15 Haziran 2023 Perşembe

DÜNYANIN SIFIR NOKTASI KONSTANTİNOPOLİS'TE

24 Mart 1962 Cumartesi, İstanbul…

Tarih öğretmenimiz Niyazi Akşit, Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'e ulaşan tüm Antik Roma yollarının başlangıç noktasını dünyanın ''Sıfır Noktası'' olarak tanımlamıştı.

Dünyadaki bütün şehirlerin, Konstantinopolis'e olan uzaklığının hesaplanmasında kullanılan yer ''Sıfır Noktası'' idi. 

İtalya'nın başkenti Roma'da bulunan bir diğer anıt ''Milliarium Aureum''  aynı işlevi görmekteydi. Doğu Roma'nın yeniden inşası ve başkent kimliğini kazanması sürecinde yapılan birçok görkemli anıt gibi, şehre adını veren İmparator I. Konstantin tarafından 4. yüzyılda yerleştirildiği varsayılıyor.

Anıtsal Milyon Taşı dikildiğinde, dört yöne bakan bir kapı ve bu noktada kesişen yolların üzerine yükselen, dört sütun üzerine oturmuş bir kubbeden oluşmaktaydı. 

Bu tür anıtsal yapılar Roma kültürünün önemli öğelerinden biriydi.

16. yüzyılda, İstanbul'a su taşıyan kemerlerin genişletme çalışmaları esnasında yıkılıp, ortadan kaybolmaya başladığını da söylemişti Niyazi Akşit.

İlkokuldan itibaren, tüm öğrenciliğim süresince, eğitim gördüğüm şehirlerle bütünleşmeye ve kültür varlıklarını tanımaya çalışan biri olarak, İstanbul'daki Milyon Taşı'nı görmek için, öğle yemeğinden sonra Millet Caddesi üzerinden Aksaray'a doğru yürümeye başladım.

Aksaray’daki Avrat Pazarı'ndan cariye olarak alındığı rivayet edilen Hürrem Sultan’ın Haseki Külliyesi civarında dolaştım. Gördüm ki, Avrat Pazarı, Arkadius Sütununun süslediği Arkadius Forumu’nun ta kendisiydi.

Ardından, Bayezit Meydanı'na kadar uzanan Ordu Caddesi’ne girdim. Ordu Caddesi’ni takip eden Yeniçeriler ve Divanyolu Caddeleri beni Milyon taşına götürüyordu.

Sultanahmet’e ulaştığımda, Divanyolu Caddesi’nin bitiminde, Yerebatan Sarnıcı Caddesi’ne girişi sağlayan köşede öylece duruyordu Milyon Taşı.

Tam olarak çıkış noktası ise Divanyolu ve Yerebatan Sarnıcı Caddelerinin kesişim noktasında dört yüzlü bir kapı olan ”Sıfır” noktasıydı. 

Doğu Roma tarafından bu taşın yeri, dünyanın ortası sayılmıştı. Bütün mesafeleri buradan başlayarak ölçerlerdi. 

Zamanda yolculuk yaparak, Yeni Roma İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarına kadar gitmiştim bugün. 

Tarihle içiçe yaşamak harika bir duyguydu. Tarih derslerini seviyordum.


14 Haziran 2023 Çarşamba

İSTANBUL ARKADYOS FORUMU VE HÜRREM SULTAN


24 Mart 1962 Cumartesi, İstanbul…

Bugün, zamanda 1500 yıl geriye giderek, Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinopolis'in forumlarından birini tanımak için okul bahçesinden çıktıktan sonra geriye dönüp, okuluma baktım.

Göz alıcı çinileri, mermer merdivenleri, devasa boyutlardaki giriş kapısı, yüksek tavanları, bu yüksekliğe uyum sağlayan Venedik aynaları ve kırmızı halılarıyla bir saray yavrusundan farksız tarihi Çapa Öğretmen Okulu…

Eylül 1961’de mermer merdivenlerini tırmandıktan sonra, çinileriyle ünlü devasa kapısından, okul idaresine kaydımı yaptırmak için girmiştim.

Sımsıcak yuvamız olmuş, hayatımıza mutluluk katmıştı. Bu mutlu yuvada altı aydan daha fazla bir zaman geçirmiştim. Mutlu ve başarılı altı ay…

Zaman ne kadar da hızlı geçmişti?

