26 Ağustos 2022 Cuma

1955 LERDE MERSİN SOSYO EKONOMİK YAPISI

 


6 Temmuz 1955 Cumartesi, Mersin…

1955’lerde sosyo-ekonomik açıdan iki Mersin vardı.

Birincisi, Uray Caddesi çevresinde yapılaşmış olan Eski Mersin Bölgesi, diğeri çırçır ve dokuma sanayilerine işçi sağlayan gecekondu bölgeleri.

Yaşadığımız Göçmen barakaları ikinci gruba giriyordu.

Adana-Mersin Demiryolu hattının Bağdat Demiryollarına entegre olmasıyla ülkenin en önemli ihracat-ithalat merkezi olan Mersin, doğal olarak kültür merkezlerini de beraber getirecekti.

Halk Evleri en önemli kültür merkezleriydi.

Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde uzun süren bir bağımsızlık mücadelesinden sonra kurulmuştu.

Bu nedenle Atatürk, ülkenin bağımsızlığını kazanmasından sonra çağdaş medeniyetler seviyesine çıkması için oldukça kapsamlı Devrimler gerçekleştirmişti.

Devrimlerini benimsemiş ve içselleştirmiş bireylerin yetişmesi için de ülkenin her yerinde halkevi adı verilen sosyo-kültürel kurumları açılmıştı.

19 Şubat 1932 tarihinde açılmaya başlamış olan bu kurumların sayısı, kısa sürede hızla artarak, Menderes yönetimince kapatıldıkları 1951 yılında 478’e ulaşmıştı.

Bunlardan birisi de 24 Şubat 1933 tarihinde açılmış olan Mersin Halkevi idi.

Mersin Halkevi de diğer halkevleri gibi cumhuriyet değerlerini benimsemiş bireylerin yetişmesi ve yapılan inkılâpların toplum tarafından özümsenmesi için yoğun bir şekilde faaliyet göstermişti.

Mersin Halkevi’nin süreli yayını olan “İçel” dergisi çalışmalarının yanı sıra Atatürk Devrim ve İlkelerini de anlatmıştı okuyucularına.

1944’lerde Mersin Valisi Tevfik Sırrı Gür’ün Türkiye’ye armağan ettiği Mersin Kültür Merkezi şehrin en güzel yapılarından biriydi. Planıyla, estetiğiyle verimliliğiyle ve yer seçimiyle bir mimari şaheserdi.

Akdeniz kıyısında, Çamlıbel Mahallesinin göz bebeği idi.

Uzun yıllar Halkevi olarak kullanılan merkez Mersin İl Halk Kütüphanesi’ni de içinde barındırıyordu.

Halk Evlerinin 1951’de kapatılması ve varlıklarının hazineye devrinden sonra İl Halk Kütüphanesi Mersin Tren İstasyonu arkasındaki tarihi binaya taşınmıştı.

Sahilde dolaşan öğrenciler, bir süre sonra kütüphaneye uğrar, kendilerine uygun kitaplardan birini alır, denizi görecek bir pencere kenarına oturarak okurdu.

Bazen de ödünç aldığı kitabı Alman İskelesi’ne oturup, ayaklarını denize daldırdıktan sonra okumaya başlardı. Ben de onlardan biri olmuştum zamanla.

Hem çocuk kitapları okuyor hem de Mersin ile ilgili yazılar bulmaya çalışıyordum.

Her zaman meraklıydım.

Bilgiye ulaşabilmek için bulabildiğim her şeyi yutarcasına okuyordum.

İlgi alanlarımdan biri de yerleşmeye çalıştığımız Mersin kentiydi.

Bir balıkçı köyünden modern bir kente dönüşmekte olan Mersin’i de tanımaya çalışıyordum.

Nasıl olmuştu da bu kadar ilgi çekici ve işçi kentine dönüşmüştü?

Sorusu bana aylarca kaldığımız pamuk tarlalarını ve yapılan pamuk hasadını hatırlatmıştı.

Hammadde olarak pamuk ile mamul madde olarak iplik ve tekstil ürünlerinin dünyaya pazarlanması gerekiyordu. Bu da dönüşümü gerektiriyordu. Dönüşümde en büyük rolü pamuk üretimi ve Mersin limanı oynamıştı.

Beyaz altın olarak tanımlanan Pamuk, lifleri için yetiştirilen değerli bir tarım bitkisiydi.

Dokuma sanayinin en önemli hammaddelerinden biri olan pamuk lifleri, ucuzluğunun yanı sıra kolayca eğirilebilen doğal bir büküme sahipti.

Dokunmadan önce özel bir işlem gerektirmemesi, yıkanmaya karşı dayanıklılığı ve yünden daha sağlam olması gibi üstün niteliklerinden ötürü gerek kumaş, gerek öbür dokumaların üretiminde yaygın olarak kullanılıyordu.

Her ne kadar günümüzde, naylon, reyon ve polyester gibi yapay lifler dokumacılık alanında önemli bir yer tutuyorsa da, dünyada hâlâ milyonlarca insan geçimini pamuk tarımından ya da pamukla ilgili bir işten sağlanmaktadır. 

Giderek artan pamuk üretimine karşılık, liflerin tohumlardan ayılması işleminin elle yapılıyor olması pamuğun işlenip satılmasını çok yavaşlatıyordu.

Sonunda, 1793’te Eli Whitney adında bir Amerikalı mühendis “çırçır” denen bir makine geliştirerek pamuk liflerinin elle ayıklanmasına son vermişti.

Tek bir kişinin çalıştırdığı bu makineyle 5060 işçinin elle yapabileceği iş kolayca yapılabiliyordu.

Whitney’in çırçır makinesi sayesinde pamuk üretiminin hızla artması, elde edilen pamuğu eğirmek ve dokuyabilmek için daha hızlı ve daha nitelikli tezgâhlara gereksinim doğurdu; bu alandaki  yenilikler ve buluşlarla pamuklu dokuma sanayisi dünyanın en büyük sanayi dallarından biri durumuna gelmişti.

Pamuklu dokuma sanayisi 18. yüzyılda İngiltere’de gerçekleşen Sanayi Devrimi’nin öncü sanayi kollarındandı. 

Türkiye’de ilk kez 19. yüzyıl başlarında Çukurova bölgesinde ilkel yöntemlerle başlayan pamuk üretimi 1833’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa’nın Çukurova yöresini ele geçirmesiyle gelişmeye başlamıştı. 

1860 yılından itibaren Süveyş kanal inşaatının başlaması, o güne kadar küçük bir balıkçı köyü halindeki Mersin’i birden öne çıkarmıştı.

Suya dayanıklı en sağlam kereste olan sedir, katran olarak ta anılan ağaçtı.

