardeşimle ben de yaz aylarında simit satmış ve 29 Ekim İlkokulu’nda beşinci sınıfa başlamıştık,

Ne var ki yetkililerin direnmesi üzerine Misli Köyü’ne geri dönmek ve ilkokul beşinci sınıfı köyde bitirmek zorunda kalmıştık.

Babam da bizi köye bıraktıktan sonra nafakamız için Mersin’e geri dönmüştü.

İlkokulun bitmesi sonrasında gönlümün bir tarafına taht kurmuş olan Bayezid öğretmenimin yardımı ve Osman’ımın Pantolon parası ile İvriz Öğretmen Okulu sınavlarına girmiş, üç yıl sonra da kendimi İstanbul’da bulmuştum.

Oldukça zorlu geçen bu 10 yıllık sürede kendi şansımı kendim yaratmış ve yaratmaya devam edecektim.

Biliyordum ki,

‘’Şans, hazırlıklı olarak fırsatla karşılaşmaktı.’’

Ben de hayallerime ulaşmak için sürekli hazırlanıyordum.

Geçmiş 10 yılın özetini yapıp yazdıktan sonra müzik odasına inerek bir süre keman çaldım.

Keman çalmak beni mutluluğumun zirvesine çıkardı...


24 Mayıs 2023 Çarşamba

İSTANBUL GÜLHANE PARKI


3 Aralık 1961 Pazar, İstanbul…

Dün Gülhane Parkına gitmiş, gitme gereğini duymuştum.

Duymuştum çünkü geçtiğimiz hafta içinde Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit ‘’Gülhane Hattı-ı Hümayunu’’ olarak bilinen Tanzimat Fermanı’nı anlatırken Topkapı Sarayı eklentilerinden biri olan Gülhane Parkını öyle bir anlatmıştı ki mutlaka görmeliyim. Demiştim.

Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca devletin idare merkezi ve padişahların aileleriyle yaşadığı bir mekân olan Topkapı sarayını tanımak, biraz da imparatorluğu tanımak anlamına geliyor. Demişti tarih öğretmenimiz.

Değişik dönemlerdeki sultanların ilgi ve çabalarıyla yaptırılan eklentiler ve eskilerin yenilenmeleriyle Topkapı Sarayı görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanmıştı. Sarayın eklentilerinden biri de Gülhane Bahçesi/Parkı olmuştu.  

3 Kasım 1839 da Saray eklentileri içerisinde yer alan Gülhane Bahçesinde okunan bir Hatt-ı Şerif ile Tanzimat-ı Hayriye “hayırlı düzenlemeler” ilan edilmişti. 

Osmanlı tarihinin en önemli belgelerinden biri olan bu metin, okunduğu yerden ötürü Gülhane Fermanı  ve içeriğinden ötürü Tanzimat Fermanı adıyla da anılıyordu.

Bu ferman sayesinde padişahın yetkilerinin bir bölümü Meclise ve yürütme organına devredilmişti.

Tanzimat Fermanı’nın okunmasından I. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen dönem, Osmanlı tarihinde Tanzimat Dönemi olarak anılmaktaydı. Bu nedenlerden ötürü Gülhane Parkı’nın tarihi bir önemi vardı.

Sabah kahvaltısından sonra okulumuzun önünden geçen boynuzlu otobüslerden biriyle Alemdar Caddesi üzerindeki Gülhane durağına kadar gittim.  

Caddenin batısında Hamidiye Çeşmesi ile az güneyinde Alemdar Mustafa Paşa Türbesi bulunmaktaydı.  Cadde de ismini Alemdar Mustafa Paşa’dan almıştı.

Sultan II. Mahmud’u tahta geçiren en gizemli sadrazamlardan biriydi Alemdar Mustafa Paşa. Üç ay 18 gün sadrazamlık yapmıştı.

Hamidiye Çeşmesinin tam karşısındaki Gülhane kapısından giriş yaptım Gülhane Parkına. Girişin hemen solunda, surların dibinde Topkapı Sarayı Alay Köşkü bulunmaktaydı.

Önünde fıskiyeli havuz bulunan Alay Köşkü, Osmanlı Padişahlarının geçit törenlerini izlediği bir köşk olarak anlatılmıştı Niyazi Akşit tarafından. Osmanlının geçit törenlerine Alay dendiğini de söylemişti.

Kapalı olan Alay Köşkünü gezme olanağı bulamamıştım.

Sağ tarafta Osman Hamdi Bey yokuşu bulunmaktaydı. Bu yokuş ziyaretçilerini İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin yanı sıra Topkapı Sarayı Alay Meydanı’na da ulaştırıyordu.

Ben ortadaki yolu izleyerek Sarayburnu’na çıkmak istedim.

Gülhane Parkı Sarayın eklentilerinden biri olması nedeniyle, İstanbul’un en eski parklarından biriydi Gülhane.