Gözlerimi okulumuzdan ayırarak, Millet Caddesi’nden Aksaray’a doğru yürümeye başladım. Fındıkzade’yi geçip Haseki’ye ulaştığımda aklıma Kanuni Sultan Süleyman’ın gözdesi Haseki Hürrem Sultan geldi. Avrat Taşı olarak da bilinen Arkadius Sütunu ile dikildiği Arkadyos Forumu'nu anımsamamı sağladı. 

Eğitim biraz da yaşadığımız şehir ya da yöre ile bütünleşmektir.

Sözlerini sürekli tekrarlayan  İvriz’deki Tarih Öğretmenim Hüseyin Seçmen aklımdan geçmişti bir an. Niyazi Akşit de aynı cümleleri yinelemekteydi.

İstanbul ile bütünleşebilmek, tarihini ve havasını soluyabilmek için, 1500 yıl geriye giderek Konstantinopolis’i tanımam gerekiyordu.

Üç imparatorluğa başkentlik yapmış bu gizemli şehirde, her türlü ticari faaliyetlerin kolaylıkla yürümesini sağlayan, coşkulu törenlere olanak sağlayan yollar ve meydanlar dı.

Ana yollar ki İmparatorluk yoluydu, ticari faaliyetleri İtalya’daki Roma Forumu’na kadar ulaştırıyordu. Egnatya yolu olarak tanımlanan bu 1120 km’lik yol İstanbul’un can damarıydı.

Kente Yedikule surlarındaki Altın Kapı’dan giriş yapan birinin göreceği ilk meydan, Cerrahpaşa semtindeki Arkadius Sütununun süslediği Arkadyos Forumu’ydu. Konstantinopolis’in yedinci tepesinde, 5. yüzyıl başlarında inşa edilen forumlardan biriydi.

Arcadius ya da Arkadyos M.S.  383-395 yılları arasında Babası I. Theodosius’la birlikte Doğu Roma İmparatoruydu.  M.S. 402 yılına  kadar da  tek başına hüküm süren Arkadyos, M.S. 402 yılında oğlu II. Theodosius’u yönetimine ortak etmişti.

Arkadyos Sütunu. İnşa edildiği 5. yüzyılda kentin ana aksını oluşturan İmparator Yolu üzerindeki görkemli anıtlardan biriydi.

Arkadius Sütunu, öncülleri Roma’da bulunan, kentin başkent kimliğini ön plana çıkaran, zafer sütunu ya da anıtsal sütun olarak nitelendirebileceğimiz bir yapı/anıt tipiydi.

Arkeolojik araştırmalara göre Arkadius Sütunu 400-404 yılları içerisinde inşa edilmiş, 421 yılında da heykel sütunun üzerine bir törenle yerleştirilmiş, forum ise nihai halini ancak II. Theodosius zamanında 453 yılında almıştı.

Arkadius Forumu’nu oluşturan diğer yapılar zaman içerisinde yok olsa da bölgedeki ticari işlev Osmanlı döneminde pazar günleri sütunun dibinde kurulan, alıcı ve satıcıları büyük ölçüde kadınlardan oluşan Avrat Pazarı ile sürdürülmüştü.

Avrat Pazarı, bulunduğu mahalleye adını verecek ölçüde büyümüş ve ünlenmişti. 

Hatta kimi seyyahların tanıklıklarından anlaşıldığı üzere hem pazarı hem de mahalleyi tanımlar biçimde, Arkadius Sütunu da Avrat Taşı olarak anılmıştı. 

Doğu Roma tarihini okurken Avrat Pazarı ve bu pazarda satılan kadın köleler-cariyelerden söz edildiğini duymuştum. Bazı rivayetlere göre, Avrat pazarında satılanlardan biri de Hürrem Haseki Sultan’dı.

 Osmanlı Padişahlarından çocuk doğuran cariyelerine verilen addı Haseki. Padişahların birden çok Hasekisi olabiliyordu. Hasekilerden en gözdesi erkek çocuk doğuran, bir bakıma yeni veliahdın annesi olan cariye idi.