Lübnan’ın simgesi olan bu ağaç Lübnan dağlarının yağmalanması sonucu azalınca, Torosların yüksek tepeleri yeni kaynak olarak gözlerin Mersin’e dönmesine yol açmıştı…

Mısır’daki Süveyş kanalı başta olmak üzere doğu Akdeniz’in diğer tersanelerinin ihtiyaç duyduğu kereste dağların yüksek yerlerinden kesiliyor, şimdilerde can çekişen Müftü deresi üzerinden deniz kıyısına ulaştırılıyordu. 

Herhangi bir iskele olmadığı için gelen gemilerin kıyıya mümkün olduğunca yaklaşması ve denize giren taşıyıcı işçilerin sığ sularda gemiyle, kara arasında yük taşıması gerekiyordu.

Bu ise önemli gecikmelere ve maliyetlere neden oluyordu. Çözüm Mersin limanının ve iskelelerinin yapılmasından geçiyordu.

Böylelikle Mersin dünya ticaretine entegre oluyordu. Bu sonuç yabancıların Mersin’e olan ilgilerini arttırmıştı.

1864’te Fransızlarca kurulan ilk çırçır fabrikasını İngilizler ’in Adana, Mersin ve Tarsus’ta kurdukları öbür fabrikalar izledi ve daha sonra başka pamuk işleme tesisleri kuruldu. 

Zelviyan ve Miğırdiç Kardeşler tarafından kurulan bir çırçır fabrikası 1944 yılında Mustafa Güleç adında bir işadamı tarafından işletilmeye başlamıştı.

Fabrika yılda 500 ton pamuk işleme kapasitesine sahip olup, 64 beygir gücünde bir lokomobil ile çalışmaktaydı.

Abdülkadir Perşembe tarafından 1937 yılında kurulmuş diğer bir çırçır fabrikası da 50 beygir gücünde bir dizel motorla çalışmakta olup, yılda 500 ton pamuk işliyordu.

Çukurova Grubu’nun kurucuları Eliyeşil ile Karamehmetler, Tarsus’un büyük toprak sahipleriydi.

İki ailenin ilk ciddi girişimi, 1887’de kurulan azınlıklara ait Mavromati ve Şürekâsı İplik Fabrikası’nın 1925’te devralınmasıydı.

Eliyeşil ve Karamehmetler, Çukurova Sanayi İşletmeleri’ni kurarak bölgede gayrimüslimlerden sonra sanayiye ilk adım atan Türk ailelerdi. 

Türkiye’nin en eski ve en büyük tekstil yerleşkelerinden biri olan bu tesisler, 1925’te sadece 50 çırçır ve 5 bin iğlik kapasiteye sahipti.

1932’de büyük bir değişim geçiren fabrika, Türkiye’nin ilk modern tesisi hüviyetini kazandı. 1940’lara doğru tarım araçları temsilciliği işine girdiler.

Asıl büyük atılım iş makineleri acenteliğiyle geldi. 1949’da işçi sayıları 3 bine ulaşmıştı.

MERSİN İL HALK KÜTÜPHANESİ

 


2 Temmuz 1955 Cumartesi, Mersin…

Tren Garı arkasındaki Mersin İl Halk Kütüphanesi’nin hayatımda önemli bir yeri vardır.

Ceyhan Pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak çalışırken kantarda görevli üniversite öğrencisi Muzaffer Abi ile yaptığım sohbetlerde öğrendiğim en önemli şey, okunan her kitabın dünyaya açılan yeni bir pencere olarak karşımıza çıkacağıydı.

Eğer üniversiteli olacaksam kitapların dünyasına girmeliydim.

Mersin’deki kütüphane bunu bana sağlayacaktı. Sağlayacaktı ama öncelik ailemize yük olmamak için satmaya başladığımız simitlerdi.

Satıştan sonra boş kalan zamanlarımı kütüphaneye ayırabilirdim.

Yaz günleri oldukça uzun olduğundan zamanımız boldu. 

Okul ve eğitimi fukaralıktan kurtuluş olarak görmüştük.

Mersin İl Halk Kütüphanesine gidiyordum kalan boş zamanlarımda. 

Mersin Gümrük Meydanı ve Yoğurt Pazarına, başta süt ve süt ürünleri olmak üzere, köyünde ve mahallesinde ürettiği  her şeyi satmak, günübirlik iş bulmak için gelenler, susamlı gevrek simitlerle kahvehaneden aldıkları çayla sabah kahvaltısını taçlandırıyordu. 

Civar köylerden gelenlerin satmak için getirdikleri peynirden bir parçayı bu ikilinin yanına koyduklarında bir şölene dönüşüyordu simit, çay, peynir üçlüsü.

Tablamızdaki simitlerimiz, tam zamanında satışa çıkabilirsek, öğleden önce biterdi. Bitmemişse, öğleden sonra, ikindiüstü satışa devam ederdik. Kazınan midelerin en büyük dostu olan simitlerimizin satışı için en uygun zamandı ikindiüstü.

Satamadığımız, bayatlayan simitlerimiz olurdu bazen. Bu nedenle, fazla almamaya özen gösteriyorduk.

En azından kendi harçlıklarımızı çıkarmaya başlamıştık. Ailelerimize yük olmaktan kurtulmuştuk.

1944’lerde Mersin Valisi Tevfik Sırrı Gür’ün Türkiye’ye armağan ettiği Mersin Kültür Merkezi  şehrin en güzel yapılarından biriydi.

Planıyla, estetiğiyle verimliliğiyle ve yer seçimiyle bir mimari şaheserdi.

Akdeniz kıyısında, Çamlıbel Mahallesinin göz bebeği idi.

Uzun yıllar Halkevi olarak kullanılan yapı Mersin İl Halk Kütüphanesi’ni de içinde barındırıyordu.

1951 yılında Halkevlerinin kapatılması ve hazineye devredilmesi üzerine İl Halk Kütüphanesi Gar binasının arka tarafındaki tarihi binaya taşınmıştı.

İl Halk Kütüphanesinin sahilden yaklaşık 350 metre içeride olması, sahilde dolaşan öğrencileri kendine çekiyordu.

Sahilde dolaşan benim gibi öğrencilerin bir bölümü gezintiden sonra kütüphaneye uğrar, kendilerine uygun kitaplardan birini alır, denizi görecek bir pencere kenarına oturarak okurdu.

Bazen de ödünç aldığı kitabı iskelede oturup, ayaklarını denize daldırdıktan sonra okumaya başlardı.

Hem çocuk kitapları okuyor hem de Mersin ile ilgili yazılar bulmaya çalışıyordum.

Bulabildiğim, bana uygun her kitabı yutarcasına okuyordum. Okumak, bilgi ve sosyal yönden zenginleşmemi sağlıyordu. Ancak bu şekilde üniversiteli olabileceğime inanmıştım.

Her zaman meraklıydım. İlgi alanlarımdan biri de yerleşmeye çalıştığımız Mersin’di.

