30 Nisan 2023 Pazar

MATEMATİK ÖĞRETMENİM TEVFİK ARAS

12 Ekim 1961 Çarşamba, Çapa…

Müzik dalındaki ilgi ve başarı şansımdan daha çok Fen Bilimlerinde başarılı olacağımı keşfeden öğretmenlerimden biriydi Matematik Öğretmenim Tevfik Aras.

Bir sonraki yıl sömestr tatili dönüşü idareden sınıf defterini almaya gittiğimde ‘’Akıncı Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na gitmek ister misin?’’ Sorusunu sormuştu. İyi ki sormuştu…

Matematik ve rakamların dilinden sıkça söz ederdi derslerinde. Tıpkı Anadilimiz Türkçe ve diğer yabancı diller gibi…

Bazen daha da ileri gider, Matematiğin bütün dillerin üstünde olan evrensel bir dil olduğunu söylerdi.

Yıllar sonra farkına varacaktım. Anadili ve yardımcı dilleri ne olursa olsun bütün bilim adamlarının ortak ve evrensel dilinin matematik olacağını.

Büyük medeniyetlerin ve dünya kültür mirasının temellerini atan Sümerlerde bazı dehalar, M.Ö. 3500 ile 3000 yılları arasında, devasa bilgileri beynimizin dışında bir yerde tutmak için uygun bir sistem oluşturmuşlardı.

Özellikle mal ve akçeli işler için oluşturdukları somut işaretlerle, insan beyninin sınırlarından kurtulmamızı sağladılar. İmparatorluklarının önü açıldı. Tarih sahnesine diğer medeniyetlere nazaran daha erken çıkmaları sağlandı.

Sümerler tarafından oluşturulan bu veri işleme sistemine ‘’YAZI’’ denildi. Belki de Kısmi Yazı sistemi demek daha doğruydu…

İlk veri depolama ve işleme sistemi olan Sümerlerin oluşturduğu Kısmi Yazı matematiğin anası olarak işe başladı ve bu günlere gelindi. 

Kısmi bir yazı sistemi olarak kalmış olmasına rağmen dünyanın en baskın dilidir Matematik.

Neredeyse tüm ülkeler, şirketler, örgütler ve kurumlar, İngilizce ve Türkçe gibi, hangi tam dili konuşuyor olurlarsa olsunlar, veri kaydetmek ve işlemek için matematiksel yazı dilini kullanırlar.

Devasa bilgileri beynimizin dışında bir yerde depolamak ve işlemek için Sümerlerin oluşturdukları somut işaretler günümüzde ”0” ve ”1” işaretlerinden oluşan 1950’lerde bilgisayarların gelişmesi ile bilgisayar tabanlı ikili yazı sistemi harikalar yaratıyor ve yaratacaktı.

Devlet yönetimlerinin, şirketlerin ve kurumların kararlarını etkilemek isteyenler mutlaka Kısmi Yazı dili olan matematikteki rakamların dilini öğrenmek zorundaydılar.

Günlük yaşamda kullandığımız 10’luk sistemin işaretleri Arap rakamları olarak bilinse de aslında Hintliler tarafından oluşturulmuştu.

Hindistan, dünyanın en gelişmiş uygarlıklarından biriydi. Büyük uygarlıkların kurulması Arap Yarımadası ve Avrupa’dan çok daha önce gerçekleşmişti.

Araplar Hindistan’ı işgal ettiklerinde, veri depolama ve işlemek için kullanılan (0,1,2,3,4,5,6,7,8,9) sembolleriyle oluşturulan 10’luk sistemi oldukça yararlı bulmuşlar ve geliştirmişlerdi.

Hintlilerin rakamlarına toplama, çıkarma ve çarpma işaretlerini ekleyerek modern matematiğin temelini atmışlardı.

28 Nisan 2023 Cuma

TÜRKÇE ÖĞRETMENİM ENVER NACİ GÖKŞEN

9 Ekim 1961 Pazartesi, Çapa…

Daha ilk dersinde sevmiştim Türkçe öğretmenimiz Enver Naci Gökşen’i.

1916 yılında İstanbul’da doğduğunu, İlk ve ortaöğrenimini İstanbul’da yaptığını ve 1935 yılında da, şu anda çatısı altında bulunduğumuz, İstanbul İlköğretmen okulunu bitirdiğini anlattıktan sonra yine bu çatı altında bulunan Eğitim Enstitüsü ile sizlerin Türkçe-Edebiyat derslerinize gireceğim demişti.

Sonraki günlerde, ikinci ve üçüncü sınıflardan edindiğimiz bilgilerden, 27 Mart 1891- 26 Mayıs 1944 tarihleri arasında yayımlanmış fen, magazin, sanat ve edebiyat dergisi olarak Servet’i Fünun ve Yarım Ay dergilerinde çıkan yazı ve hikâyeleri ile edebiyat dünyasına giren biriydi Enver Naci Gökşen. 

İstanbul’da haftalık olarak yayımlanmış olan dergide 53 yıl boyunca ünlü edebiyatçılar görev yapmışlardı.

Üstelik dergi bir edebiyat akımına da adını vermişti.

Anadilimiz Türkçe üzerinde önemle duran, ayda bir Ankara Türk Dil Kurumu toplantılarına katılan ve Öztürk’çe sözcüklerle geri dönen Enver Naci Gökşen Anadilinin önemini ve kapsadığı alanları en iyi şekilde Konfüçyüs’e atfedilen kısa bir öykü ile dile getirmişti.

Konfüçyüs’e sormuşlar: “Eğer bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk olarak ne yapmak isterdiniz?”

Konfüçyüs cevap vermiş:

Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim.”

Bu cevap üzerine dinleyiciler şaşırarak sormuşlar:

Niçin?”

Konfüçyüs’ün karşılığı:

Çünkü, eğer dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek isteneni anlatmaz; eğer söylenen, istenen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenen şey yapılmaz; eğer istenen yapılmazsa, ahlak ve sanat bozulmaya uğrar; eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar; eğer adalet doğru yoldan çıkarsa, halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında doğru karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu önlemek, her şeyden önemlidir.”

Dilimizdeki bozuklukların giderilmesi konusunda Türk Dil Kurumu’nun önemli çalışmalar yaptığını anlatan Enver Naci Gökşen, efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel zamanında ülkemize kazandırılan Dünya Klasiklerini okumamızı öneriyordu.

Her ay bu kitaplardan birini okuyarak özetlememizi ve sınıfa sunum yapmamızı istemişti.

Enver Naci, Yazarı tanımanın eseri daha iyi anlamamıza yardım edeceğini vurgulayarak,

Okuduğunuz bir kitabın şairini, romancısını, yazarını öğrenmeden o kitabı okudum, demeyeceksiniz”

Öğüdüyle donatmıştı bizleri.

İyi ki onun öğrencilerinden biri olma şansını yakalamıştım.


23 Nisan 2023 Pazar

KİMYA ÖĞRETMENİM MÜNEVVER BAÇ

 

2 Ekim 1961 Pazartesi, Çapa…

Rulo yapılmış büyükçe bir periyodik cetvel levhasıyla sınıfa giren Münevver Baç ‘’Günaydın Çocuklar, bu gün sizlerle evreni oluşturan maddenin, galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin ve doğal olarak yaşamın oluşumunun şifreleri üzerinde konuşmak istiyorum.

Bu şifrelerin farkına varabilir ve öğrenebilirsek insanlığın ihtiyacı olan her türlü maddeyi üretebilecek hale gelebiliriz.

Dedikten sonra periyodik cetvel tablosunu tahtaya astı. Bir süre sınıfı süzdükten sonra,

Sözünü ettiğim şifrelerin anahtarı tahtaya astığım periyodik cetveldeki sembollerdir. Farkına varacağınız sırlar ve şifreler kimya derslerine olan ilginizi arttıracaktır.

Dedikten sonra elindeki değnekle tablonun sol üst köşesini göstererek,

Periyodik cetveldeki en basit element Hidrojen’dir. Evrenin başlangıç yıllarında sadece Hidrojen atomları vardı. H sembolüyle gösterilen Hidrojen evrenin temel taşıdır. Bu nedenle atom numarası ‘’1’’ dir. Normal basınç ve sıcaklıkta renksiz, kokusuz ve yanıcı bir gaz olan Hidrojen evrendeki bütün maddeleri oluşturan bir elementtir.

