24 Mayıs 2023 Çarşamba

İSTANBUL GÜLHANE PARKI


3 Aralık 1961 Pazar, İstanbul…

Dün Gülhane Parkına gitmiş, gitme gereğini duymuştum.

Duymuştum çünkü geçtiğimiz hafta içinde Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit ‘’Gülhane Hattı-ı Hümayunu’’ olarak bilinen Tanzimat Fermanı’nı anlatırken Topkapı Sarayı eklentilerinden biri olan Gülhane Parkını öyle bir anlatmıştı ki mutlaka görmeliyim. Demiştim.

Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca devletin idare merkezi ve padişahların aileleriyle yaşadığı bir mekân olan Topkapı sarayını tanımak, biraz da imparatorluğu tanımak anlamına geliyor. Demişti tarih öğretmenimiz.

Değişik dönemlerdeki sultanların ilgi ve çabalarıyla yaptırılan eklentiler ve eskilerin yenilenmeleriyle Topkapı Sarayı görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanmıştı. Sarayın eklentilerinden biri de Gülhane Bahçesi/Parkı olmuştu.  

3 Kasım 1839 da Saray eklentileri içerisinde yer alan Gülhane Bahçesinde okunan bir Hatt-ı Şerif ile Tanzimat-ı Hayriye “hayırlı düzenlemeler” ilan edilmişti. 

Osmanlı tarihinin en önemli belgelerinden biri olan bu metin, okunduğu yerden ötürü Gülhane Fermanı  ve içeriğinden ötürü Tanzimat Fermanı adıyla da anılıyordu.

Bu ferman sayesinde padişahın yetkilerinin bir bölümü Meclise ve yürütme organına devredilmişti.

Tanzimat Fermanı’nın okunmasından I. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen dönem, Osmanlı tarihinde Tanzimat Dönemi olarak anılmaktaydı. Bu nedenlerden ötürü Gülhane Parkı’nın tarihi bir önemi vardı.

Sabah kahvaltısından sonra okulumuzun önünden geçen boynuzlu otobüslerden biriyle Alemdar Caddesi üzerindeki Gülhane durağına kadar gittim.  

Caddenin batısında Hamidiye Çeşmesi ile az güneyinde Alemdar Mustafa Paşa Türbesi bulunmaktaydı.  Cadde de ismini Alemdar Mustafa Paşa’dan almıştı.

Sultan II. Mahmud’u tahta geçiren en gizemli sadrazamlardan biriydi Alemdar Mustafa Paşa. Üç ay 18 gün sadrazamlık yapmıştı.

Hamidiye Çeşmesinin tam karşısındaki Gülhane kapısından giriş yaptım Gülhane Parkına. Girişin hemen solunda, surların dibinde Topkapı Sarayı Alay Köşkü bulunmaktaydı.

Önünde fıskiyeli havuz bulunan Alay Köşkü, Osmanlı Padişahlarının geçit törenlerini izlediği bir köşk olarak anlatılmıştı Niyazi Akşit tarafından. Osmanlının geçit törenlerine Alay dendiğini de söylemişti.

Kapalı olan Alay Köşkünü gezme olanağı bulamamıştım.

Sağ tarafta Osman Hamdi Bey yokuşu bulunmaktaydı. Bu yokuş ziyaretçilerini İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin yanı sıra Topkapı Sarayı Alay Meydanı’na da ulaştırıyordu.

Ben ortadaki yolu izleyerek Sarayburnu’na çıkmak istedim.

Gülhane Parkı Sarayın eklentilerinden biri olması nedeniyle, İstanbul’un en eski parklarından biriydi Gülhane.

İçinde Topkapı Sarayı’nın gül bahçeleri de bulunduğundan, Gül evi anlamına gelen Gülhane adını almıştı. 

Gülhane Parkı 1913 yılında Sultan V. Mehmet tarafından halka açılması için İstanbul Belediye Başkanlığı’na verilmişti. Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olan bu mekân Belediye Başkanı Cemil Paşa döneminde parka dönüştürülmüştü. 

Gülhane Parkı, 1950’li yıllarda ‘Bahar ve Çiçek Şenlikleri’ ile İstanbulluların en önemli eğlenme ve dinlenme mekânı olmuştu.

Şenlik günlerinde Gülhane Parkı’na, Avrupa ülkelerinden getirtilerek kurulan lunapark, kentin her semtinden gelen, her yaştan İstanbullunun ilgisini çekerdi. Her nedense,  “Bahar ve Çiçek Senliklerinden bir süre sonra vazgeçilmişti.

O yıllarda parkın ortasından geçen ağaçlı yolun sağında ve solunda çeşitli gazinolar bulunmaktaydı.

Ayrıca dinlenme yerleri, yazın kukla-karagöz temsilleri veren bir tiyatro, çocuk bahçesi, küçük bir hayvanat bahçesi, kahvehaneler, Tanzimat Müzesi, botanik bahçesi, Âşık Veysel’in heykeli ve akvaryum olan sarnıç yer almaktaydı.

Gülhane Parkı’nı baştanbaşa geçerek Sarayburnu’na çıktım.

Atatürk Anıtının bulunduğu Sarayburnu öyle bir konumdaydı ki İstanbul Boğazı, Öteki Yaka olarak bilinen Galata ve çevresi, Haliç, Üsküdar ve Kadı köy rahatlıkla görülebiliyordu.

Sarayburnu’ndaki Atatürk Heykeli de 1926 yılından bu yana İstanbul’u gözleyip, durmaktaydı.3 Aralık 1961 Pazar, İstanbul…

Dün Gülhane Parkına gitmiş, gitme gereğini duymuştum.

Duymuştum çünkü geçtiğimiz hafta içinde Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit ‘’Gülhane Hattı-ı Hümayunu’’ olarak bilinen Tanzimat Fermanı’nı anlatırken Topkapı Sarayı eklentilerinden biri olan Gülhane Parkını öyle bir anlatmıştı ki mutlaka görmeliyim. Demiştim.

Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca devletin idare merkezi ve padişahların aileleriyle yaşadığı bir mekân olan Topkapı sarayını tanımak, biraz da imparatorluğu tanımak anlamına geliyor. Demişti tarih öğretmenimiz.

Değişik dönemlerdeki sultanların ilgi ve çabalarıyla yaptırılan eklentiler ve eskilerin yenilenmeleriyle Topkapı Sarayı görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanmıştı. Sarayın eklentilerinden biri de Gülhane Bahçesi/Parkı olmuştu.  

3 Kasım 1839 da Saray eklentileri içerisinde yer alan Gülhane Bahçesinde okunan bir Hatt-ı Şerif ile Tanzimat-ı Hayriye “hayırlı düzenlemeler” ilan edilmişti. 

Osmanlı tarihinin en önemli belgelerinden biri olan bu metin, okunduğu yerden ötürü Gülhane Fermanı  ve içeriğinden ötürü Tanzimat Fermanı adıyla da anılıyordu.

Bu ferman sayesinde padişahın yetkilerinin bir bölümü Meclise ve yürütme organına devredilmişti.

Tanzimat Fermanı’nın okunmasından I. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen dönem, Osmanlı tarihinde Tanzimat Dönemi olarak anılmaktaydı. Bu nedenlerden ötürü Gülhane Parkı’nın tarihi bir önemi vardı.

Sabah kahvaltısından sonra okulumuzun önünden geçen boynuzlu otobüslerden biriyle Alemdar Caddesi üzerindeki Gülhane durağına kadar gittim.  