Semte verilen Haseki adı Hürrem Sultan’ın kurduğu Haseki Külliyesi’nden gelmiş olmalıydı. Özgür ve Haseki Hürrem Sultan olarak Haseki Külliyesi’ni yaptırmak istemiş, Sultan Süleyman tarafından bu istek anında yerine getirilmişti.

Külliyelerde ilk yapı cami ki, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki ilk eseri olan ‘’Haseki Sultan Camii’’ yapılmıştı.

Evliya Çelebi’ye göre, “Şehzadeler annesi Haseki Sultan Camii” Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan’a gösterdiği bir zarafettir.

Camiden sonra, Sinan klasiği olarak, medrese ve sübyan mektebi dahil olur külliyeye. Üstelik aşhane ve şifahane ekleyerek…

Kadın Şefkatinin Sembolü olan Haseki Darüşşifası İnşaatı 1550 yılında tamamlanır ve 1843 yılında da kadınlara tahsis edilir.

Bu tarihten sonra; kimsesiz, bakıma muhtaç, evsiz barksız hasta ve çaresiz kadınları tedavi eden bir kadın hastanesi olur.

Haseki Külliyesi’nin şöhreti Avrat Pazarı adının “Haseki” adıyla anılmasını sağlar. Mart 1880’de hastanenin yönetimi Şehremaneti’ne (belediye) devredilmişti.

Bir hayli aradıktan sonra bulduğum Arkadyos Sütunu, Cerrahpaşa’daki iki bina arasına arasına sıkışıp kalmış, neredeyse amorf bir kütleye dönüşen bir kalıntı haline gelmişti.

Üç imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul'un önemli tarihi anıtlarından birini bu durumda görmek üzdü beni... 

9 Haziran 2023 Cuma

ATATÜRK VE MANASTIR TÜRKÜSÜ

 

21 Mart 1962 Çarşamba, Çapa…

Bugün Müzik Semineri arkadaşlarımla birlikte, Harbiye’deki İstanbul Radyosu’nda, Atatürk’ün çok sevdiği Rumeli Türküsü ‘’Manastır’’ seslendirilecek.

Hepimiz heyecanlıyız. Yaklaşık bir aydır Müzik Semineri öğrencileri çok sesli korosu olarak Manastır Türküsü ‘nü hazırladık.

Çok sesli koro için 1959 yılında Müzik Öğretmenimiz Ekrem Zeki Ün tarafından bestelenmişti Manastır Türküsü.

Ekrem Zeki öğretmenimiz, şubat ayının ikinci haftasında, Manastır Türküsü ve çok sesli müzik konusunda bizleri aydınlatma yolunu seçti.

Neden çok sesli Müzik?

Sorusunu iyi anlamamız gerekir ki demokrasi kavramını da anlayabilelim.

Diyen öğretmenimiz açıklamalarını sürdürmüştü.

Batı müziğinin en belirgin niteliği çok sesliliktir çünkü, Batı Toplumu da çok seslidir. Değişik insan sesleri, değişik enstrümanlar, bir orkestranın bünyesinde bütünleşir.

Farklılık ve çeşitlilik zenginliktir. Değişik enstrümanlar dan gelen sesler ve çok sesli müziğin birimleri, genel bir amaçta buluşur.

Enstrümanlar ve bireyler kendi içinde bağımsızdır ama daha zengin bir bütüne varmaya, orkestra eseri olmaya gereksinim duyarlar. 

Değişik sesler ve farklı notalar farklı enstrümanlarda bir orkestra şefinin, bir yönetmenin çabasıyla uyuma kavuşur, zenginleşir.

Enstrümanlar ve kullanıcıları bir takım oyunu içinde bulunduklarını asla unutmazlar. Takımın uyumu içindeki farklılıklar muhteşem bir zenginlik yaratır.

Toplumlar da öyledir. Demokrasi de bir takım oyunudur. Farklı görüş, düşünce, etnik köken ve inanış birlikte, uyum içinde çalışarak zenginlik yaratırlar.

Ulu önder Atatürk bunun farkına varmıştı. Çok sesli müziği teşvik etmiş ve devlet politikası haline getirmişti.

Orkestra şefinin, takım kaptanı ‘nın çok sesliliği bastırmadan orkestrayı yönetmesi gerekiyordu. Siyasi liderler de bunu yapmalıydı.

Köy Enstitülerinde bu uyum sağlanabildiği için başarı da sağlanmıştı.