Bir balıkçı köyünden modern bir kente dönüşmekte olan Mersin’i tanımaya çalışıyordum. Nasıl olmuştu da bu kadar ilgi çekici ve işçi kentine dönüşmüştü? 

Kafamdaki bütün soruların yanıtları Mersin İlk Halk Kütüphanesi’ndeki kitaplardaydı. Eski Mersin ile ilgili kitaplar da vardı.

Okuduğum her kitap, dünyaya açılan yeni bir pencere oluyordu benim için.

Pencereleri çoğaltmam gerekiyordu üniversiteli olacaksam...


25 Ağustos 2022 Perşembe

SİMİT PEYNİR ÇAY MUHTEŞEM ÜÇLÜSÜ

 


30 Haziran 1955 Perşembe, Mersin…

1950-60’lı yıllarda Çırçır fabrikalarında çalışanlar, günübirlik beden işçileri, çevre köylerden hastaneye gelenler çay, simit ve peynirle günü geçirirlerdi.

Öyleydi çünkü 1955'li yıllarda karın doyurmanın en ucuz yoluydu bu muhteşem üçlü.

Simit 10 kuruştu. Çay ve peynir için de 20 kuruş ödediğinizde, 30 kuruşa karnınızı doyurmuş oluyordunuz.

Göçmen barakalarındaki arkadaşlarımızla çay, simit ve peynirle günü geçiştirme olayını gözlemlemiş, babalarımızın da olurunu alarak simit satmaya karar vermiştik.

Ailemizin bütçesine katkıda bulunmanın iyi bir yöntemi olacaktı simit satmak.

Dün olduğu gibi bugün de birçok kişi için simit, çay ve kaşar peyniri üçlüsü, özellikle ikindi üstü, kazınan midelerin en büyük dostuydu.

Simit satacaksak simit severlerin bu tutkularını göz önüne almalıydık.

Aldık da…

Meltem rüzgârının barakalardan denize doğru estiği dün sabah, tanyerinin ağarmaya başladığı saatlerde, göçmen barakalarından sözleştiğimiz 8-10 arkadaşla simit fırınlarının yolunu tuttuk. 

Şakalaşarak, kimin daha erken simitlerin satışını bitireceğini tartışarak gidiyorduk Yoğurt Pazarı civarındaki simit fırınlarından birine.

Eski Mersin şehir merkezinin en önemli ticaret ve sosyal buluşma alanlarından biriydi Yoğurt Pazarı. 

Yaklaşık 250 metre güneybatısında da Gümrük Meydanı bulunuyordu.

Günümüzde Kuvayi Milliye Caddesi’nin İsmet İnönü Bulvarı’na ulaştığı yerde, Ulu Camii ve Ulu Alışveriş Çarşı’nın bulunduğu alandı Gümrük Meydanı.

Göçmen barakalarının yaklaşık 1500 metre güneyinde bulunan Yoğurt Pazarı, Latin Katolik Kilisesi’nin 600 metre güneybatısında yer alıyordu.

Mersin’in köylerinden gelen yurttaşların başta yoğurt olmak üzere her türlü el dokuması, kıl, aba, deri, yün, testi, çömlek gibi mallarını burada satışa çıkarması nedeniyle simit satmak için oldukça verimli bir yerdi Yoğurt Pazarı. 

Fırında bekleyen, bizden önce gelmiş birkaç çocuk vardı.

Sıramızı beklerken fırından çıkan susamlı ve kazan simitlerini gözledik heyecanla.

Taş fırında gürgen odunuyla pişiriliyordu kazan simitleri.

Simit hamurları kaynayan suyun yüzüne çıkınca alınıyor, üzerlerine susam ekilerek fırına sürülüyordu.

Susamlı simitlere göre daha pahalı olduklarını söylemişti fırın sahibi.

Arkadaşlarımızla birlikte susamlı sokak simitleri aldık kazan simitlerine göre daha hesaplı oldukları için.

Ben 30 simit, kardeşim de 20 simit olmak üzere toplam 50 simit aldık.  

Fırıncı bize simitlerin tanesini 7,5 kuruştan veriyordu. Biz 10 kuruştan satarak simit başına 2,5 kuruş kazanacaktık. 50 simidin tamamını satabilirsek 125 kuruş kazancımız olacaktı.

Başlangıç için iyi bir sonuç olacaktı. Öyleydi çünkü 900 gram ekmek 30 kuruştu. 4 ekmek parası ediyordu kazanacaklarımız. Bütçemize oldukça iyi bir katkı sağlamış olacaktık. Sokaklara dağıldık aldığımız simitlerle.

Tan ağarmakta iken ıssız sokaklarda ”Simiiiiit… Sıcak simit… Sıcak Simiiiiit… El yakmazsa para verme…” Diye bağırdıkça tatlı uykusundan uyanan bazılarınca azarlanıp, kovalandıysak da simitlerimin 20 tanesini satmıştım.

En azından fırına verdiğim parayı çıkarmıştım. Geri kalan 10 simiti de öğleden sonra, akşamüzeri satmak üzere eve dönmüştüm. Kardeşim Mustafa’nın aldığı 20 simidin tamamını satmış olarak eve dönmesi ikimizi de sevindirmişti.

Simitçilikte iş var. Demiştik birbirimize… 

Dün hiç beklemediğim tatsız bir olayla karşılaştım.

Sabahın erken saatlerinde ”Simiiiiit… Sıcak Simiiiiit…’’ ünlemelerim bomboş sokak duvarlarında yankılanmış ve hafif uykusu olan bazıları için, sanki odanın içinde bağırıyorum etkisi yapmış olmalıydı.

Uyku zorluğu çekmekte olduklarını sandığım baz sokak sakinleri, sokakta yankılanan sesimizden uyanmışlar ve kovalarla su atarak tepkilerini dile getirmişlerdi.

Bu nedenle sokağın ortasından yürüyerek bağırıyordum  ”Simiiiiit… Sıcak Simiiiiit…’’ diye.     

Şimdilerde aklıma Nazım Hikmet’in aşağıdaki üç dizeleri geliyor.

Basit yaşayacaksın basit…

Para ve maddi varlığın peşinde koşmayacaksın. 

Kimsenin hakkını ve hukukunu yemeyeceksin…

Sanki yaşamın hep olmayacakmış gibi,

tok karnına bile insanı baştan çıkaran susamlı simitler

ve yanındaki tavşankanı çayla

bir kahve köşesinde sohbeti koyulaştıracaksın…

Daha fazla susamlı, daha fazla gevrek sokak simidinin vazgeçilmez eşlikçisi tavşankanı çayın  yanına bir de peynir eklendiğini düşünün, bir ziyafet olmaz mıydı?

Elbette olurdu gönlü zengin olanlar için.