Bir bakıma evrende aklımızın havsalamızın alamayacağı boyutlarda bir Hidrojen imparatorluğu vardı. Yerçekimi olarak bildiğimiz kütle çekimi nedeniyle milyarlarca Hidrojen atomu bir araya geldikçe, kütle çekimi de büyüdü.

Atomlar sıkıştıkça olağanüstü basınç ve sıcaklıklar ortaya çıktı. Hidrojen kolonilerinin merkezindeki olağanüstü basınç ve sıcaklıkta, önce iki hidrojen atomu kaynaşarak tablonun sağ üst köşesindeki Helyum atomunu oluşturdular.

Giderek, çekirdek kaynaşması ile Helyumun yanı sıra, Karbon, Oksijen, Nitrojen ve periyodik tablodaki Demir’e kadar olan diğer tüm elementleri de üretildi.

Evrenin ve yaşamın temel taşı olan Hidrojen elementinin çekirdek kaynaşması olarak bilinen sıcak füzyon yoluyla oluşan 16 atom numaralı Oksijen elementi tablonun ikinci sırasının sağ tarafında, Azotla Flor arasında yer almaktadır. Doğal koşullarda Oksijen yakıcı bir gazdır.

Atom numarası 1 olan Hidrojen yanıcı, atom numarası 8 olan Oksijen yakıcı bir gazdır. Her ikisi de biyolojik yapılar için zararlıdır. Oysa gezegenimizdeki yaşamın kaynağı ‘’SU’’ dur. Tam da bu noktada periyodik cetveldeki sırlar ve şifreler devreye girer.

Hidrojen ve Oksijeni belirli oranlarda birleştirebilmek…2 Hidrojen atomu ile 1 Oksijen atomu birleşerek SU molekülü ortaya çıkar. Su, canlılığın ve yaşamın hayati özüdür.

Basit yapılı bir molekül olmasına rağmen, bilim adamları, suyun gizemini hala tam olarak çözebilmiş değiller.

Diyen Kimya Öğretmenimiz Münevver Bac’ın dersleri de oldukça ilginç olmaya başlamıştı.

Köy Enstitülerinin yaşayarak ve yaşatarak öğrenme, öğretme yöntemleri burada da uygulanıyordu. İki saatin nasıl geçtiğini anlamamıştık.

Kimya derslerini de sevdik...

21 Nisan 2023 Cuma

FİZİK ÖĞRETMENİM MEZİYET ÇAĞLAYAN

 

2 Ekim 1961 Pazartesi, Çapa…

Bayrak merasiminden sonra idareden sınıf defterini almış, yoklamayı bitirmiştim ki Fizik öğretmenimiz Meziyet Çağlayan kapıdan girdi.

Ayakta karşıladığımız Meziet Çağlayan, ''Günaydın çocuklar'' dedikten sonra bana dönerek, ''Herkes tamam mı Akıncı?' Dedi.  Tamam, olduğunu öğrenince ''Oturun çocuklar'' Dedi. Ders defterini imzaladıktan sonra bizlere dönüp,

‘’Geçen iki hafta içindeki derslerimizi de dikkate alarak, neden fizik okumak zorundayız, kim üzerinde konuşmak ister?’’ Sorusunu yöneltti.

Bir süre kalkan parmaklara baktıktan sonra, ‘’Sen ne düşünüyorsun Kadir?''

Kadir Karkın arkadaşımız müzik derslerinin favorilerinden biriydi. Müzik ve resim öğretmenlerimizin anlattıklarından etkilenmiş, doğanın bir parçası olan müziğin fen bilimleriyle olan bağlantısı üzerinde sorular sormuştu öğretmenlerimize.

Oturduğu sıradan ayağa kalkarak, Fizik derslerinin piyano ve kemanla bağlantısını kurarak anlatmaya çalışayım öğretmenim.

Piyano ve kemandan çıkan her sesin bir notası, her notanın da saniyedeki titreşim sayısı vardır. Saniyedeki titreşim sayılarını Frekans olarak tanımladı müzik öğretmenlerimiz.

Nitekim gırtlaklarımızdaki ses tellerinin titremesiyle bizler de konuşmanın yanı sıra türkü söyler, ağıtlar yakarız.

Ses tellerimizin frekansları ve tonları birbirimizden farklı olduğundan, görmesek de arkadaşlarımızın seslerini tanırız.

Gırtlağımızdaki ses tellerinde olduğu gibi bütün müzik çalgılarındaki notalar ve yerleri fizik kurallarına göre belirlenmiştir.

Diğer taraftan Fen bilimleri günlük yaşamın ta kendisi olup, yaşamsal önemdedir. Duyma, görme, dokunma, ses çıkarma ve algılayarak öğrenme fiziksel olaylardır.

Söz gelimi, geçen hafta işlemeye başladığımız ve üzerinde önemle durduğunuz kuvvet kavramı…

Boynuzlu otobüslerde elektrik enerjisinin motor kuvvetine dönüştüğünün farkına vardık. Fren kuvveti uygulandığında ise hareket enerjisinin fren balatalarında sürtünme yoluyla ısı enerjisine dönüştüğünü anladık.

Yeterli kuvvetin uygulandığı her ortamda, kuvvetin etkisinde kalan maddelerde hız değişikliğine neden olduğunu öğrendik.

Bir süre Kadir’i dinleyen Meziyet Çağlayan, ‘’Teşekkür ederim Kadir. Beni mutlu ettiniz. Şimdi de güncel yaşamımızda sıkça başımıza gelen bir olay üzerinde duralım.’’

Dedikten sonra arka sıralarda oturan İzzet Mehmet arkadaşımıza, ''Söyler misin İzzet; boynuzlu otobüslerde seyahat ederken şakacı bir sürücü aniden frene basarsa ya da gaz pedalına basarsa ne olur?'' Sorusunu yöneltti.

İzzet bir süre düşündükten sonra, ‘’Önümüzdekileri kucaklamak zorunda kaldığımız gibi aniden gaza bastığında da arkadaki yolcuların kucağına oturmak zorunda kalırız öğretmenim? Sanıyorum Kadir arkadaşımızın sözünü ettiği hız değişikliklerine tepki olabilir diye düşünüyorum.

Evet İzzet. Diyen Meziyet Çağlayan ‘’Durgun olan cisimler harekete karşı koyarken, hareketli olanlar da hızlarındaki değişiklere karşı koyma eğilimindedirler.  

Elinizdeki tabakta masaya yemek götürürken ayağınız bir yere takılır, hızınız azalırsa tabaktaki yemeğin önünüzdeki misafirin üzerine dökülmesi de hız değişikliğine tepkidir.

Meziyet öğretmenimize göre, boynuzlu otobüslerde olduğu gibi diğer bütün hareketli araçlarda ki bizler de buna dâhiliz,  başımıza gelebilecek bu tür olaylar doğanın en temel yasalarından birinin uygulamasıdır.

Bu uygulama Fizik derslerinde Newton’un I. Hareket yasası olarak anlatılır. Eylemsizlik ya da Süredurum yasası olarak da bilinir. Boynuzlu otobüs 20 m/s hızla giderken frene basılırsa aracın hızı azalır ama siz emniyet kemeri takmamış iseniz aynı hızla, 20 m/s’lik hızla hareketinizi sürdürmek ister ve önünüzdekileri kucaklarsınız.

Gittikçe daha çok sever olmuştuk Meziyet Çağlayan’ın fizik derslerini. Köy Enstitülerinin yaşayarak ve yaşatarak öğrenme, öğretme yöntemleri burada da uygulanıyordu. İki saatin nasıl geçtiğini anlamamıştık.

Sınıf kapısı biraz şiddetli çalınınca, hep birlikte baktık. Kimya Öğretmenimiz Münevver Baç kapıyı açıp başını uzattıktan sonra, Meziyet öğretmenim izniniz olursa çocuklarla biraz da ben ders yapayım. Deyince Meziyet Hanım özür dileyerek sınıftan ayrılmıştı.


18 Nisan 2023 Salı

RESİM ÖĞRETMENİM SELAHATTİN TARAN

 

29 Eylül 1961 Cuma, Çapa…

Bu gün ilk iki saatimiz resim seminerinde bulunan arkadaşlarımızla ortak olan resim öğretmenimiz Selahattin Taran’ındı.  