Değişik sesleri bastıran bir orkestra şefi, iyi bir yönetici değildir. Onun işlevi ve görevi, bu sesleri uyuma kavuşturmaktır. Siyasi liderler de bunu yapmalıdır.

Çok sesli müzik eğitimi, aynı zamanda senkronizasyonu da öğretir.

Müzikle uygarlık arasındaki sıkı ilişkiyi;

Yaşam biçimini belirleyen değişmez, vazgeçilmez kurallardan biri olarak saymak gerekir.

Bizdeki liderleri tek sesli müzik alışkanlığı ile, bir orkestra şefinden çok elinde def’le fasıl idare eden birileri olarak görmeye başladık.

Bu durum Cumhuriyetin bunca yıllık  uygarlık çabalarını görmezlikten gelmektir. Siyasi liderler çok sesli müzik kültürlerini gözden geçirmeli, çok sesli müzik etkinliklerine katılacak zaman ayırmalıdırlar.

Manastır Türküsü, Mustafa Kemal’in en sevdiği Rumeli türkülerinden biridir.

Bilindiği üzere Mustafa Kemal Selanikli ’dir. Ayrıca Makedonya – Manastır’da, Harb Okulunda okumuştur. Manastır avlusundaki havuz ve çeşmesinin anıları Mustafa Kemal için derindir.

Manastırın ortasında var bir havuz
Canım havuz
Bu yurdun kızları hepsi de yavuz
Biz çalar oynarız
Bu yurdun kızları hepsi de yavuz
Biz çalar oynarız

Manastırın ortasında var bir çeşme
Canım çeşme
Bu yurdun kızları hepsi de seçme
Biz çalar oynarız
Bu yurdun kızları hepsi de seçme
Biz çalar oynarız

Millî Mücadele yıllarında Ankara Tren Garı’nın yönetim binasını karargâh olarak kullanan Mustafa Kemal’in yanına üvey amcasının kızı Fikriye gelir.

Fikriye Mustafa Kemal’e aşıktır. Bu iki katlı soğuk taş yapıyı sıcacık bir yuvaya dönüştürür. Yorgun düşen ve hastalanan Mustafa Kemal’e günlerce bakar.

Yönetim binasından piyano sesleri yükselmektedir. Fikriye Hanım hünerli parmaklarıyla paşasına çok sevdiği manastırın ortasında var bir havuz türküsünü sıkça çalmaktadır ki gönlü ferahlasın.

O fikriye hanım ki Mustafa Kemal’in yanında bir gölge gibi yaşayıp bir sır gibi ölen genç bir kadındır. Özet olarak Manastır Türküsü bir platonik aşk hikayesidir aynı zamanda.

Çok sesli müzikle uygarlık arasındaki sıkı bağları özenle anlatan Ekrem Zeki Ün ilk hafta koro şefi olarak bizi çalıştırdı. Ardından Kadir Karkın arkadaşımızı koro şefi olarak görevlendirdi.

Manastır Türküsü ve Fikriye Hanımın romantik aşk hikayesi hepimizi etkilemişti. Kadir arkadaşımızın yönetiminde iyi bir uyum sağlamış ve öğretmenimiz tarafından da beğenilmiştik.

İstanbul Radyo evindeki konserimiz de oldukça başarılı geçti. Bu olumlu gelişmeden sonra Kadir Karkın arkadaşımız, benim de içinde bulunduğum bir oda orkestrası oluşturdu…

7 Haziran 2023 Çarşamba

1961-62 İKİNCİ YARIYIL DERSLERİ BAŞLADI



5 Şubat 1962 Pazartesi, Çapa…

Mavi çinileri, Venedik aynaları ve yüksek tavanlarıyla bir sarayı andıran anıtsal binanın önündeki alanda yatılı öğrenciler bayrak merasimi için eksiksiz yerlerini almışlardı.

Devasa giriş kapısının önünde, mermer merdivenlerin üstünde okul bandosu da yerini almıştı. Trombon çalıyordum. İvriz’deki okul bandosunda akordeon çalmıştım.

Az sayıdaki gündüzlü öğrenciler, genellikle, bayrak merasiminden sonra gelirlerdi.

Ben yine de Betül ile Gülay’ı aradım merasim alanında. Gelmemişlerdi…

Merasimin sona ermesiyle birlikte yarıyıl tatili de sona erdi.