İçinde Topkapı Sarayı’nın gül bahçeleri de bulunduğundan, Gül evi anlamına gelen Gülhane adını almıştı. 

Gülhane Parkı 1913 yılında Sultan V. Mehmet tarafından halka açılması için İstanbul Belediye Başkanlığı’na verilmişti. Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olan bu mekân Belediye Başkanı Cemil Paşa döneminde parka dönüştürülmüştü. 

Gülhane Parkı, 1950’li yıllarda ‘Bahar ve Çiçek Şenlikleri’ ile İstanbulluların en önemli eğlenme ve dinlenme mekânı olmuştu.

Şenlik günlerinde Gülhane Parkı’na, Avrupa ülkelerinden getirtilerek kurulan lunapark, kentin her semtinden gelen, her yaştan İstanbullunun ilgisini çekerdi. Her nedense,  “Bahar ve Çiçek Senliklerinden bir süre sonra vazgeçilmişti.

O yıllarda parkın ortasından geçen ağaçlı yolun sağında ve solunda çeşitli gazinolar bulunmaktaydı.

Ayrıca dinlenme yerleri, yazın kukla-karagöz temsilleri veren bir tiyatro, çocuk bahçesi, küçük bir hayvanat bahçesi, kahvehaneler, Tanzimat Müzesi, botanik bahçesi, Âşık Veysel’in heykeli ve akvaryum olan sarnıç yer almaktaydı.

Gülhane Parkı’nı baştanbaşa geçerek Sarayburnu’na çıktım.

Atatürk Anıtının bulunduğu Sarayburnu öyle bir konumdaydı ki İstanbul Boğazı, Öteki Yaka olarak bilinen Galata ve çevresi, Haliç, Üsküdar ve Kadı köy rahatlıkla görülebiliyordu.

Sarayburnu’ndaki Atatürk Heykeli de 1926 yılından bu yana İstanbul’u gözleyip, durmaktaydı.3 Aralık 1961 Pazar, İstanbul…

Dün Gülhane Parkına gitmiş, gitme gereğini duymuştum.

Duymuştum çünkü geçtiğimiz hafta içinde Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit ‘’Gülhane Hattı-ı Hümayunu’’ olarak bilinen Tanzimat Fermanı’nı anlatırken Topkapı Sarayı eklentilerinden biri olan Gülhane Parkını öyle bir anlatmıştı ki mutlaka görmeliyim. Demiştim.

Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca devletin idare merkezi ve padişahların aileleriyle yaşadığı bir mekân olan Topkapı sarayını tanımak, biraz da imparatorluğu tanımak anlamına geliyor. Demişti tarih öğretmenimiz.

Değişik dönemlerdeki sultanların ilgi ve çabalarıyla yaptırılan eklentiler ve eskilerin yenilenmeleriyle Topkapı Sarayı görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanmıştı. Sarayın eklentilerinden biri de Gülhane Bahçesi/Parkı olmuştu.  

3 Kasım 1839 da Saray eklentileri içerisinde yer alan Gülhane Bahçesinde okunan bir Hatt-ı Şerif ile Tanzimat-ı Hayriye “hayırlı düzenlemeler” ilan edilmişti. 

Osmanlı tarihinin en önemli belgelerinden biri olan bu metin, okunduğu yerden ötürü Gülhane Fermanı  ve içeriğinden ötürü Tanzimat Fermanı adıyla da anılıyordu.

Bu ferman sayesinde padişahın yetkilerinin bir bölümü Meclise ve yürütme organına devredilmişti.

Tanzimat Fermanı’nın okunmasından I. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen dönem, Osmanlı tarihinde Tanzimat Dönemi olarak anılmaktaydı. Bu nedenlerden ötürü Gülhane Parkı’nın tarihi bir önemi vardı.

Sabah kahvaltısından sonra okulumuzun önünden geçen boynuzlu otobüslerden biriyle Alemdar Caddesi üzerindeki Gülhane durağına kadar gittim.  

Caddenin batısında Hamidiye Çeşmesi ile az güneyinde Alemdar Mustafa Paşa Türbesi bulunmaktaydı.  Cadde de ismini Alemdar Mustafa Paşa’dan almıştı.

Sultan II. Mahmud’u tahta geçiren en gizemli sadrazamlardan biriydi Alemdar Mustafa Paşa. Üç ay 18 gün sadrazamlık yapmıştı.

Hamidiye Çeşmesinin tam karşısındaki Gülhane kapısından giriş yaptım Gülhane Parkına. Girişin hemen solunda, surların dibinde Topkapı Sarayı Alay Köşkü bulunmaktaydı.

Önünde fıskiyeli havuz bulunan Alay Köşkü, Osmanlı Padişahlarının geçit törenlerini izlediği bir köşk olarak anlatılmıştı Niyazi Akşit tarafından. Osmanlının geçit törenlerine Alay dendiğini de söylemişti.