Resim seminerinde bulunan Halit Armutlu, Şekip Oğuz, Lütfiye Başer, Ali Özocak, İbrahim Demirel, Gülay Medetgil, Betül Öztop, Erol Güven, Alaattin Harput, Aydın Denizkuş, Nezahat İncesulu, Güler Bahçeci, Sema Tirit ve Nevin Hepşen arkadaşlarımız daha önce tanışmışlardı öğretmenimizle. Müzik seminerinde bulunan bizler ilk kez tanışacaktık.

Müzik öğretmenlerimiz Ekrem Zeki Ün ve Halil Bedii Yönetken ’de olduğu gibi asıl adı Selahattin Hüsnü Taran olan öğretmenimiz de bizden önce yerini almıştı resim atölyesinde.

Sınıfımızın tamamı yerleştikten sonra ‘’Günaydın çocuklar, güzel sanatların önemli kollarından biri olan resimle haşır neşir olmaya hazır mısınız?’’ Dedikten sonra,  

‘’Sanat yaşama gülümseyebilmektir. Yaşama gülümseyebilmek de sanattır. Öyledir çünkü gülümseyen birine ne kadar güzel, ne kadar çekici, tıpkı bir sanat eseri gibi…’’ Denmesinin nedeni budur.

Sabahları karşılaştığınız herkese gülümseyerek Günaydın demekle Sanat yaşamınızı başlatmış olursunuz.’’ Dedi.

Taran öğretmenimin bu tanımlaması kulağıma, kulağımdan hiç çıkmayan bir çift küpe olmuştu. Olmuştu çünkü tanıdık ve bildik olsun olmasın, bana bakan karşılaştığım herkese ‘’Günaydın’’ demekteyim hala…

Sanatı yaşatan insandı Selahattin Taran. Onun içindir ki ‘’ Sizlere salt resim değil, sanatın her alanında sanatla iç içe olmanızı, sanatın yaşamamıza olağanüstü bir katkı sağlayacağını da anlatmaya çalışacağım.’’ Demişti.

Müzik, resim ve heykeltıraşlık gibi sanat dallarının Türk halkının yaşamına önemli katkılar sağlayacağını her toplantıda sürekli vurgulayan Genç Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten etkilenmiş ve O’nun yolunda yürüyenlerden biri olmuştu Selahattin Taran…

Atatürk; 1924 yılından itibaren devlet bursuyla Avrupa’ya gönderip, yetişmelerini sağladığı bütün ressamlardan Genç Cumhuriyeti ve devrimlerini resmetmelerini istemişti.  

Atatürk’ün yaşadığı dönemlerde Türk ressamları yurdun dört bir yanına gitmişler, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşunu betimleyen yeni eserler meydana getirmişlerdi.

Bu eserler Ankara’da “İnkılap Sergisi” adı altında sergilenmişti. “Kurtuluş Savaşı ve Atatürk Devrimleri” konulu sergi Ankara’da  Atatürk’ün katılımı ile açılmıştı.

Türkiye’de heykel ve anıt dikilmesine başlanması da, Atatürk’ün getirdiği yeniliklerden biriydi. Büyük Önder’in bu yönlendirmeleri sonucunda Türkiye’de resim ve heykel sanatları önemli ölçüde gelişme kaydetmişti.

Türk milletinin sanatsal geçmişine de sahip çıkan Atatürk, 1937 yılında Resim ve Heykel Müzesi’ni açarak, cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemin sanatsal ürünlerini aynı çatı altında bir araya getirmişti.

Ankara Resim-Heykel Müzesi’nin açılmasıyla millî birliğin sanat alanına yansıması hedefine ulaşılmıştı. Bu hedefler doğrultusunda çalışanlardan biri de ben oldum, olmaya da devam ediyorum. Demişti Selahattin Taran öğretmenimiz.

Selahattin Taran yalnız öğretmen değil, kimin için sanat yaptığını bilen bir ressamdı. 1918 yılında doğmuş olan Selahattin Taran, 1942’de Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş bölümünü bitirmişti.

1957- 1958 yılları arasında bir süre İlköğretim resim müfettişliği de yapan Taran, 1958’de Gazi Eğitim Enstitüsü öğretmenliğine getirilmişti. 1960’da İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim Semineri öğretmenliğine atanmıştı. İyi ki atanmıştı…

Selahattin Taran ve diğer sanatçı öğretmenlerimiz sayesinde hayata bir ölçüde de olsa sanatçı gözüyle bakmaya başlamıştık.

Selahattin Taran’ın yetiştirdiği öğrencilerinden öğretmenliği sürdürenlerin yanı sıra müzik ve yazın sanatında yoğunlaşanlar olacaktı. 

Resim dalında yoğunlaşıp, ürünler verenler ülkemizin tanınmış sanatçıları ve sanat eğitimcileri oldular.

Öğrencilerinden bazıları Habib Aydoğdu, Gülsün Erbil, Hatice Gülmez, Sebahat Hasırcıoğlu, Hilmi Özbay, Hasan Pekmezci, Şükran Pekmezci, Zeki Şahin, Sabahattin Şen, Abdurrahman Kaplan, Mustafa Ayaz, İbrahim Demirel, Muharrem Pire ve diğerleri...




17 Nisan 2023 Pazartesi

PİYANO ÖĞRETMENİM HALİL BEDİİ YÖNETKEN

 

25 Eylül 1961 Pazartesi, Çapa İstanbul…

Sınıfça tatlı bir heyecan içindeyiz. Bir haftayı geride bırakmış, Çapa İlköğretmen Okulu’nda ikinci haftaya giriş yaptık.

Geçen hafta matematik, fen ve sosyal derslerin öğretmenleriyle tanışarak zamanı doldurmuştuk. Müzik ve Resim semineri derslerimizin nerede, nasıl yapılacağını öğrenmiş ve okulun kemanlarıyla tanıştırılmıştık. Müzik Öğretmenlerimizle Ekrem Zeki Ün'ü tanımıştık.

Haftada 10 saat Müzik dersimiz vardı. Bunun iki saati Resim Seminerindeki öğrencilerle ortaktı. Geriye kalan 8 saatin 4 saati piyano, 4 saati de keman dersleri için ayrılmıştı.

Keman derslerinin iki saati Ekrem Zeki Ün ile birlikte, diğer iki saati serbest keman çalışma saati olarak ayrılmıştı. Aynı uygulama piyano dersleri için de geçerliydi.

Bu gün ilk iki saatimiz resim semineri arkadaşlarımızla ortak olan piyano öğretmenimiz Halil Bedii Yönetken’in dersiydi. Okulun alt katındaki piyano odasında gerçekleşecekti.

Bayrak merasiminden sonra idareden sınıf defterini alıp piyano odasına girdiğimde, piyano başında oturmuş bizleri bekler halde bulmuştuk öğretmenimizi. 34 kişilik sınıfımızın tamamı yerini almıştı.

-Günaydın çocuklar, okulumuzdaki sanat ortamına hoş geldiniz. Müzik ve Resim seminerindeki öğrencilerle birlikte yapacağımız bu iki saatlik derste öncelikle müzik nedir, neden gereklidir, bir toplumu yönlendirmede öncü olabilir mi, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu konuda neler düşünüyordu ve neler yaptı?

Sorularının yanıtları üzerinde duracağız.

Halil Bedii Yönetken yaptığı bu girişten sonra piyanoya dönerek tuşlara bir iki kez bastıktan sonra  ‘’Sordum Sarı Çiçeğe’’   ilahisini çalmaya başladı.

‘’ Sordum sarı çiçeğe, Annen baban var mıdır? Çiçek, eydür derviş baba Annem babam topraktır.’’ Dörtlüsünden sonra gelen ‘’Hak La ilahe illallah, Allah, La ilahe İllallah’’ nakaratını Halil Bedii Yönetken davudi sesiyle okudu. 

Özellikle nakarat bölümü bütün arkadaşlarımı duygulandırmış, kendilerinden geçirmişti. Öğretmenimiz tekrar bize döndüğünde bir süre bizleri izledikten sonra devam etti.