Basit yaşayanlar için…

Çay, simit ve peynirle yaşayanlar için…

1952 yılında ilk baskısı yapılan ‘’Havuz Başı’’ adlı kitabında bir yazısını simit ve çaya ayıran Sait Faik şöyle diyordu.

Yalnız simitten, sabahın o leziz, insan icadı yemişinden söz açmalıydım. Ama ne yaparsın, çaya kıyamadım. Simidin yanında o da ikinci planda kalıyor ama dostlukları da samimi bir dostluktur. Hiçbir kahvaltı simitle çayın yerini tutamaz.”

Sait Faik, bu lezzetli kahvaltıyı bir ziyafete dönüştürmek için de sadece bir dilim kaşar peynirine ihtiyacımız olduğunu belirtiyordu aynı yazısında. 

Gerçekten de 1955’li yıllarda Mersinlilerin büyük bir bölümü Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi basit yaşamaktaydı.

11 Ağustos 2022 Perşembe

1955 TE MERSİN SAHİLİ

 




27 Haziran1955 Pazartesi, Mersin…

Göçmen Barakalarındaki çocuk sesleriyle uyandım. Kapı ve uyduruk pencere aralıklarından güneş huzmeleri yansımıştı sazdan barakamızın duvarından.

Kalktım...

Kalktığımda babam yoktu. Erkenden iş aramaya gitmişti. Mustafa'yı kaldırdım. Elimizi yüzümüzü yıkayıp, tuvalet ihtiyaçlarımızı da giderdikten sonra Fatma Nenemin hazırladığı sabah kahvaltısına gittik.

Dayılarım da yoktu, onlar da erkenden çıkmışlardı.

Birlikte kahvaltı yaptık. Zahmetleri için  Neneme teşekkür ettikten sonra sofrayı toplamasına yardım ettim.

Dışarı çıkmıştım ki, birkaç gün önce tanışıp kaynaştığımız İsmail Tunalı bahçe kapısın aralamış el sallıyordu.

-Günaydın İsmail. Bugünkü programın nedir?

-Çakmak Caddesi üzerinden sahile inmeye karar verdik arkadaşlarla. Siz de gelir misiniz?

-Elbette geliriz. Neneme haber verelim de bizi merak etmesin. Neneee…Nene… Biz arkadaşlarla sahile iniyoruz. Merak etme emi.

-Güle güle yavrularım. Fazla geç kalmayın. Babanız geldiğinde sizleri evde bulmalı…

Yolumuz üzerindeki Mersin Gara uğradık önce. Dumanlarını salıp homurdanarak gara giren kara treni izledik bir süre.

Sonra da  Latin Katolik Kilisesi’nin yanından geçerek sahile geçtik.

Yanından geçtiğimiz Latin Katolik Kilisesi, Uray Caddesi’nin doğu ucunda, İl Halk Kütüphanesi arkasında, yüksek duvarlarla çevrili, içinde kız ve erkek okullarının bulunduğu saat kuleli bir kompleks yapıydı.

Eskiden Mersin limanına yanaşan gemilerin uzaktan ilk gördükleri yapı kilisenin çan kulesiydi.

Mersin limanı inşa edilene kadar, çan kulesinde bir deniz feneri de bulunmaktaydı.

Aslında deniz kıyısına inşa edilmiş olan kilise 1930’lu yıllarda denizin doldurulması çalışmaları sonucunda, şu an denizden 300 metre kadar içeride bulunmaktaydı. 

Mersin Garı’nın önünden başlayıp, geniş bir yay çizerek, denize paralel olarak  batıya uzanan Uray Caddesi, şimdilerde Ulu Camii kompleksi içinde yer alan Ulu Çarşı alışveriş merkezinin bulunduğu Gümrük Meydanı’na ulaşıyordu. 

Uray Caddesi boyunca, Fransız işgali sırasında, döşenmiş bir dekovil hattı, yani hafif raylı sistem vardı.

Dekovil hattı Gümrük Meydanı’nda bir “U” çizerek başlangıç noktasına geri, Mersin Tren Garına bağlanıyordu.

Uray Caddesi ya da günümüzdeki adıyla Belediye Caddesi, ki Enteller Caddesi olarak da bilinmektedir, en popüler caddelerden biriydi.

Latin Katolik Kilisesi yanından geçerek ulaştığımız sahilde ilk gözümüze çarpan Alman İskelesiydi.

Alman İskelesi çevresi adeta Mersinlilerin halk plajıydı. Her yerden denize girme olanağı vardı.

Sahil batıya doğru sıralanmış iskelelerle ve kumsala iyice yaklaşmış kayıklarla doluydu. 

Deniz ticaretinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, iskeleler cazibe merkezi haline gelmiş ve kıyıya yakın olan Uray Caddesi de zorunlu olarak gelişmişti.

Caddede önce depolar, hanlar, gemi acenteleri, gümrük binaları ile ithalat ihracat yapan pek çok uluslararası firma çalışmaya başlamıştı.

Ardından da hükümet konağı, belediye, vergi dairesi gibi yönetim kurumları da Uray Caddesi’nde yerlerini almışlardı.

Uray Caddesi’nin iki yanında yer alan binalar genellikle kesme taştan yapılmıştı.

Binaların büyük çoğunluğunun mimari görünümü, malzemesi ve işlevselliği Avrupai izler taşısa da, konum ve yapılarında Osmanlı ve Selçuklu izleri görülüyordu.

Yapılanmada olası yangınlar dikkate alınarak ızgara plan sistemi uygulanmıştı.

1900’lü yılların başında dışardan gelen insanların barınacağı yerlerden biri Azak Han inşa edilmişti.

Önceleri yolcular ve hayvanlarının barındığı bir han olarak kullanılmakta olan Azak Han, kentin liman iskelesine ve ticaret bölgesine yakınlığı nedeniyle, sonraları ticari faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez haline dönüşmüştü.

Azak Han’ın ticari bir merkez olma durumu, yıkılıncaya kadar devam etmişti.

Uray Caddesi gibi Azak Han’da, bu kentin ticari kimliğinin en önemli bir parçasıydı.

Biz Uray Caddesi’ni tercih etmeyerek, Latin Katolik Kilisesi yanından geçerek ulaştık sahile.

Sahilde ticari iskeleler ve çevresinde yük ve yolcu taşımaya hazır kayıklar ve küçük yük ve yolcu tekneleri vardı.

Sahilde, çıplak ayaklarımızla, suya girip çıkarken bir balıkçı köyünde dolaşıyor duygusuna kapıldık. 

Gümrük Meydanı ve İskelesini geçip, Mersin’de ilk meydan olarak ortaya çıkan Yoğurt Pazarı’na ulaştık.

Sonraları Gümrük Meydanı ortaya çıktı ki 1977 yılından sonra yerini, Ulu Camii’nin doğusundaki Ulu Çarşı alacaktı.

Sahil boyunca kuma batarak, şakalaşarak, Cumhuriyet Meydanı'ndaki Kültür Merkezi’ne ulaştık.