Dersin başlamasına yarım saat vardı. Bandodaki arkadaşlarımla birlikte enstrümanları müzik odasına bıraktık.

Sınıf defterini almak üzere idareye gittiğimde okul müdürümüz hafifçe koltuğundan kalktı. Hâl hatır sordu. Karne notlarımın 8 ve üzerinde olduğunu öğrenince de yüzü aydınlandı.

Ders zili çaldığında yoklama defterine o günkü dersleri yazdıktan sonra yoklama yapıyordum kapıdan ki Gülay’la Betül girdi.

Betül’ü görünce bedenimdeki bütün kimyasallar harekete geçti, kalbimin ritmi arttı ve adeta ayaklarım yerden kesildi.

Ben bu kıza âşık olmuştum ama onun bundan haberi yoktu. Gerçi Gülay biraz sezinler gibi olduysa da renk vermemiştim. Gülümseyerek yerine geçip oturdu.

İlk iki saatimizde rakamların dilinden ve evrenselliğinden söz eden Matematik öğretmenimiz Tevfik Aras’ındı.

Sonraki iki saatimizde evreni oluşturan maddenin, galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin ve doğal olarak yaşamın oluşumunun şifreleri üzerinde bilgiler veren Kimya öğretmenimiz Münevver Baç’ın dersi vardı.

Her iki ders de favorilerim arasındaydı.

Şubat tatilinde birinci dönem konularını gözden geçirme fırsatı bulmuştum. Hatta Aksaray’da oturmakta olan Gülay’lara da birkaç kez giderek Matematik çalıştırmıştım. Matematik dersi konularına iyice hâkim olmuştum.

Bugün Betül’ün keyfi yerindeydi, haliyle benim de keyfim yerine gelmişti. İkinci teneffüste yanlarına giderek şubat tatili izlenimlerini sordum.

Resim sergilerinin yanı sıra bazı müzeleri gezdiğini ve Beşiktaş’taki Tatbiki Güzel Sanatlar Akademisi ile ilgili bilgi topladığını, bu amaçla gezdiğini söyledi. Bazı arkadaşlar da edinmişti.

Resim Seminerinde olan Betül geleceğini çizmeye çalışıyordu. Sen neler yaptın Akıncı? Sorusuna sinemadan ‘’Üç Tekerlikli Bisiklet’’ filminden, Zeytinburnu gecekondularından ve derslerden söz ettim,

Öğle yemeğine kadar olan dersler büyük bir keyifle geçti. Öğle arasında hasret giderenler vardı. Şekip ile Lütfiye’nin, sonraki yıllarda evlilikle sonuçlanacak, oldukça romantik bir arkadaşlıkları vardı. Bir araya gelebilmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlardı.

Yunanistan’ının Batı Trakya bölgesinde yaşayan Türk toplumu Lozan Antlaşması’nın azınlıklarla ilgili hükümleri çerçevesinde anadilinde eğitim hakkından yararlanmaktaydı. Anadilde eğitim hakkı nedeniyle Çapa Öğretmen da Okulu kontenjan tanımıştı.

Batı Trakya Türk azınlığı kontenjanından sınıfımızda bulunan İzzet oldukça yakışıklı bir arkadaşımız. Kızlar yatakhanesinden sızan bilgilere göre, başta Nezahat olmak üzere kızlar, İzzet’le arkadaşlık için yarışıyorlardı.

Öğleden sonra Tarih ve Coğrafya vardı. Tarih derslerinde Erol Güven favori arkadaşlarımızdan biri. Sıkça parmak kaldırıp, biraz da süsleyerek tarih konularını renklendiriyor.

Coğrafya öğretmenimiz Muzaffer Hanım d beni favori görenlerden. Çapa Öğretmen Okulu’na gelinceye kadar Maraş Elbistan köyleri, Çukurova pamuk tarlaları, Ceyhan, Osmaniye, Tarsus, Mersin, Niğde Bor, Niğde Misli Köyü ve Bulgaristan Karagözler Köyü bilgi dağarcığımda yer aldığından bu derste de ben aktiftim.

Yazılı kağıtlarımdaki bilgiler tam olmasa da Muzaffer Hanım her zaman tam not veriyordu.