Caddenin batısında Hamidiye Çeşmesi ile az güneyinde Alemdar Mustafa Paşa Türbesi bulunmaktaydı.  Cadde de ismini Alemdar Mustafa Paşa’dan almıştı.

Sultan II. Mahmud’u tahta geçiren en gizemli sadrazamlardan biriydi Alemdar Mustafa Paşa. Üç ay 18 gün sadrazamlık yapmıştı.

Hamidiye Çeşmesinin tam karşısındaki Gülhane kapısından giriş yaptım Gülhane Parkına. Girişin hemen solunda, surların dibinde Topkapı Sarayı Alay Köşkü bulunmaktaydı.

Önünde fıskiyeli havuz bulunan Alay Köşkü, Osmanlı Padişahlarının geçit törenlerini izlediği bir köşk olarak anlatılmıştı Niyazi Akşit tarafından. Osmanlının geçit törenlerine Alay dendiğini de söylemişti.

Kapalı olan Alay Köşkünü gezme olanağı bulamamıştım.

Sağ tarafta Osman Hamdi Bey yokuşu bulunmaktaydı. Bu yokuş ziyaretçilerini İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin yanı sıra Topkapı Sarayı Alay Meydanı’na da ulaştırıyordu.

Ben ortadaki yolu izleyerek Sarayburnu’na çıkmak istedim.

Gülhane Parkı Sarayın eklentilerinden biri olması nedeniyle, İstanbul’un en eski parklarından biriydi Gülhane.

İçinde Topkapı Sarayı’nın gül bahçeleri de bulunduğundan, Gül evi anlamına gelen Gülhane adını almıştı. 

Gülhane Parkı 1913 yılında Sultan V. Mehmet tarafından halka açılması için İstanbul Belediye Başkanlığı’na verilmişti. Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olan bu mekân Belediye Başkanı Cemil Paşa döneminde parka dönüştürülmüştü. 

Gülhane Parkı, 1950’li yıllarda ‘Bahar ve Çiçek Şenlikleri’ ile İstanbulluların en önemli eğlenme ve dinlenme mekânı olmuştu.

Şenlik günlerinde Gülhane Parkı’na, Avrupa ülkelerinden getirtilerek kurulan lunapark, kentin her semtinden gelen, her yaştan İstanbullunun ilgisini çekerdi. Her nedense,  “Bahar ve Çiçek Senliklerinden bir süre sonra vazgeçilmişti.

O yıllarda parkın ortasından geçen ağaçlı yolun sağında ve solunda çeşitli gazinolar bulunmaktaydı.

Ayrıca dinlenme yerleri, yazın kukla-karagöz temsilleri veren bir tiyatro, çocuk bahçesi, küçük bir hayvanat bahçesi, kahvehaneler, Tanzimat Müzesi, botanik bahçesi, Âşık Veysel’in heykeli ve akvaryum olan sarnıç yer almaktaydı.

Gülhane Parkı’nı baştanbaşa geçerek Sarayburnu’na çıktım.

Atatürk Anıtının bulunduğu Sarayburnu öyle bir konumdaydı ki İstanbul Boğazı, Öteki Yaka olarak bilinen Galata ve çevresi, Haliç, Üsküdar ve Kadı köy rahatlıkla görülebiliyordu.

Sarayburnu’ndaki Atatürk Heykeli de 1926 yılından bu yana İstanbul’u gözleyip, durmaktaydı.

Bir süre Sarayburnu’ndaki kafelerden birine oturarak, muhteşem üçlü olarak tanımladığım ''simit-peynir-çay'' ile, Boğaziçi'nin muhteşem manzarasını doyasıya seyrettim.

Muhteşem üçlü deyince aklıma, Mersin'de yalınayak simit sattığım, ilkokul 3. sınıfa başladığım günler geldi.

Başarmıştım.

Yalınayak ilkokla başladığım yıllardan üç imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul'daki Sırça Saray dediğim Yüksek Öğretmen Okulu'nun anıtsal binasında okuma şansımı yaratmıştım.

Bir süre Sarayburnu’nda oyalandıktan sonra, yürüyerek Sirkeci’ye gelip, boynuzlu otobüslerden biriyle okuluma dönmdüm.

İSTANBUL TAKSİM CUMHURİYET ANITI

26 Kasım 1961 Pazar, İstanbul…

Dün, 25 Kasım Cumartesi günü, öğle yemeğinden sonra ilk kez Tarihi Yarımada dışında, Pera olarak bilinen öteki yakaya, Taksim’e gittim.

Taksim Cumhuriyet Anıtı’nı tanımak istemiştim.

Meydanlar, kentin karakterini yansıtan simgesel alanlardır. Demişti Tarih Öğretmenimiz.

Öyle ki, yerel yönetimlerin kentsel politikalarına da bağlı olarak, sosyal canlılığın ve aktivitelerin odak noktalarıdır. Bir başka deyişle, kentin kalbi, biraz da bu meydanlarda atar.

Cumhuriyetin kurulmasından önce, Osmanlı İmparatorluğu döneminde; idari ve dini yapıların gölgesindeki Sultanahmet ve Beyazıt Meydanları, İstanbul’un iki önemli kentsel meydanı, kalbinin attığı yerlerdi. 

Cumhuriyet kurulduktan sonra İstanbul’un yeni meydanı, kentin yeni yerleşim bölgesindeki Taksim Cumhuriyet Meydanı olmuştu.

İstanbul’un Beyoğlu ilçesi sınırları içinde yer alan Taksim Cumhuriyet Meydanı kentin en ünlü ve en işlevsel meydanıydı.

Adını, eskiden, Galata, Beyoğlu ve Karaköy suyunun taksim edildiği ‘’Maksem” den almıştı.

Beyoğlu, Galata ve Karaköy’ün su ihtiyacını karşılamak üzere yapılan su deposu ”Maksen”, günümüzde, Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi adı altında kapılarını sanatseverlere açmıştı. 

Beyoğlu İlçesi sınırları içerisinde yer alan Taksim Cumhuriyet Meydanı, başlangıçta, bu günkü sınırlarına göre, oldukça küçük bir alanda hayata geçirilmişti.

Kuzeyinde Tarlabaşı Bulvarı, doğusunda Anıt caddesi, güneyinde İstiklal Caddesi ve batısında” Maksem” su taksim binaları ile sınırlanmıştı.

Eski Cumhuriyet Meydanının ortasındaki Cumhuriyet Anıtı ve çevresi, günümüzde, tören yeri olarak kullanılıyor ve toplulukların buluşma yeri işlevini üstleniyordu.

Meydanın İstiklal Caddesi başlangıcında, Tünel’e kadar giden, nostaljik tramvay çalışıyordu.

Tek vagonlu nostaljik tramvay, yerli ve yabancı turistlerin büyük ilgisini çekiyor ve her zaman, tam kapasite ile seferlerini sürdürüyordu.

Taksim Cumhuriyet Meydanının simgesi haline gelen Cumhuriyet Anıtı, İtalyan heykeltıraş Pietro Cananico’ya yaptırılmış ve 1928 yılında da şu andaki yerine yerleştirilmişti.

Dairesel bir alanın ortasına dikilen anıtta, iki yüzünde de, bronz figürlerin yer aldığı geleneksel mimari kullanılmıştı.  11 metre yüksekliğindeki anıtın kaidesinde pembe trentino ve yeşil suza mermerleri kullanılmıştı. 

Anıtın İstiklal Caddesi’ne bakan yüzü Cumhuriyet Türkiye’sini, karşıt yüzü de Kurtuluş Savaşını simgelemekteydi.