-Etkilendiniz değil mi? Elbette etkilendiniz… Müzik evrensel olduğu kadar yerel bir dildir de. Öyledir çünkü Müzik hayatın ta kendisidir. İnsanoğlunun kendini anlatması için bulunmuş olan muhteşem ve en harika bir araçtır. Doğumumuzda var, düğünümüzde var, günlük hayatımızda var, inançlarımızda var, ölümümüzde var… Sevinç, mutluluk, acı ve hüzünlerin ifade edilmesine ve bunların yeniden hatırlanmasına eşlik etmekte, toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası ve kültürün aktarılmasında da önemli bir rol üstlenmektedir.

Toplumlardaki değişiklikler ve yenilikler, kendini önce müzikte göstermektir. Bunu fark eden Atatürk, müziğe gereken önemin verilmesini sağlamış ve bu alanda büyük atılımlar gerçekleştirilmiştir. Atatürk, güzel sanatlar içinden müziğe verdiği önemi, konuşmalarında da dile gelmiştir. Bu konuşmalarının birinde ‘’ bir ulusun musiki eğitiminde önem verilmezse, o ulusu ilerletmenin mümkün olamayacağını belirtmiştir. 

Ayrıca Atatürk, ‘’müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir.’’ Demiştir. ‘’Hayatta müzik lazım değildir.’’ Diyenlere de  ‘’Hayatın kendisi müziktir. Müzik ile ilgili olmayan varlık insani duygulardan yoksundur. Müzik yelpazesinde yer alan ağıtlar insani duyguların müzikle ifadesidir. Eğer söz konusu olan hayat insan hayatı ise, müzik mutlaka vardır.’’ Dedi.

Açıklamalarından sonra tekrar piyanonun tuşlarına dönen Halil Bedii Yönetken, piyanoyu bir sihirbaz gibi çalmaya başladı. Bu kez Mozart’ın Türk Marşı’nı çalıyordu.

Marşın bitiminden sonra yaptığı kısa açıklamada; Türklerin Avrupa’da hayranlık uyandırdığı dönemde Mozart Mehter Marşından etkilenmişti.

1783 yılında 11 numaralı Majör Piyano sonatının üçüncü bölümünde Ronda alla Turca adıyla Türk Marşı’nı bestelemişti.

On parmağında on marifeti olan öğretmenimiz müzikle tanışmamızın ana karnında başladığını vurguladıktan sonra, anaların ninnileriyle geliştiğini söylemişti.

Müzik yalnızca vurmalı, nefesli ve yaylı çalgı aletlerinden duyduğumuz melodiler değildir. Demiş ve devam etmişti.

Bir rüzgârın ve yağmurun sesi, doğadaki kuş sesleri, hepsi birer müzik unsurudur. Öyledir çünkü müzik kültür olarak kendini doğadaki seslerden almıştır.

Şimdi sizlere iyi bir örnek olarak arkadaşınız Mehmet Akıncı’nın sınav için hazırladığı Vivaldi’nin Dört Mevsim adlı konçertosunu dinleteceğim.

Dedikten sonra pikaba bir uzunçalar koydu. Plak pikapta dönerken Antoni Vivaldi’nin 1723’te bestelediği “Dört Mevsim” başlıklı solo keman ve yaylı çalgılar konçertosunun müzikte çok özel bir yeri vardır. Dedi.

Bunun nedenlerinden biri de, eser dört mevsimi betimlemesine karşın tümüyle bahar havasını yansıtmasıdır. Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertosu  bir şiir üzerine yazılmış olup, her tema bir olayı ya da canlıyı anlatmaktadır.

Pikapta eser seslendirilirken temalarda yer alan  “avcıların kovaladığı ceylan”, “buzda kayan adam”, “saka kuşu”, “pınarların fışkırması” gibi konuları anlattı. Eser sona erdiğinde Antoni Vivaldi’nin yaşam hikâyesini de kısaca anlattı.

Halil Bedii Yönetken, sonraki derslerinde, piyano ile klasik müzik parçalarının yanı sıra ilahilerin de daha iyi okunabileceğini gösterecek, ünlü bestecilerin plaklarını dinletirken, açıklamalar da yapacaktı.

Besteyi, piyano çalarken adeta yaşatırdı. Bu nedenle Halil Bedii Yönetken ‘in derslerinden büyük keyif alırdık. Hala, sabah yürüyüşlerinde, kulaklığımda klasik müzik dinlerken, rahmetli öğretmenimi anımsar, müzik parçasının bir yerinde, ırmağın coştuğunu, bir çağlayana yaklaştığını hayal ederim.

Hala hayranlıkla andığım Halil Bedii Yönetken 1899 yılında Bursa’da doğmuştu. 

Müzikolog, folklor araştırmacısı ve eğitimci olan sanatçı  İlk ve orta öğrenimini Bursa’da, yüksek öğrenimini İstanbul’ da Musiki Muallim Mektebinde tamamladıktan sonra, yurdumuzun çeşitli yörelerindeki okullarda müzik öğretmenliği yapmıştı.

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 1928 yılında pedagoji öğrenimi yapmak üzere Çekoslovakya’ya gönderilmişti, Prag’da Devlet Konservatuvarını bitirdikten sonra Almanya ve Fransa’ya giderek oralarda çalışmalarını sürdürmüştü.

Yurt dışındaki öğrenimini tamamladıktan sonra 1932 yılında yurda dönmüş, Gazi Eğitim Enstitüsü müzik öğretmenliğine atanmıştı.

1936’da Ankara Devlet Konservatuarı’na Kulak Eğitimi ve Koro Öğretmeni olan Yönetken bir yandan da Ankara Radyosu’nda ses yönetmenliği ve gece yayınlanan Plaklarla Batı Müziği adlı açıklamalı bir müzik programı yapmıştı.

1933- 1957 yılları arasında Ankara’da çeşitli görevlerde bulunmuş, Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde şube müdürlüğü yapmıştı.

İyi bir eğitimci olmanın yanı sıra folklor araştırmacısı olan Halil Bedii, Ankara Devlet Konservatuarının 1937-1951 yılları arasında yaptığı bütün derleme çalışmalarına katılmıştı.

1957’de İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü müzik öğretmenliğine naklini yaptıran Yönetken aynı zamanda İstanbul Belediye konservatuarı folklor uzmanı olmuş ve İstanbul Radyosu’nda da ses yönetmenliği yapmıştı.

28 Aralık 1968’de İstanbul’da bu dünyadan göçen Halil Bedii Yönetken’e şükran duygularımı anlatabilmek için bu yazıyı hazırladım. Işıklar içinde uyusun.


KEMAN ÖĞRETMENİM EKREM ZEKİ ÜN

27 Eylül 1961 Çarşamba, Çapa…

Keman Öğretmenimiz Ekrem Zeki Ün Çapa Öğretmen Okulu Müzik semineri oluşumunu sağlayan kişiydi. Olağanüstü disiplinli olduğunu, en ufak hataları affetmediğini öğrenmiştik eski öğrencilerinden.

Haftada 10 saat müzik dersinin 2 saati Resim Semineri öğrencileriyle ortak yapılıyordu. Bugün yalnız Müzik Semineri öğrencilerine yönelik 4 saat dersimiz vardı.

 Çok yoğun bir çalışma temposu olduğundan, dersleri Çarşamba sabahına toplanmıştı. İlk iki saat müzik teorisi ve kompozisyon üzerine konuşma yaptığını öğrenmiştik üst sınıflardan. Sonraki iki saat uygulamalı ders olup, keman tutma, yay çekme ve parmakları kullanma üzerine çalışılacaktı. 

Resim Seminerindeki arkadaşlarımızın da Selahattin Taran ile 4 saat dersleri vardı. Onların da ilk iki saati kuramsal olup, son iki saati uygulamalıydı.

Müzik Seminerindeki 17 arkadaşımla birlikte, alt kattaki müzik odasına girdiğimizde, üzerinde bir keman bulunan piyanonun başına oturmuş bizi bekliyordu Ekrem Zeki Ün.

Bir süre bizi süzdükten sonra ''teori bilinmeden kompozisyon yazamazsınız.'' Diye başladı konuşmasına. 

İnsanlar yaşadıkları çeşitli toplumsal olayları, acıları, sevinçleri, duygu ve düşüncelerini birbiriyle uyumlu ses ve söz kalıplarıyla ifade etme yolunu tercih etmiş ve bu yolla da olayları anlatmada en etkili ifade yöntemini, müziği bulabilmiştir. İnsanlık tarihi ne kadar eskiyse, müzik tarihi de o kadar eskidir. İnsanlık geliştikçe, müzik de gelişmiştir. 