İl Halk Kütüphanesi vardı Kültür Merkezinde. Sonraki günlerde tekrar gelmek üzere Müftü Deresine kadar gittik.

Oldukça güzel bir gün geçirmiş, sonraki günlerde denize girmek ve İl Halk Kütüphanesinde kitap okumak için sözleştik arkadaşlarımızla.

Müftü Deresinden geri dönerken, sahilden Gümrük Meydanına girdik tekrar.

Gümrük Meydanı ve Yoğurt Pazarında simit ve halka tatlısı satan, ayakkabı boyayan  bizim yaşımızdaki çocuklara vardı. 

Acaba bizler de simit satabilir ya da ayakkabı boyayabilir miydik?

Düşünmeye değerdi doğrusu.

Kardeşimle diğer arkadaşlarımız ailelerimize ekonomik yönden yararlı olabiliriz kararına vardık. Akşam babalarımızla bu konuyu konuşmalıydık.

Akşam yemeğinden sonra babama açtık simit satma konusunu. Biraz düşündükten sonra uygun buldu.

-Yarın ikinize de birer simit tablası ve üzerine koyacağınız katlamalı birer tablalık yapayım. Sonra da birlikte simit fırınına giderek sahibiyle konuşalım ki sizlere güvenle simit versinler.

Ailemize, küçük çapta da olsa, ekonomik yönden katkıda bulunmanın heyecanı sarmıştı hepimizi…

8 Ağustos 2022 Pazartesi

MERSİN DEVLET HASTAHANESİ 1955

 


21 Haziran 1955 Salı, Mersin…

Dün, Göçmen Barakalarındaki tek odalı sazdan yapılmış evimize yerleştik.

Osmaniye-Mersin arasındaki taşınmanın verdiği yorgunlukla, saat 21:00 sularında girdiğim yatakta adeta sızmışım.

Rüyamda anam kahvaltı hazırlamış,

-Mehmeeet…Mustafaaa…Kalkın artık.

Diyordu. Ben öyle algılamıştım.

-Ana biraz daha uyumak istiyorum.

Demiştim ki Mustafa beni sarsarak,

-hadi kalk artık birader. Nenem bizi bekliyor.

Dedi. Nenem de nereden çıktı derken zorla araladığım gözlerim sazdan bir barakada olduğumu anlamama yetti. Kardeşim Mustafa giyiniyordu.

Önümüzdeki barakada kalmakta olan nenem ‘’anasız kuzularım’’ diyerek hazırladığı sabah kahvaltısına bizleri çağırıyordu.

Hüseyin, Kerim, Yusuf ve Mustafa dayılarım erkenden evden çıkmışlardı. Kerim ile Yusuf dayım çırçır fabrikasında iş buldukları için, Hüseyin ile Mustafa dayım günübirlik iş bulmak için gitmişlerdi.

Kahvaltıdan sonra babam,

-Mehmet, Mustafa bu gün hastaneye, ananızı ziyarete gideceğiz. Bir yerlere ayrılmayın, saat 13,oo’de buralarda olun.

Dedi ve çıktı.

Hastane ziyaretleri saat 13,30 ile 14,30 arasında olurdu. Saat 13,00 e kadar çok zaman vardı.

Saat 13:00'e kadar evi sildik, süpürdük ve içecek su getirdik çevredeki çeşmelerden.

Babam tam saatinde geldi. Göçmen barakalarının yaklaşık 500 metre batısında bulunan hastaneye yaklaşık 5 dakikada ulaştık ve saat 13,30’da içeri girdik.

Anam birinci katta 10 kişilik bir hastane koğuşunda yatıyordu. Yataklar sürgülü bez perdelerle birbirinden ayrılmıştı.

-Herkese geçmiş olsun.

Diyerek yaklaştık anama. Bizleri görünce yüzü aydınlandı ve gözleri parladı. Yaklaşık iki aydır görmüyorduk anamı. Benim de sevinçten gözlerim yaşarmıştı.

Görevli hemşirenin uyarısıyla, elini öpemediğimiz gibi biraz da mesafeli kaldık.

Yatanların hepsinin verem teşhisiyle geldiğini söyleyen görevli hemşire,  

-Ne de olsa ince hastalık bulaşıcıdır. Tedbirli olunması gerekiyor. Bizler de, hastaların arasına sürgülü perdeler çekerek tedbir aldık.

-Hastalar birbirini görmeden konuşabilir, bazen de bizleri çağırarak diğer hastalara yardım etmiş olurlar.

Dedi ve bizleri anamla başbaşa bıraktı.

Babam aldıklarını anamın başucundaki çekmeceye koydu, başka bir ihtiyacının olup, olmadığını sordu. Anam da olmadığını söyledi.

İki ay öncesine göre anamı bir hayli toparlanmış gördüm. Bakımında görevli hemşireden edindiğimiz bilgilere göre, kan tükürmez olmuştu. Eskisi gibi ateşi çıkmaz olmuştu. Tedavi olumlu sonuç vermişti. Ne var ki bir süre daha hastanede yatması gerekiyordu.

Sonraki günlerde Mersin Halk Kitaplığında yaptığım araştırmalara göre, 1900’lü  yıllarda Mersin, sıtma ve verem hastalıklarının kol gezdiği, henüz kentleşmemiş köy tipinde bir yerleşim yeriydi.

İlk hastane inşaatına 1907 yılında başlanmıştı.

O tarihlerde Mersin Belediye Başkanı olan Hamit Hayfavi’nin ve halkın yardımları ile devam eden inşaat, Hamit Hayfavi’den sonra Belediye Başkanı olan Hacı Bey’in belediyenin mali katkılarını da sağlamasıyla, 1908 yılında hastane tamamlanmıştı.

İlk açılışında 40 yataklı olan hastanenin, tedavi gören bir Avusturyalının 100 altın lira bağışta bulunmasıyla, bahçe ve çevre duvarları yapılmıştı.

1923 yılında Zührevi hastalıklar bölümü, 1932 yılında Verem bölümü hizmete girmişti. 

1930’lu yıllarda bazı evlerin kapısında sarı bir kağıt bulunması Mersin’de sıkça rastlanan bir uygulamaydı.

Sarı kağıtta ” Bu evde sâri hastalık var” yazılmaktaydı.

Bu ‘’sâri hastalık’’ deyimi, her bulaşıcı hastalık için söylense de, en çok veremli olanlar için kullanılırdı.

Hastalığın yayılmasını önlemek için başvurulan bir uygulamaydı. Bir bakıma, üstü örtülü karantina uygulamasıydı aslında.

Halk arasında ince hastalık olarak tanımlanıyordu verem. Tedavisi için hastalara; bol gıdanın yanı sıra açık hava tavsiye edilir, kuvvet iğneleri yapılır, kalsiyum hapları verilirdi.