Cumhuriyet Türkiye’sinin simgelendiği yüzünde; Mustafa Kemal Atatürk ile sağında İsmet İnönü, solunda Fevzi Çakmak yer alırken, arkalarında yurttaşlar ve iki Rus generali yer almaktaydı.

Kurtuluş Savaşının betimlendiği yüzünde ise Mustafa Kemal Atatürk ile, Kurtuluş Savaşını birlikte yürüttüğü yurttaşlar, kadınlarımız ve kağnıları ilgi çekmekteydi.

Anıtın yan yüzlerinde ise birer asker ve taşıdıkları bayrak ve sancaklar bulunmaktaydı.

Taksim Cumhuriyet Anıtı çevresinde defalarca dolanarak içime sindirdikten sonra İstiklal Caddesi üzerinden Tünel Meydanına kadar yürüdüm.

Başka bir yazı konusu yapacağım İstiklal Caddesi sonunda yer alan Tünel, dünyanın en eski ikinci Metrosu’dur demişti Tarih öğretmenimiz.

Yokluğu en çok, Karaköy’ü Galata’ya bağlayan Yüksekkaldırım Yokuşunu çıkmak zorunda kalanlar tarafından hissedilen Tünel’in İstanbul’un sosyal hayatına girmesiyle insanlar bu yokuşu arşınlamaktan kurtulmuştu.

Büyük güçlükle inilip çıkılan bu yokuşun yerini 90 saniyelik yolculuk almıştı. 

Füniküler adını da alan tünelle Karaköy’e indikten sonra Galata Köprüsü’nden geçerek Sirkeci’deki boynuzlu otobüslere ulaşarak okuluma döndüm.

Verimli ve mutlu bir gün yaşamıştım Öteki Yaka olarak bilinen Pera’da…


13 Mayıs 2023 Cumartesi

DİN SERMAYESİ OLMAYAN BİR KAZANÇ ARACIDIR


20 Kasım 1961 Pazartesi, İstanbul…

Dün, sabah kahvaltısından sonra ödevlerimi bir kez daha gözden geçirip, eksik kalmadığına kanaat getirdikten sonra tekrar Sirkeci’ye gitmeye karar verdim.

Boynuzlu otobüslerden biriyle Sirkeci'ye ulaştım. Hamidiye Caddesi üzerinden Yeni Camii'ye giderken, Doğu Han önlerinde, ‘’Selamünaleyküm’’ diyerek orta yaşlı biri yaklaştı.

Önce yol tarifi sordu. Yabancısı olduğumu öğrenince de ‘’anan baban namaz kılar mı?’’ Sorularını yöneltti.

Elbette kılardı. Dinimizi kurtarmak için geldik. Derdi babam.

Olumlu yanıt alınca da ‘’Sen dini bütün Müslüman bir ailenin çocuğu olmalısın.’’ Elbette öyleydi.

Bir süre beni süzen orta yaşlı adam, kısa bir tereddütten sonra, cebinden çıkardığı bir kol saatini göstererek, saatin otomatik ve kıymetli olduğunu, yol parası yapmak için satışa çıkardığını, beni dini bütün bir Müslüman olarak gördüğü için 30 Liraya bana verebileceğini söyledi.

Okul yönetimi elbise parası olarak her bir öğrenciye 75 Lira vererek, elbiselerimizi kime nasıl yaptıracağımız konusunda bizleri özgür bırakıyordu.

Cuma günü, hem kendimin hem de revirde yatmakta olan Halit Armutlu’nun elbise paralarını almıştım.Yanımda 150 Lira vardı.

İvrizli okuldaşım Halit’le aramızdan su sızmayan bir arkadaşlık vardı. Halit 2. sınıftaki bir kıza gönlünü kaptırmış, açılamadığı için de, zamanla bunalıma girmiş, yeme içmeden kesilmiş ve tedavi görme gereği doğmuştu.

Haliyle, bazı ihtiyaçlarının görülmesinde yardımcı oluyordum.

Otomatik Kol saatini elime alıp, sanki anlıyormuşum gibi, uzun bir süre inceledikten sonra almaya karar verdim.

30 lirayı verip, otomatik saati aldım, anında koluma taktım.

Kolumdaki Nacar marka saati okulda 10-15 liraya satabilirdim. Halit’in parasına dokunulmamıştı nasıl olsa.

Okula döndüğümde kolumdaki saat anında arkadaşlarımın ilgisini çekti. Olayı anlattım ve Nacar marka saatimi satışa çıkardım, alan olmadı.

Nacar marka saatimi iyi ki alan olmamıştı.

Olmamıştı çünkü kolumdaki saatin, sabahın erken saatlerinde durduğunu gördüm.

Öğle yemeği arasında, Çapa'daki en yakın saat satış dükkanına gittim. Saati gösterdim. Çakma bir saat olduğunu, fiyatının ise 10 Lira civarında olduğunu öğrendim.

İlk kez, saf insanları kandırmak için en mükemmel aracın DİN olgusu olduğunu anladım.

Kuran-ı Kerim'in Türkçe baskılarından birini edinip, İslam ile ilgili yeterli bilgi edinmeye başlamalıydım.


ASYA'DAN AVRUPA'YA GİRİŞ KAPISI SİRKECİ

 

18 Kasım 1961 Cumartesi, Sirkeci …

Avrupa yakasında, İstanbul'un kalbinin attığı liman yerleşimlerinden biri olan, Sirkeci Garı'ndayım…

Üç yıl eğitim görme ayrıcalığını elde ettiğim İstanbul, küresel bir kent olup, Doğu ile Batının buluşma noktasıdır.

Konstanipolis'in kurucusu Doğu Roma İmparatoru Konstantin’in dediği gibi, bir bakıma dünyanın merkezidir İstanbul.

Asya ve Avrupa kıtalarını birleştiren İstanbul’un, Avrupa’ya açılan kapısı Sirkeci Garı, Asya’ya açılan kapısı da Haydarpaşa’dır.

İlk kez 1951 yılı Bulgaristan göçü nedeniyle karşılaştığım Sirkeci Garı ile ikinci kez Çapa Müzik semineri sınavları için geldiğimde karşılaşmıştım.

İstanbul’u tanımak, solumak ve yaşamak için tekrar görme isteği duydum bugün. İstanbul Gara girince zamanda geriye, 1951 yılına gittim.

11 Şubat 1888 günü büyük bir törenle temeli atılmış olan Sirkeci Garı, 03 Kasım 1890’da da hizmete girmişti.

Mimari çözümü üretenler açısından da İstanbul, batının bitip Doğu’nun başladığı yerdi. Bir başka deyişle Doğu ile Batı’nın birleştiği noktaydı.

Bu nedenle bina oryantalist bir üslupla hayata geçirilmeli, bölgesel ve ulusal biçim kalıplarına yer verilmeliydi. Bu üslubu yansıtmak için cephelerde tuğla bantlar kullanıldı.

Yapıya sivri kemerli pencereler, ortasına ise Selçuklu dönemi taş kapılarını anımsatan geniş bir giriş kapısı yapıldı. Kapı ve pencerelerin üzerindeki gül pencerelerin vitraylar da bu üslubu tamamlıyordu.

Anıtsal bir yapı olan Sirkeci Garı’nın ünü, yataklı ve yemekli vagonları bulunan Fransız demiryolu işletmesi Vagon-Li Şirketi’ne ait olan Şark Ekspresi, Orient-Express orijinal ismi ile 1883 yılında Paris’ten ilk seferine başlamasıyla doruğa ulaşmıştı.