İnsan varoluşuyla birlikte, toplu olarak yaşamayı tercih etmiş, hayatın tüm zorluklarında birbirine destek olmuştur. Bu toplu yaşama içgüdüsünün sonucunda, müziksel faaliyetler de gruplar halinde yapılmış, korolar ve fasıl grupları oluşturulmuştur. 

Başlarda haberleşme amacıyla kullanılan tahta ya da kemikten yapılmış borular, giderek toplu icralarda kullanılan müzik aletleri haline gelmiştir. Buna bağlı olarak, toplu icra tarihinin insanın varoluş tarihi kadar eskilere dayandığı da açıkça görülmektedir.

Müzik Teorisi araştırmaya, çözümlemeye, yeni teoriler oluşturmaya ve bunları bir sistematik içinde bilimsel metotlarla değerlendirmeye dayalı bir alandır. Kompozisyon ise eldeki verilerden yola çıkar ve yeni eserler üretir. Yeni eser üretiminde tarihsel ve güncel teorik bilgi sahibi olmak, eldeki verileri yorumlamada ve yaratıcılık sürecinde önemli bir rol oynamaktadır.

Anlattıklarını can kulağı ile dinlediğimiz Ekrem Zeki Ün Çapa Öğretmen Okulu Müzik semineri oluşumunu sağlayan kişiydi. 23 Kasım 1910 tarihinde İstanbul’da doğan Ekrem Zeki Ün İstiklal Marşımızın bestecisi olan Osman Zeki Üngör’ün oğluydu. 

Babası Osman Zeki kültürel müzik alanında Batı uygarlığına yönelen ilk kemancı ve Saray Orkestrası’nın şefiydi. Dedesi ise Osmanlı Askeri Bandosu bünyesindeki Fasl-ı Cedît’in kurucusu, 1820-1895 yılları arasında yaşamış olan, Santurî Hilmi Beydi.

Müzisyen bir ailede doğup büyüyen Ekrem Zeki Ün, dört yaşında ilk keman derslerini babasından alarak müziğe başlamıştı. 

İlk ve orta öğretimini İstanbul’da tamamlayan sanatçı, 1924 yılında 14 yaşındayken Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yurt dışı müzik öğrenimi için açılan sınavı birincilikle kazanarak Fransa’ya gönderilmişti. Altı yıl boyunca kaldığı Paris’te Ecole Normale de Musique’de keman eğitimi görmüştü.

Öğrencilik yıllarında özellikle izlenimci ressamların tablolarına ilgi duymuş ve resim ile müzik arasındaki ilişkiyi incelemişti. İlk beste çalışmalarına başladığı bu dönemde, doğadaki unsurların kişide oluşturduğu izlenimleri yansıtmayı amaçlayan izlenimciliğin etkilerini yansıtan eserler yazmıştı.

1930 yılında yurda dönen Ün, babasının müdürlük yaptığı Musiki Öğretmen Okulu’na öğretmen olmuştu. 1936 yılında devlet Konservatuvarı olan Ankara Mamak’taki bu okul 1924 te Atatürk'ün önerisiyle, müzik öğretmeni yetiştirmek amacıyla kurulmuştu. Tiyatro, müzik ve opera bölümleri bulunan okul bünyesine 1950’de bale bölümü de eklenmişti.

1934 yılında İstanbul’a yerleşerek öğretmenliğini sürdürmüştü. 1938 yılında ünlü piyanist Verda Ün ile evlenmişti. 1945 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı’nda keman öğretmenliğine getirilmiş ve konservatuar öğrenci orkestrasını yönetmeye başlamıştı. Ayrıca İstanbul Şehir Orkestrası konuk şef olarak yöneten Ekrem Zeki Ün,  Cemal Reşit Rey’in çalışmalarına destek olmuştu.

Hayatını çalışmaya ve üretmeye adamış, yaratıcı ve besteci, eğitimci ve yorumcu, öncü bir sanat adamıydı Ekrem Zeki Ün. Yapıtlarını sürekli bir arayışın ürünleri olarak veren Ün, bestelediği her yeni yapıtında kendini yenilemeyi öngörerek önceki yaratılarını beğenmediğini açıklamış, özeleştirel yaklaşımdan güç almıştı.

Ekrem Zeki Ün kendini; düşünen, entelektüel öğrenciler yetiştirmeye adamış Türkiye'nin en önemli keman üstatlarından ve kompozitörlerinden biriydi. Onun amacı sadece kemancı yetiştirmek değildi. Kemanın yanı sıra zihni ve kişiliği aydın güçlü bir kişilik yetiştirmekti. Tam da Atatürk’ün istediği gibi…

Bir eser üzerinde çalışırken eseri sadece teknik kapasitesi ya da ne kadar zor olduğuyla değerlendiremezsiniz. Sadece o eseri ya da notaları çalmanız onu yorumlamaya yetmez. Demişti daha sonraki kuramsal derslerinde. Donanımınız mükemmel olmalı. Bir eseri yorumlayabilmemiz için onun yazıldığı koşulları bilmelisiniz.

Sosyolojik ve politik açılardan o devirde neler olduğunu, bestecinin hayatını, besteleme tarzını ve hatta aynı devirde yasayan diğer bestecilerin eserlerini, giyim-kuşam, edebiyat vd. gibi konularda tam bilgiye sahip olmalısınız. Bütün bu bilgileri sentezleme biçiminiz, yeteneğinizle de birleşince bir yorumcu olarak sizi üstat yapar.

Bitmek tükenmek bilmeyen çalışma azmi, yorumcu, eğitimci, besteci, araştırmacı ve yenilikçi kimliği, Türk müziğine hizmet tutkusu ile müzik kültürü ve tarihimize eşsiz katkılarda bulunmuştu. 

Müzik sanatı ve eğitimimizi şekillendirmiş en önemli sanatçılardan biri olan Ekrem Zeki Ün, ardında çok sayıda eser, izinde ilerleyen yetiştirdiği pek çok sanatçı ve eğitimci bırakarak 24 Mart 1987’de Dublin’de, 77 yaşında hayata veda etmişti.



9 Nisan 2023 Pazar

İSTANBUL ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU İLK HAFTA

 
24 Eylül 1961 Pazar, Çapa İstanbul…

Akşam yemeğini yedik, bir süre oldukça uzun koridorumuzda volta attık. İkinci etüt zilinin çalmasıyla birlikte, sınıf başkanı olarak, sessizliği ve düzeni sağladım.

Ödevlerimi de bitirmiş olduğumdan, anı defterimi açarak, geçen haftanın özetini yapacağım.

18 Eylül Pazartesi günü başladığımız Eğitim ve Öğretim yılının ilk haftası göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Ya da bana öyle geldi.

Sınıf başkanı olarak, bir taraftan sınıfımızdaki arkadaşları tanımaya çalışırken diğer taraftan da dersimize giren öğretmenleri tanımaya çalıştım.

Resim Seminerinde 18, Müzik Seminerinde 16 olmak üzere sınıfımızda 34 öğrenci bulunuyor. 14 erkek öğrenciye karşılık 20 kız öğrencinin bulunduğu sınıfımız oldukça renkli ve edepli. Kız öğrencilerin çoğunlukta olmalarının yanı sıra 8 kız öğrenci de gündüzlü.

Gündüzlü öğrencilerden Gülay Medetgil ve Betül Öztop çabuk ısındığım kız arkadaşlarım oldu. Emel Yıldırım, Lütfiye Başer, Beyhan Ağca, Nezahat İncesulu, Güler Bahçeci, Sema Tirit, Aysel Bozkurt, Sema Güleray, Nevin Hepşen, Şadiye Kaya ve sarışın saçlarıyla dikkat çeken Yıldız Aygen kız arkadaşlarımızı oluşturuyordu.

Muhsin Eryılmaz, İbrahim Kazan, Halit Armutlu, Kadir Karkın, Şekip Oğuz, Ali Özocak, İbrahim Demirel, Eşref Aykan, Aydın Denizkuşu, Erol Güven. İzzet Mehmet, Alaattin Harput, Muammer Tomris ve Mehmet Akıncı erkekler grubunu oluşturuyorduk.