Kapalı olan Alay Köşkünü gezme olanağı bulamamıştım.

Sağ tarafta Osman Hamdi Bey yokuşu bulunmaktaydı. Bu yokuş ziyaretçilerini İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin yanı sıra Topkapı Sarayı Alay Meydanı’na da ulaştırıyordu.

Ben ortadaki yolu izleyerek Sarayburnu’na çıkmak istedim.

Gülhane Parkı Sarayın eklentilerinden biri olması nedeniyle, İstanbul’un en eski parklarından biriydi Gülhane.

İçinde Topkapı Sarayı’nın gül bahçeleri de bulunduğundan, Gül evi anlamına gelen Gülhane adını almıştı. 

Gülhane Parkı 1913 yılında Sultan V. Mehmet tarafından halka açılması için İstanbul Belediye Başkanlığı’na verilmişti. Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olan bu mekân Belediye Başkanı Cemil Paşa döneminde parka dönüştürülmüştü. 

Gülhane Parkı, 1950’li yıllarda ‘Bahar ve Çiçek Şenlikleri’ ile İstanbulluların en önemli eğlenme ve dinlenme mekânı olmuştu.

Şenlik günlerinde Gülhane Parkı’na, Avrupa ülkelerinden getirtilerek kurulan lunapark, kentin her semtinden gelen, her yaştan İstanbullunun ilgisini çekerdi. Her nedense,  “Bahar ve Çiçek Senliklerinden bir süre sonra vazgeçilmişti.

O yıllarda parkın ortasından geçen ağaçlı yolun sağında ve solunda çeşitli gazinolar bulunmaktaydı.

Ayrıca dinlenme yerleri, yazın kukla-karagöz temsilleri veren bir tiyatro, çocuk bahçesi, küçük bir hayvanat bahçesi, kahvehaneler, Tanzimat Müzesi, botanik bahçesi, Âşık Veysel’in heykeli ve akvaryum olan sarnıç yer almaktaydı.

Gülhane Parkı’nı baştanbaşa geçerek Sarayburnu’na çıktım.

Atatürk Anıtının bulunduğu Sarayburnu öyle bir konumdaydı ki İstanbul Boğazı, Öteki Yaka olarak bilinen Galata ve çevresi, Haliç, Üsküdar ve Kadı köy rahatlıkla görülebiliyordu.

Sarayburnu’ndaki Atatürk Heykeli de 1926 yılından bu yana İstanbul’u gözleyip, durmaktaydı.

Bir süre Sarayburnu’ndaki kafelerden birine oturarak, muhteşem üçlü olarak tanımladığım ''simit-peynir-çay'' ile, Boğaziçi'nin muhteşem manzarasını doyasıya seyrettim.

Muhteşem üçlü deyince aklıma, Mersin'de yalınayak simit sattığım, ilkokul 3. sınıfa başladığım günler geldi.

Başarmıştım.

Yalınayak ilkokla başladığım yıllardan üç imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul'daki Sırça Saray dediğim Yüksek Öğretmen Okulu'nun anıtsal binasında okuma şansımı yaratmıştım.

Bir süre Sarayburnu’nda oyalandıktan sonra, yürüyerek Sirkeci’ye gelip, boynuzlu otobüslerden biriyle okuluma dönmdüm.

İSTANBUL TAKSİM CUMHURİYET ANITI

26 Kasım 1961 Pazar, İstanbul…

Dün, 25 Kasım Cumartesi günü, öğle yemeğinden sonra ilk kez Tarihi Yarımada dışında, Pera olarak bilinen öteki yakaya, Taksim’e gittim.

Taksim Cumhuriyet Anıtı’nı tanımak istemiştim.

Meydanlar, kentin karakterini yansıtan simgesel alanlardır. Demişti Tarih Öğretmenimiz.

Öyle ki, yerel yönetimlerin kentsel politikalarına da bağlı olarak, sosyal canlılığın ve aktivitelerin odak noktalarıdır. Bir başka deyişle, kentin kalbi, biraz da bu meydanlarda atar.

Cumhuriyetin kurulmasından önce, Osmanlı İmparatorluğu döneminde; idari ve dini yapıların gölgesindeki Sultanahmet ve Beyazıt Meydanları, İstanbul’un iki önemli kentsel meydanı, kalbinin attığı yerlerdi. 

Cumhuriyet kurulduktan sonra İstanbul’un yeni meydanı, kentin yeni yerleşim bölgesindeki Taksim Cumhuriyet Meydanı olmuştu.

İstanbul’un Beyoğlu ilçesi sınırları içinde yer alan Taksim Cumhuriyet Meydanı kentin en ünlü ve en işlevsel meydanıydı.

Adını, eskiden, Galata, Beyoğlu ve Karaköy suyunun taksim edildiği ‘’Maksem” den almıştı.