Şark Ekspresinin seferlerinin başlamasından sonra İstanbul’a gelenler, 1895 yılından itibaren treni işleten Vagon-Li Şirketi’nin satın aldığı Pera Palas’ta kalmaya başlamışlardı. 

Garı gezerken, Orient Ekspresiyle Paris’e hayali bir yolculuk da yaptım. 1961 yılındaki bu hayali yolculuğum 2014 yılında gerçeğe dönüşecek, Paris'te 3 gün kalacaktık. Orient Ekspresiyle olmasa da gerçekleşmiş olması önemliydi.

İstanbul Gar'ın yer aldığı Sirkeci semti tam bir tarih hazinesiydi. İstanbul’u tanımak için Sirkeci’den başlamalı ve Sultanahmet bölgesine geçilmeliydi.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde hem Topkapı Sarayı’na hem Babıali’ye yakın olması dolayısıyla oldukça önemli bir yeri olan Sirkeci’de birçok cami, han, hamam ve çeşme inşa edilmişti.

Sirkeci’de öne çıkan diğer bir tarihi yapı da, 1957 yılından beri elektronik eşya meraklılarına hitap eden ünlü Doğubank İş Hanı’ydı.

Doğubank Türkiye’nin ilk AVM’si olma özelliği taşımaktaydı. 19. yüzyıl sonu ve 20.yüzyıl başlarında yapılan devasa hanlar, Sarayburnu sahilinde yer alan 17.yüzyıla ait Sepetçiler Kasrı, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camii, Hidayet Camii, Hobyar Camii, Büyük Postane Binası, II. Abdülhamid’in türbesi ve külliye binaları, Sirkeci’de dikkati çeken tarihi yapılardan bazılarıydı.

Diğer taraftan, 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca Sirkeci, ucuz otellerin, gurbetçilerin ve nakliyat şirketlerinin merkezi olmuştu.

Babıali Caddesi ve onun devamı olan Ankara Caddesi'nden aşağı inen trafiğin bağlantı noktası olma özelliğini her dönemde korumuştu. 

1957-1959 yılları arasında yapılan Sirkeci-Florya sahil yolu, Sarayburnu’nu sahilden dolaşarak, Sirkeci trafiğinin hafiflemesini sağlamıştı.

Sirkeci Garı ve Orient Ekspresini anlamanın yolu biraz da ‘’Oryantalizm’’ kavramını tanımaktan geçiyordu.

Oryantalizm ya da diğer adlarıyla  Şarkiyatçılık,  Şarkiyat;  Yakın  ve Uzak Doğu toplum ve kültürleri, dilleri ve halklarının incelendiği batı kökenli ve batı merkezli araştırma alanlarının tümüne verilen ortak ad olarak tanımlanıyordu.

Kelimenin Latince tabanlı diğer dillerde karşılığı “orientalism”dir. Demişti Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit.

Kökeni ise güneşin doğuşunu ifade eden  Latince oriens sözcüğüne dayanmaktaydı. Coğrafi anlamda doğuyu göstermekte kullanılmıştı.



12 Mayıs 2023 Cuma

ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU'NDA PLATONİK AŞKIM BETÜL

 18 Kasım 1961 Cumartesi, Çapa İstanbul…

Bugün öğleye kadar 4 saat dersimiz var. Bayrak merasimi ile birlikte hafta sonu tatili başlayacak.

Öğrenciler için ilk ders zili çaldı. Beş dakika sonra öğretmen zili çalacak.

Sınıf defterine bugünkü dersleri yazdım, yoklama yaparak olmayanların numaralarını yazacaktım ki Şekip ile Lütfiye girdi kapıdan. Birbirlerine aşık olmuşlardı, kumrular gibiydiler.

Sınıfa göz gezdirdim. Gülay ile Betül eksikti. İçim sıkıldı birden. Nerede kaldılar derken ikisi de kapıdan girdiler. Gülümseyerek ”Günaydın” dediler.

Betül’ün gülümseyen yüzü içimi ısıttı, ruhuma bahar geldi, kalbim daha hızlı çarpmaya başladı. Kendimi mutlu, güçlü ve romantizm içinde buldum.

Yoklamayı bitirip yerime geçerken baktığımda tekrar gülümsemişti bana.

Lise yılları ergenlik dönemleriydi. Ergenlik dönemlerinde arkadaşlıklar önemli etkinliklerden biri olarak karşımıza çıkmaktaydı.

Arkadaşlıklar grupları sosyal bir birlik sağlamanın yanı sıra dayanışmayı da beraberinde getiriyordu.

Gülay ile cinsel ayırımsız arkadaşlığım Betül için geçerli değildi. Betül’e karşı bambaşka duygular beslediğimin farkına varmıştım bir süre sonra.

Betül farkında değildi. Üstelik, Betül’e bu duygularımı söyleme fırsatı bulamamış, bulma fırsatı da yaratmamış ya da yaratmak istememiştim.

Gerek ilkokul döneminde gerekse İvriz İlköğretmen Okulunda birlikte olduğumuz kız arkadaşlarımızdan farklı bir yapıları vardı İstanbullu kız arkadaşlarımızın.

Erkek arkadaşlarıyla olan ilişkilerinde cinsel ayırım yoktu. Öyle yetişmişlerdi. Betül de beni sınıfın başkanı ve çalışkan arkadaşlarından biri olarak görüyor olmalıydı.

Diğer taraftan, sonraki yıllarda farkına vardığum bir ayrıntı, kız çocukları konuştukları kişilerle göz teması kurmaya, karşısındakinin yüzüne bakmaya ve ayrıntıları yakalamaya erkek çocuklardan çok daha önce başlamakta oluşlarıydı.

Oysa biz, özellikle Anadolu'dan gelen, erkek çocuklar göz teması kurmakta zorlanıyor, kızarıp bozarıyor, hatta utanıyorduk.

Özellikle İstanbullu kız arkadaşlarımızın göz teması kurarak erkek arkadaşlarındaki ayrıntıları yakalamaya çalışmaları sırasında oldukça saf ve temiz olan davranışlarını, biz Anadolu çocukları biraz farklı algılamış, algılamak istemiştik.

Romantik duygularımız ortaya çıkmıştı. Farkına varmadan duygusal bağ kurmuştuk. Bu tavrımızdan ötürüdür ki bir süre sonra Betül’e sırıl sıklam âşık olacaktım.

Öyle ki sabahları heyecanla onun gelmesini bekler, neşeliyse günüm neşeli, üzüntülüyse benim de günüm üzüntülü geçerdi. Es keza bana ilgisiz davranmışsa geceleri uykularım kaçardı.

Haberi olmasa da ilk çocukluk aşkım olmuştu Betül…

Gördüğümde ve bana gülümsediğinde kalbim küt küt atmakta, içimde kelebekler uçuşmakta ve ayaklarım yerden kesilmekteydi…

İstanbullu bir kıza romantik duygular beslemiş olmam, platonik düzeyde âşık olmam derslerime biraz daha sıkı sarılmamı sağlamıştı.

Romantik ilişkilerde fiziksel görünüşün önemi büyüktü büyük olmasına ama ortamdaki statünüz ve kendinize olan güveniniz de önemliydi.

Sınıf başkanlığımın yanı sıra derslerimdeki başarım ve kendime olan güvenimin Betül’ün gönlünü çalacağını düşünmüştüm…

Gözlerimizin içini güldüren, enerjimize enerji katan, sürekli görme isteğiyle kalbimizde tatlı bir çarpıntıya yol açan duyguydu Betül’ün kalbini çalma isteği…

Kişiden kişiye değişiklik gösterse de tartışılmaz olan bir şey vardı ki, âşık olmak beni duygusal olarak etkilediği kadar fiziksel olarak da etkilemişti.