Öğretmenlerimize gelince; Okul Müdürümüz ve Tarih öğretmenimiz Niyazi Akşit olmak üzere Keman öğretmenimiz Ekrem Zeki Ün, Piyano öğretmenimiz Halil Bedii Yönetken, Resim öğretmenimiz Selahattin Taran’dı. 

Türkçe ve Türk Dil Edebiyatı öğretmenimiz Enver Naci Gökşen olurken Fizik öğretmenimiz Meziyet Çağlayan, Kimya öğretmenimiz Münevver Baç, Biyoloji öğretmenimiz Sema Berk. Coğrafya öğretmenimiz Muzaffer Danışman, Matematik öğretmenimiz Tevfik Aras ve diğerleri…

Öğretmenlerimizin tamamı İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu mezunu oldukları gibi Avrupa’da kendi dallarında uzmanlık eğitimi de almışlardı. Şanslı öğrencilerdik.

Buluğ çağındaki bizlerin hangi motiflerle yönlendirilebileceğimizin, hangi örneklerin bizlerin ilgisini yürekten çekeceğinin hesabını yapabilmek ve bunu gerçekliğe dönüştürebilmek büyük bir yetkinlik ve birikim isterdi.

Öğretmenlerimizde bu nitelikler fazlasıyla vardı.  Bizlere sahip çıktılar. Kıt olanaklarımızın yolunu açmak için, kimliklerimizi zedelemeden yaptıkları uyarılar ve rehberlikleriyle bizleri hem sosyalleştirdiler hem de kariyer derslerinde yetiştirdiler.

Gerçek eğitim ve öğretim buydu.  Aktif öğretmenlik dönemlerinde hep onları örnek almıştım.

Diğer taraftan, Çapa Öğretmen Okulu Resim ve Müzik Semineri uygulaması bizlerin yaşam öyküsü olmaktan öte çok yönlü anlamlar taşımaktaydı.

İnsana-öğrenciye verilen önemin, ilgi ve tutkular yaratmanın, bu doğrultuda öğrencileri yönlendirmenin ve olanaklar hazırlayarak yollar açmanın ilginç örnekleriyle karşılaşmış ve mutlu olmuştuk deneyimli öğretmenlerimizin elinde.

Üç yıl okuma şansını yarattığım İstanbul Çapa Öğretmen Okulu anıtsal binası geniş saçaklı çatıları, yukarıdan aşağı inen aydınlık pencereleri, mavi çinileriyle ön cephesi, muhteşem giriş kapısı, büyük boy aynaları ve kırmızı halılarıyla bizim masal dünyamız oldu.

Bu masal dünyasında bizi geleceğe hazırlamamakta olan öğretmenlerimizi hep şükran duygularıyla anımsamak amacıyla anı defterime notlar alıyorum.

Bu arada, etüt bitiş zili çaldı. Yatma ve ikinci haftaya zinde kalkma zamanıdır. Diyerek yatakhaneye çıktık...

4 Nisan 2023 Salı

İSTANBUL ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU 1961-62 EĞİTİM YILI

 

18 Eylül 1961 Pazartesi, Çapa…

Her geçen gün hayranlığımızın biraz daha arttığı, anıtsal mavi çinili, İstanbul Öğretmen Okulu’nun ön bahçesinde 1961-1962 Eğitim ve Öğretim yılının açılış merasimi için toplandık.

İstanbul'da okuma ayrıcalığını elde etmiş biri olarak büyük bir heyecan ve coşku içindeyim.

Perşembe günü yetenek sınavları sonlanmış, kazananlar üç yıl süreyle bu çatı altında eğitim görme hakkını kazanmışlardı. Bunlardan biri de bendim.

Bayrak merasimine üç sınıf katılmıştı. Birinci sınıfı oluşturan bizler yetenek sınavları nedeniyle geçen hafta gelmiştik. İkinci ve üçüncü sınıflar pazar günü gelmişlerdi.

Aynı çatı altında barınmakta olan Eğitim Enstitüsü ve Yüksek Öğretmen Okulu öğrencilerinin eğitime başlamaları daha sonraki günlere denk gelmişti.

Birinci sınıfı oluşturan arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu değişik öğretmen okullarından gelmiş olmakla birlikte İstanbullu ve gündüzlü olan arkadaşlarımız da vardı.

Adana Osmaniye Düziçi Öğretmen Okulu’ndan Kadir Karkın, Isparta Gönen’den Şekip Oğuz, Erol Güven, Malatya Akçadağ’dan İbrahim Demirel, Dicle Öğretmen Okulu'ndan Muhsin Eryılmaz, İvriz Öğretmen Okulu'ndan benimle birlikte Akif İken, Halit Armutlu, Alaattin Harput ve diğerleriyle tam bir mozaik oluşturmuştu sınıfımız.

Farklı İlköğretmen okullarından gelen arkadaşlarla tanışma amaçlı sohbet ederken okul müdürümüz Niyazi Akşit yardımcıları ve gün boyunca dersi olan öğretmenleriyle mavi çinili anıtsal kapıdan göründüler.

Herkes yerini aldıktan sonra Okul Müdürü Niyazi Akşit ‘’Günaydın arkadaşlar, yeni eğitim ve öğretim yılı hepimize hayırlı olsun.’’

Dedikten sonra bir el işaretiyle, okul bandosunun eşliğinde, önce İstiklal Marşı’nı sonra da eski öğrencilerden birinin yönetiminde andımız söyledik.

Ardından Okul Müdürümüz Niyazi Akşit, eğitim ve öğretimin temel amaçları konusunda bir süre konuştuktan sonra; müzik ve resim seminerlerinde kazanacağımız bilgi ve becerilerle vurguladıktan sonra, ülkemizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün ”Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Özdeyişini hatırlattı. 

Sonra da ‘’ Sanat, en genel anlamıyla, yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olduğuna göre…’’ hayal gücünüzü okulumuzun Resim ve Müzik Seminerlerini yöneten yetkin öğretmenlerimizle geliştireceğiz dedi.

Bayrak merasiminden sonra sınıflarımızda yerimizi aldık. İlk dersimize, aynı zamanda Müdür Yardımcısı olan, Coğrafya Öğretmeni Muzaffer Danışman geldi. Kendini tanıttıktan sonra ‘’ İdare ile sınıfınız arasındaki ilişkileri sürdürecek bir sınıf başkanı seçmelisiniz, aday var mı?’’ Dedi.

Bir süre kimseden ses çıkmayınca parmak kaldırarak ‘’Ben adayım öğretmenim.’’ Dedim. ''Kendini tanıt lütfen'' Deyince, İvriz Öğretmen Okulu'ndan geldiğimi, Müzik Semineri öğrencisi olduğumu, İvriz'de de sınıf başkanlığı yaptığımı anlattım.

Başkaca aday çıkmadığından oy birliği ile sınıf başkanı seçildim. Çapa’da kaldığım iki yıl süresince de bu görevimi sürdürecektim.

Genelde sınıf başkanlıkları angarya olarak görünse de olumlu sonuçlarını görmüştüm İvriz'de. Her şeyden önce okul idaresinde, başta okul müdürü olmak üzere, müdür yardımcılarını ve çalışanlarını tanıma fırsatı bulmuştum.

Bu kazanımlarımı burada da sürdürebilir, Resim ve Müzik Semineri öğretmenlerinin yanı sıra Eğitim Enstitüsü öğretmenlerini de yakından tanıma fırsatı bulacaktım.

1961-62 Eğitim ve Öğretim yılına başlangıcımız mükemmel olmuştu. Burada bulunmaktan çok mutluydum…

29 Mart 2023 Çarşamba

TÜRKİYE'DE YÜKSEK ÖĞRETMEN OKULLARI GERÇEĞİ

 

Yüksek Öğretmen Okulları, lise ve dengi okullara öğretmen yetiştiren eğitim kurumlarıydı. İlklerden biri olan İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunun tarihi, Darülmuallimin ya da Öğretmenevi adlı okulun açılış tarihi olan 16 Mart 1848’e kadar uzanmaktadır. Demişti okul müdürümüz ve aynı zamanda tarih öğretmenimiz Niyazi Akşit.

Benim çatısı altında okuduğum 1961-1963 dönemlerinde, bu tarihi ve anıtsal binamızda; İlköğretmen Okulu, Eğitim Enstitüsü ve Yüksek Öğretmen okulu barınıyordu.