Anamın yatmakta olduğu Devlet Hastanesinin çevresinde portakal bahçeleri vardı. Veremliler için uygun bir ortamdı.

1938 yılında da hastanede Kadın Hastalıkları – Doğum bölümü hizmete girmişti. Bu tarihte hastane 50 yatak kapasitesine ulaştığı gibi bir adet röntgen cihazına da sahip olmuştu. 

İkinci Dünya Savaşından sonra Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bağlanan hastane, Devlet Hastanesi adını almış, 1945-1955 yılları arasında inşa edilen ek hizmet binaları ile genişletilmişti.

Yarım saatlik bir ziyaretten sonra hastaneden ayrıldık. Anamın tez elden sağlığına kavuşarak evimize dönmesi için dualar ettik kardeşimle.

Bekleyip, görecektik…

7 Ağustos 2022 Pazar

MERSİN GÖÇMEN BARAKALARI

 


20 Haziran 1955 Pazartesi, Mersin…

Saat 14:30…

Yarım saat önce Osmaniye’den geldik.

Mersin Tren Garında babamı bekliyoruz kardeşim Mustafa ile. Yük vagonundan indirdiğimiz eşyalarımızı Göçmen Barakalarına götürmek için araba bulmaya gitmişti.

Babam, Mersin Devlet hastanesinde yatmakta olan anamı her ziyarete geldiğinde, öncelikle barakalarda sazdan yaptığı eve uğradığı için, kuzeydeki Toros eteklerine doğru uzanmakta olan Çakmak Caddesi ve Göçmen Barakaları hakkında bilgi vermişti.

İstasyondan hareketle, Cadde üzerinden kuzeye, Toros Dağları eteklerine doğru, yaklaşık 800 metre yürünürse Çakmak Caddesi 4 ana bir yan sokak ile beşli bir kavşak oluşturuyordu.

Bu kavşağa giren ve çıkan 5 adet yol olduğundan, doğu ve kuzeye yönelen yolların köşesinde bulunan kahvehaneye, 1955’te ”Beşyol Kahvesi” denmişti.

Beşyol Kahvesi bilinen bir nirengi noktasıydı. Adreslerde dikkate alınan bir yerdi.

Beşyol Kahvesinin yaklaşık 7oo metre kuzeydoğusuna konuşlanmış olan gecekonduları muhacirler-göçmenler kurduğundan, Göçmen Barakaları olarak biliniyordu.

Mersin’in ilk gecekondu bölgelerinden biriydi Göçmen Barakaları.

Çakmak Caddesi üzerinde, Beşyol kavşağının hemen ilerisinde ve caddenin batısında, 1890’lı yıllarda Katolik Cemaatine ait bir mezarlık vardı. Aynı cemaatin, Mersin Garının yaklaşık 300 güneyindeki kiliseleri Aziz Antuan bulunmaktaydı.

Mersin Latin Katolik Kilisesi…

1874 yılında Katolikler tarafından satın alınan yüzlerce dönüm arazinin  2471 metrekaresi Katolik Mezarlığı olarak kullanılmıştı. Bu mezarlıkla Katolik Kilisesi arasındaki yol, ki Çakmak Caddesi’dir, o dönemde açılmış olup, Kapusien adı verilmişti.

Yaklaşık 60 yıl kullanılan Katolik Mezarlığı, Belediye Meclisinin kararıyla, 1936 yılında Mersin Şehir Mezarlığına taşınmıştı.

Beşyol kahvesinin kuzeydoğusunda, Çakmak Caddesi ile sağındaki 112. Cadde arasında kalan ve günümüzdeki Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’na kadar uzanan bölge 1955’lerde hazine arazisiydi.

Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’nın günümüzdeki yerinde küçük bir derenin de bulunduğu bu hazine arazisi, İş bulmak ümidiyle Mersin’e gelen göçmenlerin çadır kurduğu, sazlar ve tenekelerden kulübeler ve barakalar yaptığı uygun bir yerleşim alanı olmuştu.

Günümüzde Mersin Atatürk Anadolu Lisesi ve çevresinin yer aldığı bu hazine arazisinde portakal ağaçları bulunuyordu.

Mersin’in en bakir ve en çok fabrika işçisine ihtiyaç duyduğu zamanlarda gelmişti göçmenler buralara.

Bu yüzden gecekondulaşmaya ve göçmen barakalarına fazla ses çıkaran olmamıştı. Ne de olsa fabrikaların işçilere ihtiyacı vardı. Üstelik Mersin henüz bir köy havasından da kurtulamamıştı. 

Bir hafta önce Osmaniye’den Mersin Devlet Hastanesi’ndeki anamı ziyarete gelen babam konaklayacağımız yer konusunu, dayılarımın da yardımıyla, burada çözüme ulaştırmıştı.

Eski Mersin Devlet Hastanesinin yaklaşık 600 metre doğusunda, tren garının da yaklaşık 1500 metre kuzeyinde bulunan göçmen barakalarında, dayımlara komşu olmuştuk.

İyi de olmuştu. Babam, sazlardan bir baraka yaptığı gibi yaklaşık 200 metrekarelik bir alanı da sazlardan çitle çevirerek bir avlu oluşturmuştu.

Babam araba bulmaya gitmeden bu oluşumları anlatarak rahatlatmıştı Mustafa ile beni. Gittikten 20 dakika sonra bir atlı araba ile geldi. Çabucak eşyalar yüklendi.

Göçmen barakalarındaki yeni konaklama yerine ulaştığımızda anneannem ve dayılarım karşıladı bizleri.

Kardeşimle bendeki sevinci ve coşkuyu görmeliydiniz. Anneanneme sarılıp, hasret giderdikten sonra ellerini öptük. Dayılarımızla da sarılıp, öpüştükten sonra eşyalarımız avlumuza indirildi. Kısa sürede barakamıza yerleştik.

Yerleşip nenem ve dayılarımla hasret giderdikten bir süre sonra , meraklı bir çocuk olarak çevreyi tanımak istedim.

Barakalarla birlikte portakal ağaçlarının da bulunduğu bu hazine arazisinin kuzeyinde, günümüzdeki Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’nın yerinde, küçük bir dere vardı.

Dereden, az da olsa, su akmaktaydı. Bu iyiydi. Su ile ilgili sorunlarımızın bir bölümü çözülmüş olacaktı. En azından bulaşık ve çamaşır için suyu buradan temin edebilecektik. Diye düşündüm.

Güneye, tren garı tarafına baktığımda birkaç konut dışında hiçbir yapılanma göremedim. Mersin Tren Garı kolaylıkla görülüyordu.

Kuzeye, Toros Dağları eteklerine doğru baktığımda ise, şimdilerde Toroslar Belediyesinin bulunduğu bu bölgede, kent mezarlığı ile birkaç yapı bulunuyordu.