Öyleydi çünkü kendinizi oldukça farklı hissediyordunuz. Aşkın neden olduğu kimyasal değişimler insanları fiziksel ve duygusal yönden değiştiriyordu.

Âşık olunca asla ölmeyeceğimi ve her şeyi yapabileceğimi hissediyordum.

Öyle sanıyorum ki, her aşık olan da benim gibi hissediyordu.

Evrenin sizin için planları olduğunu ve bu kaderin içinde büyük bir rolünüz olduğunu düşünüyordunuz.

Bütün problemleriniz yok oluyor ve hayat çok daha aydınlık görünüyordu. 

Bende de öyle olmuştu…

Âşık olarak yaşamak ne güzel bir şey be kardeşim…

Demiş ve bayrak merasiminden sonra üç imparatorluğa başkentlik yapmış bu kadim şehri keşfe çıkmıştım. 

 

5 Mayıs 2023 Cuma

ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU'NDA KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ

 

4 Kasım 1961 Cumartesi, Çapa…

Yaklaşık 2 ay oldu Çapa Öğretmen Okulu öğrencisi olalı. Bayrak Merasimi ve öğle yemeğinden sonra İstanbul ile bütünleşmeye ve havasını solumaya karar verdim.

Boynuzlu otobüslerden biri ile Sultanahmet Meydanı'na gittim. Meydanı gezerken karşıma çıkan Dikili Taş, Yılanlı Sütun ve diğer tarihi eserler zamanda 1500 yıl geriye gitmemi sağladı.

Akşam yemeğine yetişmek üzere geri döndüm. Yemekten sonra arkadaşlarla Antik İstanbul'u, bir başka deyişle, Konstantinopolis'i konuştuk bir süre.

Bu akşam etüt yok ama, sınıfımıza girip anı defterimi açarak, zamanda geriye, okula ayak bastığım 11 Eylül Pazartesi gününe gittim...

Çam ağaçlarının, değişik renlerdeki güllerin, okulun kurucusu ile Atatürk büstünün bulunduğu bir bahçeden sonra çıkılan mermer merdivenler, kocaman bir giriş kapısı, sizi karşılayan kırmızı halılar ve büyük yaldızlı aynalar…

Sonrasında kocaman ve oymalı kapılar, üstünüzde çinileriyle göz alıcı yüksek bir tavan…

Kısaca, Anıtsal bir yapı olan Çapı Öğretmen Okulu…

Bu anıtsal yapı bana kendimi, adeta, masallardaki peri padişahının sarayında hissettirmişti.

Bir an için, ilkokul üçüncü sınıfta simit satmaya başladığım Mersin’li günleri, Niğde Misli Köyünün soğuk ve acımasız karlı kış günlerini hatırladığımda, Çapa Öğretmen Okulu yerleşkesi bir saray, sınıfımızdaki kız arkadaşlarımızı da bu saraydaki peri kızları olarak görmek mümkündü.

Öyle de olmuştu…

Başlangıçta kız arkadaşlarımızla biraz sıkıntılı bir süreç yaşadım, yaşadık diyebilirim.

Doğaldır ki karşı cinsle olan arkadaşlıklarımızın büyük bölümü duygusal sonuçlar doğuruyordu, doğuracaktı. Benim sınıfımızdaki kız arkadaşlarımda özellikle hayranlık duyduğum ikili Gülay ve Betül, gündüzlü ve İstanbullulardı.

Gülay Medetgil Aksaray’da oturuyordu. İyi arkadaş olmuştuk. Oldukça uzun boyluydu. Sanırım benden 10-15 cm daha uzundu. erkek arkadaşlarım şakayla karışık bana takılırlar ve ”Akıncı yanında merdiven taşımalısın.” Derlerdi. Güler, geçerdim.

Bazı akşamlar okuldan kaçar, Gülay’ın derslerine yardımcı olmak için evlerine giderdim. Böylelikle bambaşka bir sosyal çevre edinmenin yanı sıra derslerimi de güçlendirmiş oluyordum.

Öyleydi çünkü öğrenmenin en iyi yöntemlerinden biri seçilen konuyu anlatmaktan geçiyordu. Daha ilkokulda iken bunun farkına varmıştım. Anlattıkça konular pekiştiği gibi eksiklikler de tamamlanıyordu. Lise son sınıf hariç, sınıf birincisi olmamın sırrı arkadaşlarıma ders anlatmaktan geçiyordu.

Ben Gülay’a fen ve kültür derslerinden yardımcı olurken Gülay da bana sosyal yönden yardımcı oluyordu. Her şeyden önce İstanbullu bir aileyi tanıma fırsatım olmuştu. Zamanla, cinselliğe dayanmayan kuvvetli bir arkadaşlığımız oluştu Gülay ile…

Karma eğitim sisteminin en önemli yanlarından biri, Anadolu’da sürüp giden ve gidecek olan cinsel açlığın, belli ölçüde giderilmesiydi. Karşı cinsi yanımızda, yakınımızda bulmuştuk.

Aradan iki ay gibi kısa bir süre geçmesine rağmen, kız arkadaşlarımızın birer cinsel obje olmadıklarının farkına varmıştım, varmıştık. Kadın erkek eşitliğinin mükemmel bir uygulamasıydı Karma Eğitim.

Modernleşme öncesinde, hem doğu hem de batı toplumlarındaki erkek egemen anlayış ve dinsel kurumların oluşturduğu hâkimiyet, kadının eğitim ve toplum hayatındaki yerine dönük cinsiyet ayrımcı sonuçlar doğurduğu bilinmekteydi. Karma eğitim cinsiyet ayrımcılığını sonlandıran bir uygulamaydı.

Eşit bireyler olunca, kız arkadaşlarınız etkilemenin yolu, öncelikle dürüst olmaktı. Fiziksel görünüşünüzün dışında muhteşem ve saygıdeğer bir iç dünyanızın olduğunu da hissettirmenizden geçiyordu.

Ayrıca lider görünümünüzün de olması gerekiyordu. Sınıf başkanlığı bunlardan biriydi. Sınıftaki bütün kız arkadaşlarım beni cinsel ayrımı olmayan, güvenilir bir olarak tanıdılar geçen iki aylık sürede. Çalışkanlığımla da kendimi kanıtlamalıydım.

İlkokuldan itibaren zamanla edindiğim deneyimlerden birincisi ve en önemlisi, okulun açıldığı ilk aylarda hazırlıklı olarak derslere girmekti. Soru sorulduğunda parmaklarımı sürekli havada tutmak, sorulara doğru yanıtlar vermek ve öğretmenlerime çalışkan bir öğrenci imajı vermekti. Sonraki günlerde eksiklerim olsa bile öğretmenlerim görmezden gelirlerdi.

Gülay’ı çalıştırırken pekişen bilgilerimi derslerde sürekli parmak kaldırarak öğretmenlerime de aktarma fırsatı buluyordum.

Parmaklarımın sürekli havada olması ve Gülay’a derslerinde yardımcı olmak amacıyla geceleri okuldan ayrılmam, zamanla öğretmenlerimin olumlu yönde dikkatlerini çekecek ve yıl sonunda sınıf birincisi olmamı sağlayacaktı…



HALAMIN OĞLU MUSTAFA DAYI

 22 Ekim 1961 Pazar, Zeytinburnu İstanbul…

Perşembe günü ziyaretçim olduğu söylenerek idareden çağırıldım. İstanbul’da tanıdığım hiç kimse yoktu. Kim olabilirdi ki?