Yüksek Öğretmen Okulu öğrencileri de bizim gibi yatılı olup, meslek derslerini okul bünyesindeki sınıflarda, dönemin en ünlü öğretmenlerinden alırken, kariyer derslerini İstanbul Üniversitesinin Fen Edebiyat Fakültesinden görmekteydiler.

Eğitim Enstitüsü öğrencileri de yatılı olup, bütün derslerini, okul bünyesindeki sınıflarda ve devlet kitap yazarı olan öğretmenlerden almaktaydılar.

Niyazi Akşit öğretmenimize göre, 1839’da Tanzimat’la başlayan batılılaşma hareketi en çok eğitime ihtiyaç gösteriyordu. Çünkü Osmanlı coğrafyasında ve giderek kurulacak olan Cumhuriyetin çeşitli alanlarında düşünülen köklü değişim ve dönüşümler ancak eğitim yoluyla sağlanabilirdi.

16 Mart 1848’de açılan İstanbul Öğretmen Okulu bu amaçla kurulmuştu. Başlangıçta Erkek Öğretmen Okulu olarak kurulmuş olan yapı zamanla geliştirilerek bünyesinde ilk, orta ve liselere öğretmen yetiştiren kurumları da içine alan Yüksek Öğretmen Okulu adlı kuruma dönüşmüştü.

Türkiye’deki Yüksek Öğretmen Okullarının asıl çekirdeği olan bu kurum, Cumhuriyete kadar sıkça yapı değiştirmiş ve 1915 yılında da yeni kurulan Cumhuriyete devrolunmuştu.

İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu

Henüz Cumhuriyet İlan edilmeden, 15 Temmuz 1923 tarihinde, Birinci Bilim Kurulu toplantısında okulun durumu ele alınarak, “Ecole Normale Superieure” adlı Fransız Yüksek Öğretmen Okulu’nun model olarak seçilmesi kabul edilmişti.

Bu tarih okulun, Cumhuriyet dönemindeki kuruluşu kabul edilerek, 16 Ağustos 1934 tarihinde, Yüksek Öğretmen Okulu’nun onuncu kuruluş yıl dönümü kutlanmış ve adındaki Arapça kökenli sözcüklerden arındırılmıştı.

İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu 1930’lu yılların ortalarında, okulun hedefi olan Fransız Yüksek Öğretmen Okulu niteliğindeki yapıya çok yaklaşmıştı.

1930 ve 40’lı yıllarda, tıp fakülteleri dâhil, üniversitelerin pek çok bölümüne sınavsız öğrenci alınırken, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu, sınavla öğrenci alan bir-kaç okuldan biri durumundaydı.

Yüksek Öğretmen Okulu’nun altın dönemini yaşadığı bu yıllarda, sonraki yılarda Türk Millî Eğitimine yön verecek mezunlar vermişti.

Arif Akçabay, Mesut Talaslıoğlu, Kamil Günel, Selman Erdem, Hasan Erk, Behçet Necatigil, Orhan Dengiz, Nuri Kodamanoğlu ve Turan Birinci bunlar arasında yer almaktaydı.

Ne var ki, 12 Haziran 1946 tarihinde çıkarılan üniversiteler yasası, öğretim üyelerinin dışarıda görev almasını yasaklamıştı. Okulda eğitimin niteliğinin artmasında önemli rolü bulunan müzakereci akademik kadronun bu yasa ile okulla ilişkisi kesilmişti.

Bu gelişmenin ardından okul bir öğrenci yurduna dönüşme sürecine girmişti. Gelişen olumsuzluklar, 1949-1950 yılı başında okulun kapatılmasına kadar uzanmıştı.

Kapalı kaldığı iki yıl içinde önemli ölçüde saygınlık kaybetmiş olan okul, 2 yıl sonra, 1 Mart 1951’de, tarihi ve görkemli bir mekân olan Çapa’daki binada eğitime yeniden eğitime başlamıştı.

Lise Öğretmeni yetiştiren tek kaynak durumundaki Yüksek Öğretmen Okulu’nun verdiği mezun sayısındaki gerilemenin tersine, 1950’li yıllarda, sanayileşmenin hız kazanması ve köyden kente göçün başlaması nedeniyle lise ve lise öğrenci sayısında önemli bir artış başlamıştı.

Bu gelişme, dönemin eğitimcilerini, lise öğretmeni yetiştirmede yeni bir öğrenci kaynağı aramaya yöneltmişti.

Köy Enstitüleri’nin devamı niteliğindeki 52 öğretmen okulunda eğitim gören üstün meslek motivasyonu kazandırılmış, yetenekli, daha da önemlisi öğretmenlik mesleğinin erdemleri küçük yaşlarda kavratılmış büyük, heyecanlı bu gür kaynaklar vardı.

Yüksek Öğretmen Okullarına yeni bir öğrenci kaynağı olabilirler miydi?

Olabilecekleri düşünüldü. Ne var ki İlköğretmen Okulu öğrencilerinin Yüksek Öğretmen Okuluna gönderilebilmeleri, dolayısıyla üniversiteye girebilmeleri için önemli bir engel bulunmaktaydı. O dönemde İlköğretmen Okulu öğrencileri lise mezunu sayılmadıkları için üniversite sınavlarına girememekteydi.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, lise öğretmeni yetiştirmede bu dinamik kaynak göz ardı edilemezdi, edilmedi de. 1950’li yılların ortalarında, Millî Eğitim Bakanlığının üst kademelerinde İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun olmuş ve bu kaynağı çok iyi bilen eğitimciler bulunmaktaydı.

Ankara Yüksek Öğretmen Okulu

İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunu 1945 yılında bitiren, 1950’li yılların ortalarından itibaren Millî Eğitim Bakanlığı’nda Talim ve Terbiye Kurulu Üyesi olarak görev alan Nuri Kodamanoğlu adlı genç bir eğitimci soruna çare bulmuştu.

Yüksek Öğretmen Okulu bünyesinde lise bitirme kursları ve sonrasında da hazırlık liseleri açılacak, İlköğretmen okullarından gelen seçme öğrenciler bu liseleri bitirerek üniversitelere girmeye hak kazanacaklardı.

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, kendisine açıklanan bu modelden etkilenmişti. Bakanın çabaları ile hükümet de projeyi benimsemişti.

Nuri Kodamanoğlu ve ekibi 1959 yılında yeni projeyi yürürlüğe koymayı kararlaştırmış, 03.07.1959 tarih ve 209 Sayılı Talim Terbiye Kurulu Kararı ile Ankara Yüksek Öğretmen Okulu fiilen açılmıştı.

Henüz bir mekânı bile bulunmayan okulun kurucu müdürlüğüne de eski yıllarda İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun olan Hasan Erk atanmıştı.

Lise bitirme sınavları için düzenlenecek kurslar 10 Ağustos 1959 ile 5 Ekim 1959 tarihleri arası düzenlenecekti.

Henüz kendine ait bir binası bile bulunmayan Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nun açılış töreni, 12 Ağustos 1959 günü eğitimin yapılacağı Atatürk Lisesi bahçesinde yapılmıştı.

Törene, Millî Eğitim Bakanlığını vekâleten yürütmekte olan Tevfik İleri, Millî Eğitimin üst kademe yöneticileri ve İlköğretmen okulu müdürleri katılmıştı. Böylece Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nun doğumu gerçekleşmişti.

1964-65 yılında İzmir Yüksek Öğretmen Okulu’nun açılmasıyla birlikte sayı üçe çıkmıştı.

Model tutmuştu. Köylerden, kasabalardan seçilen zeki, yetenekli, kavrayışlı, sorgulayan, irdeleyen, eleştiren, birey-toplum çıkarlarında önceliği daima topluma verecek şekilde yetiştirilmiş idealist topluluk bu yeni modelle üniversite ortamına dâhil edilmişlerdi.

Yeni model ile ilgili bunca olumlu gelişmeye rağmen durumdan hoşnut olmayan birileri de bulunmaktadır. Bunlar, Amerikalı eğitim danışmanlarıdır. Danışmanlar, yeni modelle başarılı köy çocuklarının Yüksek Öğretmen Okulları kanalı ile lise öğretmeni yapılmasından her nedense pek mutlu olmazlar.

Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na bina yapılması için 1960 yılında 28 milyon lira yardım yapmayı kararlaştıran Amerika’nın Eğitim Müşavirleri tarafından Bakanlığa muhtıra gibi bir yazı verilir.

Bu yazıda özetle şu can alıcı cümleler yer alır: “Ankara’da açılmış bulunan Yüksek Öğretmen Okulu, şimdiye kadar öğretmen yetiştirmede yetersiz kalmış bulunan İstanbul’daki Yüksek Öğretmen Okulu’nun tamamen bir benzerini açmaktan ibaret kalmıştır. Yüksek Öğretmen Okulu bu statüde devam ettiği takdirde, biz Amerikalılar olarak bütün yardımları keseceğimizi üzülerek bildiririz. Ancak bu yoldan dönüldüğü takdirde, yardımların kesilmesi sözkonusu değildir.”

Dönemin Millî Eğitim Bakanı Hilmi İncesulu, bu yazıya şu yanıtı verir: “Ben bağımsız bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Bakanıyım. Görevlerimin ne olduğu, neyi yapmam gerektiği hakkında başkalarından emir alacak değilim. Bu memleket, bir Yüksek Öğretmen Okulu binası yapmaktan aciz değildir. Biz İstiklâl Savaşlarından çıktıktan sonra bile neler yaptırdık. Bunu da yaptırırız. Amerikalılar yardımlarını kessin”

Bu kararlı tutum, danışmanları susturmaya yeter ve model gelişmesini sürdürür.

İşte bu Yüksek Öğretmen Okulları gerçeğidir.

26 Mart 2023 Pazar

İSTANBUL ÇAPA MÜZİK VE RESİM SEMİNERLERİ GERÇEĞİ


 Eylül 1961, Çapa İstanbul…

1961-63 yılları arasında Eğitim ve Öğretim görme ayrıcalığına eriştiğim İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim ve Müzik seminerleri gerçeği üzerinde biraz yazmak gerekir diye düşünüyorum.

Resim ve Müzik, diğer uluslarda olduğu gibi, ulusumuz kültürünün de önemli bir parçası. Kültür, bir toplum ya da ulusun zamanla edinmiş olduğu maddi ve manevi edinimler olarak da tanımlanmaktadır. 

Eflatun, ulusların sosyal ve ekonomik yapısını değiştirmek isterseniz savaş yerine kültürünü değiştirmelisiniz. Demektedir. Gerçekten de Müzik ve Sanat dalları bu tür değişiklikleri yapmak için kullanılan en etkin araçlardır.

1839’da Tanzimat’la başlayan batılılaşma hareketi en çok eğitime ihtiyaç gösteriyordu. Çünkü çeşitli alanlarda düşünülen köklü değişimle Türk toplumuna getirilecek Yeni Dünya görüşü ancak eğitim yoluyla sağlanabilirdi. 16 Mart 1848’de açılan İstanbul Öğretmen Okulu bu amaçla kurulmuştu.

İstanbul Öğretmen Okulu zamanla geliştirilerek bünyesinde ilk, orta ve liselere öğretmen yetiştiren kısımları da içine alan Yüksek Öğretmen Okulu adlı kuruma dönüşmüştü. Türkiye’deki Yüksek Öğretmen Okullarının asıl çekirdeği olan bu kurum, Cumhuriyete kadar sıkça yapı değiştirmiş ve 1915 yılında yeni kurulan Cumhuriyete devrolunmuştu.

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çocukların, gençlerin ve halkın sanat eğitimi önemli bir devlet sorunu olarak ele alınmasını istemişti. Atatürk’ün söylev ve demeçleri bu yaklaşımın izlerini taşır. 

Atatürk’ün eğitim ve sanat eğitimi ile ilgili sözleri incelendiğinde; onun çok güçlü bir eğitimci ve eğitim bilimci kişiliğe sahip olduğu, çağının eğitsel gelişmeleri konusunda bilgili olduğu açıkça görülür. 

O, bir ulusu bütünleştiren ve güçlü kılan temel öğenin kültür olduğu; kültür birliği amacı çevresinde bütünleşen ulusların, ekonomik, politik ve toplumsal alanlardaki sorunları daha kolay çözebilecekleri inancındaydı.

Atatürk “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Sözleriyle sanatın önemini vurgulamıştı. 

Sanatın her dalı ile ilgili gelişmeleri yakından takip eden Atatürk, müzik konusunda daha ayrı bir özene sahipti. Görevli olarak Sofya’da bulunduğu dönemlerde çok sesli müziğe ilgi duyan Mustafa Kemal, burada klasik müzik ve opera konserlerine gidip bu müzik türleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olmuştu. 

Cumhuriyetin ilanı ve yeniliklerin ardından müzik alanında ülkenin gelişmesine katkı sağlamak için çok sayıda yeni düzenleme ve çalışmalar yapılmıştı. Atatürk bu çalışmalarında başında da bizzat kendisi durup ülkemizde müzik alanında gelişmeleri destelemişti.

Mustafa Kemal Atatürk, Türk halkının güzel sanatların önemli kollarından resim ve heykeltıraşlıkta da ilerlemesi için birtakım çalışmalar yapılmasını sağlamıştı. 

Cumhuriyet Döneminde tüm Türk ressamların cumhuriyet ve devrimlerini resmetmelerini sağlayarak, millî birliğin sanat alanına yansıması hedefine ulaşmıştı. 

Tüm Türkiye’de heykel ve anıt dikilmesine başlanması da onun getirdiği yeniliklerden biriydi. Büyük Önder’in bu çalışmaları sonucu, Türkiye’de resim ve heykel sanatları önemli ölçüde gelişme kaydetmişti.

Müziğin insan hayatındaki önemine işaret eden ve dinlenecek müziğin çeşidine dikkati çeken Atatürk, her konuda olduğu gibi Türk Müziği konusunda da yenilikler yapmak istemişti. 

Bu çalışmalar ölümünden sonra da sürmüştü. Atatürk’ün sanat ve sanatın önemli kollarından ikisi olan Müzik eğitimiyle Resim eğitimini en iyi anlayanlardan biri Ekrem Zeki Ün olup diğeri Nevide Gözaydın’dı.

Büyük gayretleri ve etkin girişimiyle 1947 yılında kurulan ve müzik öğretmenliği eğitiminde bir ilk olan İstanbul Öğretmen Okulu “Müzik Semineri”, Ekrem Zeki Ün’ün ülkemiz müzik yaptığı en önemli hizmetlerden biriydi. Ün’ün İstanbul’da başlattığı bu öncü girişim, daha sonraki yıllarda diğer Öğretmen Okulları’ndaki benzer yapılanmalara model olmuştu.

Resim Seminerinin kurucularından biri olan Türk ressamı ve grafikçisi Profesör Doktor Nevide Gökaydın Selanik 1923 doğumluydu. İlkokul tahsilini, Edirne Alience Francis’te, Fransızca olarak, tamamlamıştı. Cağaloğlu Kız Ortaokulu’nda eğitim görürken, buradaki resim öğretmeni, değerli sanatçı, Feyhaman Duran ve eşi Güzin Duran, kendisini resim sanatına yönlendiren isimler olmuştu. 

Çapa Kız Öğretmen Okulu’nda, eğitimini tamamladıktan sonra, kısa bir süre, Güzel Sanatlar Akademisi, Çallı Atölyesi’nde çalışmıştı. Daha sonra, Gazi Eğitim Enstitüsü’ne geçerek, Resim Bölümünden mezun olmuştu. 

Göreve, kendi isteği üzerine, Savaştepe Köy Enstitüsü’nde, başlamıştı. Bunu takiben, sırasıyla Kızılçullu Köy Enstitüsü ve İstanbul Resim Semineri’nde görev yaptıktan sonra, Gazi Eğitim Enstitüsü, Resim Bölümü’ne, öğretmen olarak atanmıştı.

1958'de Devlet Resim ve Heykel Sergilerine katılmaya başladı. Yurt içi ve dışında ortak sergilerde, devlet müze ve galerilerinde eserleri yer aldı.

2017 yılında vefat eden sanatçının eserleri İstanbul Grafik Sanatları Müzesi'ne bağışlanmıştır.

Nevide Gökaydın ve Ekrem Zeki Ün’e şükran duygularımızla…

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...