Beyoğlu, Galata ve Karaköy’ün su ihtiyacını karşılamak üzere yapılan su deposu ”Maksen”, günümüzde, Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi adı altında kapılarını sanatseverlere açmıştı. 

Beyoğlu İlçesi sınırları içerisinde yer alan Taksim Cumhuriyet Meydanı, başlangıçta, bu günkü sınırlarına göre, oldukça küçük bir alanda hayata geçirilmişti.

Kuzeyinde Tarlabaşı Bulvarı, doğusunda Anıt caddesi, güneyinde İstiklal Caddesi ve batısında” Maksem” su taksim binaları ile sınırlanmıştı.

Eski Cumhuriyet Meydanının ortasındaki Cumhuriyet Anıtı ve çevresi, günümüzde, tören yeri olarak kullanılıyor ve toplulukların buluşma yeri işlevini üstleniyordu.

Meydanın İstiklal Caddesi başlangıcında, Tünel’e kadar giden, nostaljik tramvay çalışıyordu.

Tek vagonlu nostaljik tramvay, yerli ve yabancı turistlerin büyük ilgisini çekiyor ve her zaman, tam kapasite ile seferlerini sürdürüyordu.

Taksim Cumhuriyet Meydanının simgesi haline gelen Cumhuriyet Anıtı, İtalyan heykeltıraş Pietro Cananico’ya yaptırılmış ve 1928 yılında da şu andaki yerine yerleştirilmişti.

Dairesel bir alanın ortasına dikilen anıtta, iki yüzünde de, bronz figürlerin yer aldığı geleneksel mimari kullanılmıştı.  11 metre yüksekliğindeki anıtın kaidesinde pembe trentino ve yeşil suza mermerleri kullanılmıştı. 

Anıtın İstiklal Caddesi’ne bakan yüzü Cumhuriyet Türkiye’sini, karşıt yüzü de Kurtuluş Savaşını simgelemekteydi.

Cumhuriyet Türkiye’sinin simgelendiği yüzünde; Mustafa Kemal Atatürk ile sağında İsmet İnönü, solunda Fevzi Çakmak yer alırken, arkalarında yurttaşlar ve iki Rus generali yer almaktaydı.

Kurtuluş Savaşının betimlendiği yüzünde ise Mustafa Kemal Atatürk ile, Kurtuluş Savaşını birlikte yürüttüğü yurttaşlar, kadınlarımız ve kağnıları ilgi çekmekteydi.

Anıtın yan yüzlerinde ise birer asker ve taşıdıkları bayrak ve sancaklar bulunmaktaydı.

Taksim Cumhuriyet Anıtı çevresinde defalarca dolanarak içime sindirdikten sonra İstiklal Caddesi üzerinden Tünel Meydanına kadar yürüdüm.

Başka bir yazı konusu yapacağım İstiklal Caddesi sonunda yer alan Tünel, dünyanın en eski ikinci Metrosu’dur demişti Tarih öğretmenimiz.

Yokluğu en çok, Karaköy’ü Galata’ya bağlayan Yüksekkaldırım Yokuşunu çıkmak zorunda kalanlar tarafından hissedilen Tünel’in İstanbul’un sosyal hayatına girmesiyle insanlar bu yokuşu arşınlamaktan kurtulmuştu.

Büyük güçlükle inilip çıkılan bu yokuşun yerini 90 saniyelik yolculuk almıştı. 

Füniküler adını da alan tünelle Karaköy’e indikten sonra Galata Köprüsü’nden geçerek Sirkeci’deki boynuzlu otobüslere ulaşarak okuluma döndüm.

Verimli ve mutlu bir gün yaşamıştım Öteki Yaka olarak bilinen Pera’da…


13 Mayıs 2023 Cumartesi

DİN SERMAYESİ OLMAYAN BİR KAZANÇ ARACIDIR


20 Kasım 1961 Pazartesi, İstanbul…

Dün, sabah kahvaltısından sonra ödevlerimi bir kez daha gözden geçirip, eksik kalmadığına kanaat getirdikten sonra tekrar Sirkeci’ye gitmeye karar verdim.

Boynuzlu otobüslerden biriyle Sirkeci'ye ulaştım. Hamidiye Caddesi üzerinden Yeni Camii'ye giderken, Doğu Han önlerinde, ‘’Selamünaleyküm’’ diyerek orta yaşlı biri yaklaştı.

Önce yol tarifi sordu. Yabancısı olduğumu öğrenince de ‘’anan baban namaz kılar mı?’’ Sorularını yöneltti.

Elbette kılardı. Dinimizi kurtarmak için geldik. Derdi babam.

Olumlu yanıt alınca da ‘’Sen dini bütün Müslüman bir ailenin çocuğu olmalısın.’’ Elbette öyleydi.

Bir süre beni süzen orta yaşlı adam, kısa bir tereddütten sonra, cebinden çıkardığı bir kol saatini göstererek, saatin otomatik ve kıymetli olduğunu, yol parası yapmak için satışa çıkardığını, beni dini bütün bir Müslüman olarak gördüğü için 30 Liraya bana verebileceğini söyledi.