Müdür yardımcısının odasına girdiğimde, gülümsemesi bütün yüzüne yayılmış, kafasındaki saçların yarısı dökülmüş, yaklaşık benim boyunda, 20-25 yaşlarında biriyle karşılaştım.

Bana içten bir gülümsemeyle sarılarak, ''Mehmet ben Halanın oğlu Mustafa…'' Deyince önce şaşırmış, sonra da birden anımsamıştım.

Kendisini Tokat İlindeki Mustafa Dayı olarak biliyordum. Öyleydi çünkü Misli Köyünde, ilkokuldayken, babama özenle yazılmış ‘’Dayıcığım’’ girişli mektupları gelirdi. Babam bize okuturdu.

Mustafa Dayımı babama gönderdiği mektuplarından tanımış ve sevmiştim.

Mektuplarından edindiklerime göre, Türkiye’ye göç sonrasında gönderildikleri Tokat Erbaa’da çocuksuz bir öğretmen sahiplenmişti Mustafa Dayımı.

Dayımın manevi babası olmuş, liseyi bitirmesini sağlamıştı.

Kardeşimle ben Misli ’de ilkokula başladığımız yıllarda dayım liseye başlamıştı. Öyle söylemişti sonraki haftalarda.

Mustafa Dayım babamla mektuplaşmalarını sürdürmüş, Çapa Öğretmen Okulu’nda öğrenci olduğumu öğrenince de aramış ve beni bulmuştu.

Çok sevinmiş, adeta dünyalar benim olmuştu.

Mustafa Dayım, Maçka Teknik Üniversitesi öğrenci işlerinde memur olarak çalışmakta olduğunu, Cumartesi günü öğleden sonra gelip beni alacağını söylemişti. Öyle de oldu.

Cumartesi günü öğleden sonra, küheylanım dediği motosikletiyle okuldan beni alıp, Zeytinburnu’ndaki evlerine getirdi.

Zeytinburnu’nda iki odalı bir gecekonduydu evleri. Kardeşleri Zeynep, Fatma, Halam ve Eniştemle 5 kişilik bir aileydiler.

Mustafa Dayımla iyi anlaştık. Küheylanım dediği motosikletiyle, beni de arkasına alır, adeta uçururdu Londra asfaltında.

Sırf motosikletiyle gezelim diye bazı hafta sonlarında evlerine gidecektim.

Her ne kadar yağmurlardan sonra Mersin’deki Göçmen barakalarını ve ayağımıza yapışıp, ayakkabılarımızı alan çamurlu yolları oluyorsa da güneşli günlerde dayımla birlikte gezmek hoşuma gidiyordu.

Ülke genelindeki gecekonduların büyük bölümünün yer aldığı İstanbul’da ilk gecekondulaşma, İkinci Dünya Savaşı yılları sonrasında, 1946 yılında Zeytinburnu Kazlıçeşme’de görülmüştü.

İstanbul’daki toplam gecekondu sayısı, 1949’da, 5 bin olarak belirlenirken, bunlardan 3 bin 218’inin Zeytinburnu’nda bulunduğu tespit edilmişti.

İstanbul’daki en büyük gecekondu gelişmelerinden biri 1950’li yıllarda Taşlıtarla’da ortaya çıkmıştı.

Taşlıtarla’daki yerleşim, 1950-51 yılları arasında, Bulgaristan’dan gelen göçmenlerden 2014 aileye devlet tarafından göçmen mahallesi kurulmasıyla başlamıştı. Bu mahalleye, 1954 yılından sonra Yugoslavya’dan gelen göçmen aileler de yerleştirilmişti.

Mahallenin kurulması, yerleşim alanının kent merkezine bağlantısını da güçlendirmişti.

Eyüp-Topçular, Topkapı-Maltepe sanayi alanlarına yakınlığı ise gecekondu gelişmesini teşvik eden önemli bir etken olmuştu. Hızla gelişen mahalle 1958’de Göztepe adıyla bucak, 1963’te de Gaziosmanpaşa adı altında ilçe haline gelecekti.

Zeytinburnu’nun kimliğinin oluşmasındaki en önemli etken, Osmanlı döneminde deri tabakhanelerinin, denize kıyısı olan Kazlıçeşme mevkiine yerleştirilmesiydi.

Ayrıca, Cumhuriyet döneminde ilk dokuma fabrikasının da Zeytinburnu’nda kurulması ilçenin sanayi karakterini kuvvetlendirmişti. Bir bakıma işçi semti olmuştu Zeytinburnu.

1940’lı yıllarla birlikte sanayide çalışan işçiler konut gereksinmelerini kendi yöntemleriyle, yani gecekondu tipi yerleşim alanlarıyla sağlamışlardı. Zeytinburnu bölgesi sanayinin yanı sıra gecekondularıyla da anılmaya başlamıştı.

Zeytinburnu bölgesinin kendine özgü bir diğer özelliği de içerisinde özellikle kökeni Türk olan göçmenleri barındırmasıydı. Mustafa dayım öyle söylemişti.  

Öyle olduğu içindir ki dayımın ailesi Tokat Erbaa’dan Zeytinburnu’na gelip, yerleşmişlerdi. Türk kökenli olmayan göçmenlerin sosyal ağlar bakımından bu bölgede tutunması epey güçtü. Nitekim öyle de olmuştu.

1960’lı yıllara kadar gecekonduların yapım sürecinin her aşaması, toplama malzemelerle çok kısa sürede yapılıyordu. Mersin’deki göçmen barakaları da gecekondulaşmanın bir başka uygulamasıydı.

Kentlere yerleşen gecekonducular, gecekondularını büyüterek ya da yenilerini yaparak, bölgeye gelenlere kiraya veriyorlardı. Böylece “gecekondu-kiracılığı” dönemi başlamıştı. Gecekondu ağaları da türemişti.

1961 yılında İstanbul nüfusunun yaklaşık yüzde 35’i gecekondu alanlarında yaşayanlardan oluşmaktaydı.

Benim için bir sırça saray olan Çapa Öğretmen Okulu’ndan,  bazı hafta sonları Zeytinburnu gecekondularından birinde yaşamakta olan Mustafa Dayımlara gidiyor olmam, geçmişe yolculuk yapmamı sağlıyordu.

Maraş Elbistan köylerini, Çukurova’daki mevsimlik işçilik günlerimi, Niğde Misli Köyünün apansız kara kışlarını, Mersin Göçmen barakalarındaki yaşam savaşımızı anımsatmıştı.

Geçmiş 10 yılımı anımsamak da derslerime daha sıkı sarılmamı sağlamıştı. Mustafa Dayımla buluşmam başarım ve başaracaklarım  için iyi gelmişti…


1 Mayıs 2023 Pazartesi

TARİH ÖĞRETMENİM NİYAZİ AKŞİT


14 Ekim 1963 Cumartesi, Çapa İstanbul...

Bugün son iki saatimizde, hem okul müdürümüz hem de Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit'in dersi vardı. Derslerini seviyorduk.

Sınıf ders defterini imzaladıktan sonra bizlere dönerek ''Eğitim biraz da yaşadığımız şehir ya da yöre ile bütünleşmektir.'' diye söze başladı.

İvriz’deki Tarih Öğretmenim Hüseyin Seçmen aklımdan geçti bir an. Hüseyin Seçmen de aynı cümleleri yinelemekteydi.

İstanbul ile bütünleşebilmek, tarihini ve havasını soluyabilmek için 1500 yıl geriye giderek Konstantinopolis’i tanımamız gerekiyordu.