Kuzeydeki bu yapılardan birinin Kuvayi Milliye İlkokulu olduğunu öğrenecektim birkaç hafta sonra.  Sol tarafımızda, batı yönümüzde ise anamın yatmakta olduğu hastane vardı.

Birden anamı çok özlediğimi hissettim. Gözlerim doldu, hıçkırmamak için zor tuttum kendimi. Yarın ilk fırsatta anamı ziyaret etmeliydik…

MERSİN TREN GARI 1955

 


20 Haziran 1955 Pazartesi, Mersin…

Bu sabah Osmaniye Mamure Tren garından başlayan yolculuğumuz Ceyhan, Yüreğir, Adana, Yenice, Tarsus rotası izlenerek, saat 14:00 sularında Mersin Garı’nda son buldu.

Vagondan eşyalarınızı indirdikten sonra gar ve çevresiyle ilgilenme fırsatı buldum.

Oldukça küçük bir tren garıyla karşılaşmıştım.

Güneyinde bir kilise ve daha ilerisinde Akdeniz sahili görünüyordu. Kuzeyinde, Toroslara doğru alabildiğine açık olan bölgede portakal bahçeleri vardı.

Babam kuzeybatıyı işaret ederek anamın yatmakta olduğu Mersin Devlet Hastanesi’ni gösterdikten sonra, Hastanenin yaklaşık 500 metre doğusundaki Göçmen Barakalarını gösterdi.

Göçmen barakalarına yerleşecektik.

Dikkatimi babamdan ayırarak Gar ve çevresine yoğunlaştım.

Garın yaklaşık 500 metre güneyinde Akdeniz sahili bulunmaktaydı. Günümüzde aynı yerde Mersin Uluslararası Liman İşletmesiyle Atatürk Parkı yer almaktadır.

Bir bakıma, tren garı ile sahil arasındaki bölge ticaretin kalbinin attığı yerleşim birimiydi.

Diğer taraftan Kiliselerin, sinagogların ve Ulu Cami’nin de yer aldığı bir alandı. Hem ticari hem de manevi bir bölgeyi temsil ediyordu.

Batısında, sahilde Gümrük Binası ve mal boşaltan mavnalar vardı.

Gar binasının güneyinden, Gümrük Meydanı’nın yanı sıra, Adana ve Tarsus’tan gelen malların fabrikalara kolay ulaştırılması için, Mesudiye Mahallesi ile Soğuksu Caddesi’nde bulunan Bodoski’ye ait fabrikalara dekovil hattı döşenmişti.

Sevmiştim tren garını. Dumanlarını çıkarıp, soluyarak ve kıvrılan bir yılan gibi gara giren kara trenleri severdim.

Oysa pamuk tarlalarında çalışırken kızmıştım çıkardıkları dumanların yağmura neden olduklarını düşünerek. 

Sonraki günlerde, Mersin İl Halk Kütüphanesindeki Mersin’i tanıtıcı kitaplardan öğrendiğime  göre,  eski garın açılış gününde Mersinliler istasyonu doldurmuşlardı.

Tren lokomotifini ve vagonlarını ilk kez göreceklerdi.

Düdüğünü çalarak soluya soluya, bütün heybetiyle istasyona giren lokomotif ve vagonlarını devasa bir çıngıraklı yılana benzeten halk çil yavrusu gibi dağılıp kaçmışlardı.  

Korkularından lokomotif ve vagonlara yaklaşmamışlar, bu garip aracı uzaktan izlemekle yetinmişlerdi.  

Yaklaşmadıkları gibi ilk günler trene kimseler binmemiş, Mersin-Adana arasında vagonlar boş gidip gelmişti. İşletme zarara uğramıştı.  

Trenleri işleten şirket, trene alıştırabilmek için bir ay süreyle halkı ücretsiz taşımıştı. Sonraları da Mersinliler düşük ücretlerle tren yolculuğuna alıştırılmıştı. 

Mersin oldukça önemli bir ticari merkez olmak üzereydi. Bu nedenle, Mersin Tren Garının ilk hizmete girdiği yıllarda başta Amerika Almanya, Fransa, İngiltere ve Rusya olmak üzere, Mersin’de 12 ülkenin konsolosluğu açılacaktı.




6 Ağustos 2022 Cumartesi

BALIKÇI KÖYÜNDEN MODERN KENT MERSİN

 

Mersin, Haziran 1955…

1800’lerin başında bir balıkçı köyü olan Mersin Tarsus’a, Tarsus da Adana’ya bağlı birer yerleşim birimiydiler.

Bizler, Bulgaristan Muhacirleri, köylülükten modern bir kente dönüşmeye başladığı bir dönemde geldik Mersin’e.

1830’lardan sonra, Çukurova’da pamuk ekiminin başlamasının ardından ilk çırçır fabrikaları, ardından da tekstil fabrikaları Tarsus ve Mersin’de kurulmuştu.

Böylelikle hem tarımdan sanayiye hem de tarımdaki ırgatlıktan sanayi işçiliğine geçişin ilk adımları ortaya çıkmıştı.

Şadi Eliyeşil’in çırçır ve dokuma fabrikalarında yüzlerce sanayi işçisi çalışıyordu. Bunların bir bölümünü de Göçmen Barakalarında yaşayanlar oluşturuyordu.

Pamuk tarlalarından elde edilen sanayi ham maddesinin, işlenmesi için fabrikalara taşınması gerekiyordu.

Üretilen tekstilin de dağıtımı, pazarlara çıkabilmesi için ulaşım ağının genişletilmesi zorunluluğu vardı.

Arzu edilen ulaşım ağı Tarsus’tan sağlanamaz olmuştu.

Başlangıçta bir liman kenti olan Tarsus bu özelliğini kaybetmişti.

Bunun bir sonucu olarak 1886’da Bağdat Demiryolunun Adana-Tarsus-Mersin bağlantısının kurulmasını sağlandı.

Sağlandı çünkü Antik Çağ’dan 17. yüzyıla kadar bir liman kenti olan Tarsus bu özelliğini kaybetmişti.  

M.S. 5 yüzyılda Roma İmparatoru Justinianus, özellikle kış aylarında kentte su baskınına neden olduğu için Berdan Nehri’nin yatağını değiştirmişti.

Böylelikle bugünkü Tarsus Şelalesi meydana gelmişti. Gelmişti gelmesine ama kentin içinden geçen nehir yatağı kurumuş, bu suyun ulaştığı Regma Gölü olarak bilinen lagün, yeterli suyu alamadığı için, zamanla Karabucak bataklıklarına dönüşerek, liman olarak önemini yitirmişti.

Yeni bir limana ihtiyaç doğmuştu. En yakın liman da Mersin’de bulunuyordu.

Adana-Tarsus-Mersin Demiryolu ile Mersin limanının kurulması Mersin’e ticari önem kazandırmıştı.