Okul yönetimi elbise parası olarak her bir öğrenciye 75 Lira vererek, elbiselerimizi kime nasıl yaptıracağımız konusunda bizleri özgür bırakıyordu.

Cuma günü, hem kendimin hem de revirde yatmakta olan Halit Armutlu’nun elbise paralarını almıştım.Yanımda 150 Lira vardı.

İvrizli okuldaşım Halit’le aramızdan su sızmayan bir arkadaşlık vardı. Halit 2. sınıftaki bir kıza gönlünü kaptırmış, açılamadığı için de, zamanla bunalıma girmiş, yeme içmeden kesilmiş ve tedavi görme gereği doğmuştu.

Haliyle, bazı ihtiyaçlarının görülmesinde yardımcı oluyordum.

Otomatik Kol saatini elime alıp, sanki anlıyormuşum gibi, uzun bir süre inceledikten sonra almaya karar verdim.

30 lirayı verip, otomatik saati aldım, anında koluma taktım.

Kolumdaki Nacar marka saati okulda 10-15 liraya satabilirdim. Halit’in parasına dokunulmamıştı nasıl olsa.

Okula döndüğümde kolumdaki saat anında arkadaşlarımın ilgisini çekti. Olayı anlattım ve Nacar marka saatimi satışa çıkardım, alan olmadı.

Nacar marka saatimi iyi ki alan olmamıştı.

Olmamıştı çünkü kolumdaki saatin, sabahın erken saatlerinde durduğunu gördüm.

Öğle yemeği arasında, Çapa'daki en yakın saat satış dükkanına gittim. Saati gösterdim. Çakma bir saat olduğunu, fiyatının ise 10 Lira civarında olduğunu öğrendim.

İlk kez, saf insanları kandırmak için en mükemmel aracın DİN olgusu olduğunu anladım.

Kuran-ı Kerim'in Türkçe baskılarından birini edinip, İslam ile ilgili yeterli bilgi edinmeye başlamalıydım.


ASYA'DAN AVRUPA'YA GİRİŞ KAPISI SİRKECİ

 

18 Kasım 1961 Cumartesi, Sirkeci …

Avrupa yakasında, İstanbul'un kalbinin attığı liman yerleşimlerinden biri olan, Sirkeci Garı'ndayım…

Üç yıl eğitim görme ayrıcalığını elde ettiğim İstanbul, küresel bir kent olup, Doğu ile Batının buluşma noktasıdır.

Konstanipolis'in kurucusu Doğu Roma İmparatoru Konstantin’in dediği gibi, bir bakıma dünyanın merkezidir İstanbul.

Asya ve Avrupa kıtalarını birleştiren İstanbul’un, Avrupa’ya açılan kapısı Sirkeci Garı, Asya’ya açılan kapısı da Haydarpaşa’dır.

İlk kez 1951 yılı Bulgaristan göçü nedeniyle karşılaştığım Sirkeci Garı ile ikinci kez Çapa Müzik semineri sınavları için geldiğimde karşılaşmıştım.

İstanbul’u tanımak, solumak ve yaşamak için tekrar görme isteği duydum bugün. İstanbul Gara girince zamanda geriye, 1951 yılına gittim.

11 Şubat 1888 günü büyük bir törenle temeli atılmış olan Sirkeci Garı, 03 Kasım 1890’da da hizmete girmişti.

Mimari çözümü üretenler açısından da İstanbul, batının bitip Doğu’nun başladığı yerdi. Bir başka deyişle Doğu ile Batı’nın birleştiği noktaydı.

Bu nedenle bina oryantalist bir üslupla hayata geçirilmeli, bölgesel ve ulusal biçim kalıplarına yer verilmeliydi. Bu üslubu yansıtmak için cephelerde tuğla bantlar kullanıldı.

Yapıya sivri kemerli pencereler, ortasına ise Selçuklu dönemi taş kapılarını anımsatan geniş bir giriş kapısı yapıldı. Kapı ve pencerelerin üzerindeki gül pencerelerin vitraylar da bu üslubu tamamlıyordu.

Anıtsal bir yapı olan Sirkeci Garı’nın ünü, yataklı ve yemekli vagonları bulunan Fransız demiryolu işletmesi Vagon-Li Şirketi’ne ait olan Şark Ekspresi, Orient-Express orijinal ismi ile 1883 yılında Paris’ten ilk seferine başlamasıyla doruğa ulaşmıştı.

Şark Ekspresinin seferlerinin başlamasından sonra İstanbul’a gelenler, 1895 yılından itibaren treni işleten Vagon-Li Şirketi’nin satın aldığı Pera Palas’ta kalmaya başlamışlardı. 