Üç imparatorluğa başkentlik yapmış bu gizemli şehirde, her türlü ticari faaliyetlerin kolaylıkla yürümesini sağlayan, coşkulu törenlere olanak sağlayan yollar ve meydanlardı.

Ana yollar ki İmparatorluk yoluydu, ticari faaliyetleri İtalya’daki Roma Forumu’na kadar ulaştırıyordu. Egnatya yolu olarak tanımlanan bu 1120 km’lik yol İstanbul’un can damarıydı.

Geleceğimizi bilimsel verilere oturtmak için geçmişimizi bilmemiz gerekiyordu. Bizans ve Doğu Roma İmparatorluklarından sonra Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olan İstanbul'u tanımak, ülkemizi tanımak anlamına geliyordu Niyazi Akşit'e göre.

Dünyanın en güçlü imparatorluklarından biri olan Osmanlı, ''neden 20. yüzyılın başlarında yıkılmak zorunda kalmıştı.''

Sorusunu kim yanıtlamak ister?

Deyince Erol Güven arkadaşımız parmak kaldırdı. Tarih derslerinde sürekli parmakları havada olan Erol Güven arkadaşımız, biraz da olayları senaryolaştırarak soruları yanıtlardı.

Niyazi Akşit ''anlat bakalım Erol'' deyince,

''Öncelikle Rönesansı kaçırmış bir imparatorluk olan Osmanlı, gelirlerini fethettiği ülkeleri talan ederek ve vergiye bağlayarak sağlıyordu.'' Diyerek anlatmaya başlayan Erol arkadaşımız, bir süre soluklandıktan sonra...

''1683 yılındaki İkinci Viyana Bozgunundan sonra sürekli toprak kaybetmeye başladı.

Üstüne üstlük, 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarında yaşanan askeri başarısızlıklar, azınlık ayaklanmaları, toprak kayıpları ve ekonomik şartların ağırlaşması gibi gelişmeler; toplumsal barışın bozulmasına ve yönetime duyulan güvenin azalmasına yol açtı.

Kaybedilen topraklardan gelen göçler ülke içerisindeki Müslüman nüfusunda artış yaşanmasına neden oldu.

Osmanlı topraklarında sosyal dengeler bozuldu. İstanbul, Edirne ve İzmir gibi şehirlerde göçlerle birlikte yaşanan nüfus artışı; konut, beslenme, sağlık, işsizlik ve güvenlik gibi sorunları da beraberinde getirdi.

İlk kez Rus Çarı I. Nikola tarafından ''Avrupa'nın Hasta adamı Osmanlı'' sözcükleri kullanılmış, ölüm döşeğindeki Osmanlının mirasının paylaşılması aaşamasına geçikmişti.

Nitekim, borçlarının faizlerini bile ödeyemez haline gelen Osmanlı, II. Abdülhamit'in yayınladığı ''Muharrem Karanamesi'' ile iflasını ilan etmişti. Ardından Duyunu Umimiye ile gelirleri 7 devletin temsilcilerinden oluşan ''Gelirler İdaresi'' tarafından toplanmaya başlamıştı.

Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya'nın yanında yer alan Osmanlı yenilince İtilaf Devletleri tarafından Sevr Anlaşması ile Anadolu işgal edilince, Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından Kurtuluş Savaşı'nı başlatmışlardı...

Erol Güven arkadaşımız kendini kaptırmış, anlatmaya devam ederken tenefüs zili çaldı. Niyazi Akşit, Erol arkadaşımıza teşekkür ederek dersi bitirdi.

Hafta sonu Bayrak Merasimi ve öğle yemeğinden sonra, Niyazi Akşit öğretmenimizin ''Eğitim biraz da yaşadığımız şehir ya da yöre ile bütünleşmektir.'' sözlerini rehber yaparak, İstanbul'u tanımak üzere yola koyuldum.


30 Nisan 2023 Pazar

MATEMATİK ÖĞRETMENİM TEVFİK ARAS

12 Ekim 1961 Çarşamba, Çapa…

Müzik dalındaki ilgi ve başarı şansımdan daha çok Fen Bilimlerinde başarılı olacağımı keşfeden öğretmenlerimden biriydi Matematik Öğretmenim Tevfik Aras.

Bir sonraki yıl sömestr tatili dönüşü idareden sınıf defterini almaya gittiğimde ‘’Akıncı Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na gitmek ister misin?’’ Sorusunu sormuştu. İyi ki sormuştu…

Matematik ve rakamların dilinden sıkça söz ederdi derslerinde. Tıpkı Anadilimiz Türkçe ve diğer yabancı diller gibi…

Bazen daha da ileri gider, Matematiğin bütün dillerin üstünde olan evrensel bir dil olduğunu söylerdi.

Yıllar sonra farkına varacaktım. Anadili ve yardımcı dilleri ne olursa olsun bütün bilim adamlarının ortak ve evrensel dilinin matematik olacağını.

Büyük medeniyetlerin ve dünya kültür mirasının temellerini atan Sümerlerde bazı dehalar, M.Ö. 3500 ile 3000 yılları arasında, devasa bilgileri beynimizin dışında bir yerde tutmak için uygun bir sistem oluşturmuşlardı.

Özellikle mal ve akçeli işler için oluşturdukları somut işaretlerle, insan beyninin sınırlarından kurtulmamızı sağladılar. İmparatorluklarının önü açıldı. Tarih sahnesine diğer medeniyetlere nazaran daha erken çıkmaları sağlandı.

Sümerler tarafından oluşturulan bu veri işleme sistemine ‘’YAZI’’ denildi. Belki de Kısmi Yazı sistemi demek daha doğruydu…

İlk veri depolama ve işleme sistemi olan Sümerlerin oluşturduğu Kısmi Yazı matematiğin anası olarak işe başladı ve bu günlere gelindi. 

Kısmi bir yazı sistemi olarak kalmış olmasına rağmen dünyanın en baskın dilidir Matematik.

Neredeyse tüm ülkeler, şirketler, örgütler ve kurumlar, İngilizce ve Türkçe gibi, hangi tam dili konuşuyor olurlarsa olsunlar, veri kaydetmek ve işlemek için matematiksel yazı dilini kullanırlar.

Devasa bilgileri beynimizin dışında bir yerde depolamak ve işlemek için Sümerlerin oluşturdukları somut işaretler günümüzde ”0” ve ”1” işaretlerinden oluşan 1950’lerde bilgisayarların gelişmesi ile bilgisayar tabanlı ikili yazı sistemi harikalar yaratıyor ve yaratacaktı.

Devlet yönetimlerinin, şirketlerin ve kurumların kararlarını etkilemek isteyenler mutlaka Kısmi Yazı dili olan matematikteki rakamların dilini öğrenmek zorundaydılar.

Günlük yaşamda kullandığımız 10’luk sistemin işaretleri Arap rakamları olarak bilinse de aslında Hintliler tarafından oluşturulmuştu.

Hindistan, dünyanın en gelişmiş uygarlıklarından biriydi. Büyük uygarlıkların kurulması Arap Yarımadası ve Avrupa’dan çok daha önce gerçekleşmişti.

Araplar Hindistan’ı işgal ettiklerinde, veri depolama ve işlemek için kullanılan (0,1,2,3,4,5,6,7,8,9) sembolleriyle oluşturulan 10’luk sistemi oldukça yararlı bulmuşlar ve geliştirmişlerdi.

Hintlilerin rakamlarına toplama, çıkarma ve çarpma işaretlerini ekleyerek modern matematiğin temelini atmışlardı.