1864 yılında Mersin, idari birim olarak, kaza olmuş, 1869’da Belediye Meclisi kurulmuş, 1888 yılında da Sancak olmuştu.

1924 yılında il yapılan Mersin 1933 yılında Büyük Mersin İlini oluşturmak için İçel İli kurulmuş ve ilin merkezi Mersin olmuştu.

1930’lu yıllardan itibaren başta Ankara olmak üzere birçok kentin şehir planını yapan Hermann Jansen Mersin Şehir planını da yapmıştı.

Böylelikle bir balıkçı köyü olan Mersin modern bir kent olma yolunda emin adımlarla ilerlemeye başlamış ve Mersin’de ticaret gelişmişti.

Günümüzdeki Atatürk Caddesinin devamı olan Uray Caddesi ticaretin merkezi olmuştu.

Tüccarların konaklaması için Azak Han, Taş Han gibi hanlar yapılmış, Müslim ve Gayrimüslimlerin nüfus olarak artması üzerine de kiliseler, camiler, sinagoglar ve konaklar inşa edilmişti.

1950’den sonra da Mersin nüfusu içinde bizler de yerimizi almıştık. Nusratiye Mahallesinin çekirdeğini de Göçmen Barakaları oluşturmuştu.



5 Ağustos 2022 Cuma

OSMANİYE'DEN MERSİN'E GÖÇ KARARI

 


20 Haziran 1955 Pazartesi, Osmaniye…

   17 Haziran Cuma günü karnelerimizi almış, okullar da yaz tatiline girmişlerdi.

Osmaniye sağlık kuruluşlarında yeterli donanım olmadığı gerekçesiyle anamın Mersin Devlet Hastanesi’ne sevkinden sonra kendi başımızın çaresine baktığımız gibi, okul ödevlerimizi de hiç aksatmadan yapmıştık.

   Başta sınıf öğretmenimiz olmak üzere, durumumuzu yakından izleyen öğretmenlerimiz vardı. Kardeşimle bana her türlü yardımı yaptıkları gibi kolaylıklar da sağladılar Ufak tefek hatalarımızı görmezden geldiler.

  Okuldaki bu olumlu şartların da etkisiyle 1954-55 Eğitim ve Öğretim yılının ikinci dönemini de başarı ile tamamladık ve üçüncü sınıf olduk.

  Okulun tatile girmesiyle birlikte babam, işten geldiği Cumartesi akşamı kardeşimle bana, anamın Mersin Devlet Hastanesindeki tedavisinin oldukça uzun süreceğini, Mersin’e göç etmemiz gerektiğini söyledi

 Alıştığımız Karaçay Mahallesi, Karaçay Deresi, okulumuz ve arkadaşlarımızdan ayrılmak bizi hüzünlendirecek olsa da başka seçeneğimiz yoktu. Kabullendik…

   Osmaniye Karaçay kıyısındaki, kiralık da olsa, evimizi ve ev sahibini de sevmiştik. Ev sahibimiz Halil Amca ile eşi Ayşe Teyze Mustafa ile beni çocuklarıymışız gibi sevmiş ve adeta korumaya almıştı. Ayrılmak zor olacaktı…

  Ayrıca iyi anlaştığımız arkadaşlarımız da olmuştu.

Mersin yeni bir bilinmezdi bizim için.

Yeni bir çevre, yeni bir okul ve arkadaşlar. Üstelik hastanede olan ve ne zaman iyileşeceği bilinmeyen anam…

Üzgün ve kırılgan olduğumuzu gören babam Mersin’e yabancılık çekmeyeceğimizi söyledi.

Misli ‘den sonra Bursa Karacabey taraflarına giden anneannem ve dayılarım da Mersin’e gelmişlerdi.

Bu haber içimizi ferahlattı biraz. Cemile teyzem, Karagöz Soyadını alan ve Karacabey’e yerleşen aileye gelin gitmişti.

  İstemeyerek de olsa, arkadaşlarımız ve bize çocukları gibi sahip çıkan ev sahibi ve komşularımızla vedalaştık.

Yine Ev sahibimizin yardımıyla tutulan bir arabaya yüklenen eşyalarımızla Osmaniye Mamure Tren istasyonuna gittik.

  Mamure Tren İstasyonu oldukça büyük ve heybetli bir yapıydı. Bir o kadar da sağlam görünüyordu. Hayranlık duydum.

Hayranlık duyduğum Mamure tren istasyonunun Osmanlı döneminde, 1898 yılında İstanbul-Bağdat tren yolu kapsamında Almanlar tarafından yapılmış olduğunu öğrendim görevlilerden.

  Her zaman meraklı, öğrenmeye istekli bir çocuk olmam bazen başımı belaya sokuyorsa da genelde olumlu sonuçlar doğuruyordu.

  Hayranlıkla seyrettiğim istasyonda, yaklaşık bir saat bekledikten sonra gelen kara tren vagonlarından birine eşyalarımız yüklendi ve Mersin’e yolculuk başladı.

 Osmaniye, Ceyhan, Yüreğir, Adana, Yenice, Tarsus rotası izlenerek, yaklaşık 5-6 saat yolculuktan sonra Mersin Garına ulaşacaktık.

Mersinli olacaktık böylece...

 

31 Temmuz 2022 Pazar

ANAM MERSİN DEVLET HASTAHANESİ'NDE

 


6 Mayıs 1955 Cuma, Osmaniye…

Aybaşından bu yana anamın hastalığı her geçen gün daha da ağırlaştı. Dün tekrar Osmaniye Hastanesi’ne götürdü babam.

Doktorlar, anamın teşhis ve tedavinin Osmaniye sağlık kuruluşlarında yapılamayacağı kararı üzerine, hastane yönetimince Mersin Devlet Hastanesi’ne sevki yapılmıştı.

Tedavi için başka seçenek kalmadığından, sevk ve sağlık raporlarıyla birlikte babam anamı dün öğleden sonra Mersin’e götürdü.

Bugün okul dönüşü babamı evde bulduk. Anamı hastaneye yatırmıştı.

Okulumuzun tatile girmesine daha bir aydan fazla zaman vardı.

Babam hem iş peşinde koşacak hem de ara sıra Mersin’e anamı ziyarete gidecekti.

Kardeşimle ben başımızın çaresine bakmak zorundaydık.

Baktık da…

Yeme içme konusunda ev sahibimiz Halil Amca ile eşi Ayşe Teyze bize çok yardımcı oldu. Kardeşimle beni adeta korumaya aldı.

Dayanışmanın ve insan olmanın önemini yaşayarak öğreniyorduk ve öğrenecek çok şeyimiz vardı…


AYÖO ÜNİVERSİTE HAZIRLIK KURSLARI

  17 Haziran 1964 Çarşamba, Ankara... İstanbul Zeytinburnu'nda, güneş ışınları yattığımız odanın perdeleri arasından sızarken uyandı...