Garı gezerken, Orient Ekspresiyle Paris’e hayali bir yolculuk da yaptım. 1961 yılındaki bu hayali yolculuğum 2014 yılında gerçeğe dönüşecek, Paris'te 3 gün kalacaktık. Orient Ekspresiyle olmasa da gerçekleşmiş olması önemliydi.

İstanbul Gar'ın yer aldığı Sirkeci semti tam bir tarih hazinesiydi. İstanbul’u tanımak için Sirkeci’den başlamalı ve Sultanahmet bölgesine geçilmeliydi.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde hem Topkapı Sarayı’na hem Babıali’ye yakın olması dolayısıyla oldukça önemli bir yeri olan Sirkeci’de birçok cami, han, hamam ve çeşme inşa edilmişti.

Sirkeci’de öne çıkan diğer bir tarihi yapı da, 1957 yılından beri elektronik eşya meraklılarına hitap eden ünlü Doğubank İş Hanı’ydı.

Doğubank Türkiye’nin ilk AVM’si olma özelliği taşımaktaydı. 19. yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başlarında yapılan devasa hanlar, Sarayburnu sahilinde yer alan 17.yüzyıla ait Sepetçiler Kasrı, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii, Hidayet Camii, Hobyar Camii, Büyük Postane Binası, II. Abdülhamid’in türbesi ve külliye binaları, Sirkeci’de dikkati çeken tarihi yapılardan bazılarıydı.

Diğer taraftan, 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca Sirkeci, ucuz otellerin, gurbetçilerin ve nakliyat şirketlerinin merkezi olmuştu.

Babıali Caddesi ve onun devamı olan Ankara Caddesi'nden aşağı inen trafiğin bağlantı noktası olma özelliğini her dönemde korumuştu. 

1957-1959 yılları arasında yapılan Sirkeci-Florya sahil yolu, Sarayburnu’nu sahilden dolaşarak, Sirkeci trafiğinin hafiflemesini sağlamıştı.

Sirkeci Garı ve Orient Ekspresini anlamanın yolu biraz da ‘’Oryantalizm’’ kavramını tanımaktan geçiyordu.

Oryantalizm ya da diğer adlarıyla  Şarkiyatçılık,  Şarkiyat;  Yakın  ve Uzak Doğu toplum ve kültürleri, dilleri ve halklarının incelendiği batı kökenli ve batı merkezli araştırma alanlarının tümüne verilen ortak ad olarak tanımlanıyordu.

Kelimenin Latince tabanlı diğer dillerde karşılığı “orientalism”dir. Demişti Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit.

Kökeni ise güneşin doğuşunu ifade eden  Latince oriens sözcüğüne dayanmaktaydı. Coğrafi anlamda doğuyu göstermekte kullanılmıştı.



12 Mayıs 2023 Cuma

ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU'NDA PLATONİK AŞKIM BETÜL

 18 Kasım 1961 Cumartesi, Çapa İstanbul…

Bugün öğleye kadar 4 saat dersimiz var. Bayrak merasimi ile birlikte hafta sonu tatili başlayacak.

Öğrenciler için ilk ders zili çaldı. Beş dakika sonra öğretmen zili çalacak.

Sınıf defterine bugünkü dersleri yazdım, yoklama yaparak olmayanların numaralarını yazacaktım ki Şekip ile Lütfiye girdi kapıdan. Birbirlerine aşık olmuşlardı, kumrular gibiydiler.

Sınıfa göz gezdirdim. Gülay ile Betül eksikti. İçim sıkıldı birden. Nerede kaldılar derken ikisi de kapıdan girdiler. Gülümseyerek ”Günaydın” dediler.

Betül’ün gülümseyen yüzü içimi ısıttı, ruhuma bahar geldi, kalbim daha hızlı çarpmaya başladı. Kendimi mutlu, güçlü ve romantizm içinde buldum.

Yoklamayı bitirip yerime geçerken baktığımda tekrar gülümsemişti bana.

Lise yılları ergenlik dönemleriydi. Ergenlik dönemlerinde arkadaşlıklar önemli etkinliklerden biri olarak karşımıza çıkmaktaydı.

Arkadaşlıklar grupları sosyal bir birlik sağlamanın yanı sıra dayanışmayı da beraberinde getiriyordu.

Gülay ile cinsel ayırımsız arkadaşlığım Betül için geçerli değildi. Betül’e karşı bambaşka duygular beslediğimin farkına varmıştım bir süre sonra.

Betül farkında değildi. Üstelik, Betül’e bu duygularımı söyleme fırsatı bulamamış, bulma fırsatı da yaratmamış ya da yaratmak istememiştim.

Gerek ilkokul döneminde gerekse İvriz İlköğretmen Okulunda birlikte olduğumuz kız arkadaşlarımızdan farklı bir yapıları vardı İstanbullu kız arkadaşlarımızın.

Erkek arkadaşlarıyla olan ilişkilerinde cinsel ayırım yoktu. Öyle yetişmişlerdi. Betül de beni sınıfın başkanı ve çalışkan arkadaşlarından biri olarak görüyor olmalıydı.