28 Nisan 2023 Cuma

TÜRKÇE ÖĞRETMENİM ENVER NACİ GÖKŞEN

9 Ekim 1961 Pazartesi, Çapa…

Daha ilk dersinde sevmiştim Türkçe öğretmenimiz Enver Naci Gökşen’i.

1916 yılında İstanbul’da doğduğunu, İlk ve ortaöğrenimini İstanbul’da yaptığını ve 1935 yılında da, şu anda çatısı altında bulunduğumuz, İstanbul İlköğretmen okulunu bitirdiğini anlattıktan sonra yine bu çatı altında bulunan Eğitim Enstitüsü ile sizlerin Türkçe-Edebiyat derslerinize gireceğim demişti.

Sonraki günlerde, ikinci ve üçüncü sınıflardan edindiğimiz bilgilerden, 27 Mart 1891- 26 Mayıs 1944 tarihleri arasında yayımlanmış fen, magazin, sanat ve edebiyat dergisi olarak Servet’i Fünun ve Yarım Ay dergilerinde çıkan yazı ve hikâyeleri ile edebiyat dünyasına giren biriydi Enver Naci Gökşen. 

İstanbul’da haftalık olarak yayımlanmış olan dergide 53 yıl boyunca ünlü edebiyatçılar görev yapmışlardı.

Üstelik dergi bir edebiyat akımına da adını vermişti.

Anadilimiz Türkçe üzerinde önemle duran, ayda bir Ankara Türk Dil Kurumu toplantılarına katılan ve Öztürk’çe sözcüklerle geri dönen Enver Naci Gökşen Anadilinin önemini ve kapsadığı alanları en iyi şekilde Konfüçyüs’e atfedilen kısa bir öykü ile dile getirmişti.

Konfüçyüs’e sormuşlar: “Eğer bir ülkede yönetici olsaydınız, ilk olarak ne yapmak isterdiniz?”

Konfüçyüs cevap vermiş:

Kuşkusuz ilk iş olarak dili düzeltirdim.”

Bu cevap üzerine dinleyiciler şaşırarak sormuşlar:

Niçin?”

Konfüçyüs’ün karşılığı:

Çünkü, eğer dilde bozukluk varsa, söylenen şey, söylenmek isteneni anlatmaz; eğer söylenen, istenen anlamı yansıtmazsa, yapılması istenen şey yapılmaz; eğer istenen yapılmazsa, ahlak ve sanat bozulmaya uğrar; eğer ahlak ve sanat bozulursa, adalet doğru yoldan çıkar; eğer adalet doğru yoldan çıkarsa, halk çaresiz bir bunalıma sürüklenir. Sonunda söylenen söz hakkında doğru karar verme fırsatı kalmaz. Böyle bir durumu önlemek, her şeyden önemlidir.”

Dilimizdeki bozuklukların giderilmesi konusunda Türk Dil Kurumu’nun önemli çalışmalar yaptığını anlatan Enver Naci Gökşen, efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel zamanında ülkemize kazandırılan Dünya Klasiklerini okumamızı öneriyordu.

Her ay bu kitaplardan birini okuyarak özetlememizi ve sınıfa sunum yapmamızı istemişti.

Enver Naci, Yazarı tanımanın eseri daha iyi anlamamıza yardım edeceğini vurgulayarak,

Okuduğunuz bir kitabın şairini, romancısını, yazarını öğrenmeden o kitabı okudum, demeyeceksiniz”

Öğüdüyle donatmıştı bizleri.

İyi ki onun öğrencilerinden biri olma şansını yakalamıştım.


23 Nisan 2023 Pazar

KİMYA ÖĞRETMENİM MÜNEVVER BAÇ

 

2 Ekim 1961 Pazartesi, Çapa…

Rulo yapılmış büyükçe bir periyodik cetvel levhasıyla sınıfa giren Münevver Baç ‘’Günaydın Çocuklar, bu gün sizlerle evreni oluşturan maddenin, galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin ve doğal olarak yaşamın oluşumunun şifreleri üzerinde konuşmak istiyorum.

Bu şifrelerin farkına varabilir ve öğrenebilirsek insanlığın ihtiyacı olan her türlü maddeyi üretebilecek hale gelebiliriz.

Dedikten sonra periyodik cetvel tablosunu tahtaya astı. Bir süre sınıfı süzdükten sonra,

Sözünü ettiğim şifrelerin anahtarı tahtaya astığım periyodik cetveldeki sembollerdir. Farkına varacağınız sırlar ve şifreler kimya derslerine olan ilginizi arttıracaktır.

Dedikten sonra elindeki değnekle tablonun sol üst köşesini göstererek,

Periyodik cetveldeki en basit element Hidrojen’dir. Evrenin başlangıç yıllarında sadece Hidrojen atomları vardı. H sembolüyle gösterilen Hidrojen evrenin temel taşıdır. Bu nedenle atom numarası ‘’1’’ dir. Normal basınç ve sıcaklıkta renksiz, kokusuz ve yanıcı bir gaz olan Hidrojen evrendeki bütün maddeleri oluşturan bir elementtir.

Bir bakıma evrende aklımızın havsalamızın alamayacağı boyutlarda bir Hidrojen imparatorluğu vardı. Yerçekimi olarak bildiğimiz kütle çekimi nedeniyle milyarlarca Hidrojen atomu bir araya geldikçe, kütle çekimi de büyüdü.

Atomlar sıkıştıkça olağanüstü basınç ve sıcaklıklar ortaya çıktı. Hidrojen kolonilerinin merkezindeki olağanüstü basınç ve sıcaklıkta, önce iki hidrojen atomu kaynaşarak tablonun sağ üst köşesindeki Helyum atomunu oluşturdular.

Giderek, çekirdek kaynaşması ile Helyumun yanı sıra, Karbon, Oksijen, Nitrojen ve periyodik tablodaki Demir’e kadar olan diğer tüm elementleri de üretildi.

Evrenin ve yaşamın temel taşı olan Hidrojen elementinin çekirdek kaynaşması olarak bilinen sıcak füzyon yoluyla oluşan 16 atom numaralı Oksijen elementi tablonun ikinci sırasının sağ tarafında, Azotla Flor arasında yer almaktadır. Doğal koşullarda Oksijen yakıcı bir gazdır.

Atom numarası 1 olan Hidrojen yanıcı, atom numarası 8 olan Oksijen yakıcı bir gazdır. Her ikisi de biyolojik yapılar için zararlıdır. Oysa gezegenimizdeki yaşamın kaynağı ‘’SU’’ dur. Tam da bu noktada periyodik cetveldeki sırlar ve şifreler devreye girer.

Hidrojen ve Oksijeni belirli oranlarda birleştirebilmek…2 Hidrojen atomu ile 1 Oksijen atomu birleşerek SU molekülü ortaya çıkar. Su, canlılığın ve yaşamın hayati özüdür.

Basit yapılı bir molekül olmasına rağmen, bilim adamları, suyun gizemini hala tam olarak çözebilmiş değiller.

Diyen Kimya Öğretmenimiz Münevver Bac’ın dersleri de oldukça ilginç olmaya başlamıştı.

Köy Enstitülerinin yaşayarak ve yaşatarak öğrenme, öğretme yöntemleri burada da uygulanıyordu. İki saatin nasıl geçtiğini anlamamıştık.

Kimya derslerini de sevdik...

AYÖO ÜNİVERSİTE HAZIRLIK KURSLARI

  17 Haziran 1964 Çarşamba, Ankara... İstanbul Zeytinburnu'nda, güneş ışınları yattığımız odanın perdeleri arasından sızarken uyandı...