Diğer taraftan, sonraki yıllarda farkına vardığum bir ayrıntı, kız çocukları konuştukları kişilerle göz teması kurmaya, karşısındakinin yüzüne bakmaya ve ayrıntıları yakalamaya erkek çocuklardan çok daha önce başlamakta oluşlarıydı.

Oysa biz, özellikle Anadolu'dan gelen, erkek çocuklar göz teması kurmakta zorlanıyor, kızarıp bozarıyor, hatta utanıyorduk.

Özellikle İstanbullu kız arkadaşlarımızın göz teması kurarak erkek arkadaşlarındaki ayrıntıları yakalamaya çalışmaları sırasında oldukça saf ve temiz olan davranışlarını, biz Anadolu çocukları biraz farklı algılamış, algılamak istemiştik.

Romantik duygularımız ortaya çıkmıştı. Farkına varmadan duygusal bağ kurmuştuk. Bu tavrımızdan ötürüdür ki bir süre sonra Betül’e sırıl sıklam âşık olacaktım.

Öyle ki sabahları heyecanla onun gelmesini bekler, neşeliyse günüm neşeli, üzüntülüyse benim de günüm üzüntülü geçerdi. Es keza bana ilgisiz davranmışsa geceleri uykularım kaçardı.

Haberi olmasa da ilk çocukluk aşkım olmuştu Betül…

Gördüğümde ve bana gülümsediğinde kalbim küt küt atmakta, içimde kelebekler uçuşmakta ve ayaklarım yerden kesilmekteydi…

İstanbullu bir kıza romantik duygular beslemiş olmam, platonik düzeyde âşık olmam derslerime biraz daha sıkı sarılmamı sağlamıştı.

Romantik ilişkilerde fiziksel görünüşün önemi büyüktü büyük olmasına ama ortamdaki statünüz ve kendinize olan güveniniz de önemliydi.

Sınıf başkanlığımın yanı sıra derslerimdeki başarım ve kendime olan güvenimin Betül’ün gönlünü çalacağını düşünmüştüm…

Gözlerimizin içini güldüren, enerjimize enerji katan, sürekli görme isteğiyle kalbimizde tatlı bir çarpıntıya yol açan duyguydu Betül’ün kalbini çalma isteği…

Kişiden kişiye değişiklik gösterse de tartışılmaz olan bir şey vardı ki, âşık olmak beni duygusal olarak etkilediği kadar fiziksel olarak da etkilemişti.

Öyleydi çünkü kendinizi oldukça farklı hissediyordunuz. Aşkın neden olduğu kimyasal değişimler insanları fiziksel ve duygusal yönden değiştiriyordu.

Âşık olunca asla ölmeyeceğimi ve her şeyi yapabileceğimi hissediyordum.

Öyle sanıyorum ki, her aşık olan da benim gibi hissediyordu.

Evrenin sizin için planları olduğunu ve bu kaderin içinde büyük bir rolünüz olduğunu düşünüyordunuz.

Bütün problemleriniz yok oluyor ve hayat çok daha aydınlık görünüyordu. 

Bende de öyle olmuştu…

Âşık olarak yaşamak ne güzel bir şey be kardeşim…

Demiş ve bayrak merasiminden sonra üç imparatorluğa başkentlik yapmış bu kadim şehri keşfe çıkmıştım. 

 

5 Mayıs 2023 Cuma

ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU'NDA KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ

 

4 Kasım 1961 Cumartesi, Çapa…

Yaklaşık 2 ay oldu Çapa Öğretmen Okulu öğrencisi olalı. Bayrak Merasimi ve öğle yemeğinden sonra İstanbul ile bütünleşmeye ve havasını solumaya karar verdim.

Boynuzlu otobüslerden biri ile Sultanahmet Meydanı'na gittim. Meydanı gezerken karşıma çıkan Dikili Taş, Yılanlı Sütun ve diğer tarihi eserler zamanda 1500 yıl geriye gitmemi sağladı.

Akşam yemeğine yetişmek üzere geri döndüm. Yemekten sonra arkadaşlarla Antik İstanbul'u, bir başka deyişle, Konstantinopolis'i konuştuk bir süre.

Bu akşam etüt yok ama, sınıfımıza girip anı defterimi açarak, zamanda geriye, okula ayak bastığım 11 Eylül Pazartesi gününe gittim...

Çam ağaçlarının, değişik renlerdeki güllerin, okulun kurucusu ile Atatürk büstünün bulunduğu bir bahçeden sonra çıkılan mermer merdivenler, kocaman bir giriş kapısı, sizi karşılayan kırmızı halılar ve büyük yaldızlı aynalar…

Sonrasında kocaman ve oymalı kapılar, üstünüzde çinileriyle göz alıcı yüksek bir tavan…

Kısaca, Anıtsal bir yapı olan Çapı Öğretmen Okulu…

Bu anıtsal yapı bana kendimi, adeta, masallardaki peri padişahının sarayında hissettirmişti.

Bir an için, ilkokul üçüncü sınıfta simit satmaya başladığım Mersin’li günleri, Niğde Misli Köyünün soğuk ve acımasız karlı kış günlerini hatırladığımda, Çapa Öğretmen Okulu yerleşkesi bir saray, sınıfımızdaki kız arkadaşlarımızı da bu saraydaki peri kızları olarak görmek mümkündü.

Öyle de olmuştu…

Başlangıçta kız arkadaşlarımızla biraz sıkıntılı bir süreç yaşadım, yaşadık diyebilirim.

Doğaldır ki karşı cinsle olan arkadaşlıklarımızın büyük bölümü duygusal sonuçlar doğuruyordu, doğuracaktı. Benim sınıfımızdaki kız arkadaşlarımda özellikle hayranlık duyduğum ikili Gülay ve Betül, gündüzlü ve İstanbullulardı.

Gülay Medetgil Aksaray’da oturuyordu. İyi arkadaş olmuştuk. Oldukça uzun boyluydu. Sanırım benden 10-15 cm daha uzundu. erkek arkadaşlarım şakayla karışık bana takılırlar ve ”Akıncı yanında merdiven taşımalısın.” Derlerdi. Güler, geçerdim.

Bazı akşamlar okuldan kaçar, Gülay’ın derslerine yardımcı olmak için evlerine giderdim. Böylelikle bambaşka bir sosyal çevre edinmenin yanı sıra derslerimi de güçlendirmiş oluyordum.

Öyleydi çünkü öğrenmenin en iyi yöntemlerinden biri seçilen konuyu anlatmaktan geçiyordu. Daha ilkokulda iken bunun farkına varmıştım. Anlattıkça konular pekiştiği gibi eksiklikler de tamamlanıyordu. Lise son sınıf hariç, sınıf birincisi olmamın sırrı arkadaşlarıma ders anlatmaktan geçiyordu.

Ben Gülay’a fen ve kültür derslerinden yardımcı olurken Gülay da bana sosyal yönden yardımcı oluyordu. Her şeyden önce İstanbullu bir aileyi tanıma fırsatım olmuştu. Zamanla, cinselliğe dayanmayan kuvvetli bir arkadaşlığımız oluştu Gülay ile…

Karma eğitim sisteminin en önemli yanlarından biri, Anadolu’da sürüp giden ve gidecek olan cinsel açlığın, belli ölçüde giderilmesiydi. Karşı cinsi yanımızda, yakınımızda bulmuştuk.

Aradan iki ay gibi kısa bir süre geçmesine rağmen, kız arkadaşlarımızın birer cinsel obje olmadıklarının farkına varmıştım, varmıştık. Kadın erkek eşitliğinin mükemmel bir uygulamasıydı Karma Eğitim.

Modernleşme öncesinde, hem doğu hem de batı toplumlarındaki erkek egemen anlayış ve dinsel kurumların oluşturduğu hâkimiyet, kadının eğitim ve toplum hayatındaki yerine dönük cinsiyet ayrımcı sonuçlar doğurduğu bilinmekteydi. Karma eğitim cinsiyet ayrımcılığını sonlandıran bir uygulamaydı.

Eşit bireyler olunca, kız arkadaşlarınız etkilemenin yolu, öncelikle dürüst olmaktı. Fiziksel görünüşünüzün dışında muhteşem ve saygıdeğer bir iç dünyanızın olduğunu da hissettirmenizden geçiyordu.

Ayrıca lider görünümünüzün de olması gerekiyordu. Sınıf başkanlığı bunlardan biriydi. Sınıftaki bütün kız arkadaşlarım beni cinsel ayrımı olmayan, güvenilir bir olarak tanıdılar geçen iki aylık sürede. Çalışkanlığımla da kendimi kanıtlamalıydım.

İlkokuldan itibaren zamanla edindiğim deneyimlerden birincisi ve en önemlisi, okulun açıldığı ilk aylarda hazırlıklı olarak derslere girmekti. Soru sorulduğunda parmaklarımı sürekli havada tutmak, sorulara doğru yanıtlar vermek ve öğretmenlerime çalışkan bir öğrenci imajı vermekti. Sonraki günlerde eksiklerim olsa bile öğretmenlerim görmezden gelirlerdi.

Gülay’ı çalıştırırken pekişen bilgilerimi derslerde sürekli parmak kaldırarak öğretmenlerime de aktarma fırsatı buluyordum.

Parmaklarımın sürekli havada olması ve Gülay’a derslerinde yardımcı olmak amacıyla geceleri okuldan ayrılmam, zamanla öğretmenlerimin olumlu yönde dikkatlerini çekecek ve yıl sonunda sınıf birincisi olmamı sağlayacaktı…



BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...