Günümüzü dersler, tatil anılarını anlatıp dinlemekle, romantik aşıkların kavuşma sevinçleriyle doldurarak tamamladık…

Sırça sarayımız olan Çapa Öğretmen Okulu'nda yeniden derslere başlamış olmak harika bir duyguydu.


28 Mayıs 2023 Pazar

İSTANBUL ZEYTİNBURNU GECEKONDULARI


28 Ocak 1962 Pazar, Zeytinburnu…

İçinde huzur bulduğum, çinileriyle ünlü, bodrum katındaki okul kütüphanesindeyim.

Her zaman olduğu gibi, bir süre sessizliğini dinliyorum. Ardından anı defterimi açarak, geçen bir haftanın özetini yazmaya başlıyorum.

*****

İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'ndaki ilk yarıyıl tatilimin bir haftası göz açıp kapayıncaya kadar geçti.

Bu süre içinde, keman ve piyano çalışmalarımın yanı sıra diğer derslerimi de gözden geçirdim. 

26 Ocak Cuma günü, Maçka İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci İşlerinde çalışan Mustafa dayımı ziyarete gitmeye karar verdim.

Sabah kahvaltısından sonra, Boynuzlu otobüslerden biriyle, önce Eminönü sonra da Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Maçka Parkı içinden geçerek Maçka Teknik Üniversitesi’ne ulaştım.

Güleryüzle karşılayan dayım ‘’hoş geldin Mehmet, çok mutlu oldum.’’ Deyip beni yanaklarımdan öptükten sonra ‘’Lütfen biraz otur. Birkaç öğrencinin sorunlarını çözmem gerekiyor. Sonra yemeğe gideriz.’’

Öğrencilerin sorunlarını çözdükten sonra yemekhaneye götürüyor beni. Yemeğimizi yerken okulla ilgili bilgi veriyor dayım.

İstanbul Teknik Üniversitesi Osmanlı döneminde batılı anlamda mühendislik eğitimi vermek için 1773’te Mühendishane-i Bahr-i Hümayun (İmparatorluk Deniz Mühendishanesi) adıyla kurulmuş.

Osmanlı’nın batı referanslı ilk eğitim kurumlarından biri olup Dünya’nın en eski teknik üniversitelerinden biridir. Gemi inşaatı ve deniz haritalarının yapılması konusunda uzman personel yetiştirmekte.

Yemekten sonra izin isteyip ayrılırken ‘’yarın eve beklerim Mehmet’’ Demişti.

*****

Dün, öğle yemeğimi okulda yedikten sonra, bindiğim otobüslerden biriyle, saat 15,00 civarında Zeytinburnu’ndaydım.

Dayım öğleye kadar çalışıyordu. Eve gelmiş olmalıydı. Acele etmeden, Mersin’deki ilk gecekondulardan biri olan Göçmen Barakalarına benzettiğim, Zeytinburnu sokaklarında dolaştım biraz.

Daha önceki anılarımda da değindiğim gibi, Zeytinburnu yerleşkesi İstanbul’un en büyük gecekondu semtlerinden biriydi.

Zeytinburnu bölgesinin, nüfus yoğunluğuna özgü, en önemli özelliği içerisinde önemli ölçüde Balkan kökenli Türk göçmenleri barındırmasıydı.

Balkan göçmenlerinin en önemli özelliklerinden biri de gecekondularını avlu içine yapmış olmalarıydı. Bir süre sonra da, avlu içinde, yemiş ağaçları ve değişik isim ve renkteki çiçeklerin yer alırdı.

Göç ve çarpık kentleşmeyle ortaya çıkan gecekondular İstanbul’u çok değiştirdi. Demişti tarih öğretmenimiz Niyazi Akşit İstanbul ile ilgili bazı anılarını anlatırken.

Çapa Öğretmen Okulu binasında olduğu gibi, Mimari yapısıyla her zaman göz dolduran bu anakent, zamanla gecekondulaşmayı kabullenmişti.

Gecekondulaşmadan önceki durumu ortaya koymak için “Eski İstanbul” gibi bir tanımlama ortaya çıkmıştı.

Gecekondu bölgesi olarak bilinen pek çok yer zamanla anakentin ilçelerinden biri olmuştu. Çeliktepe, Esenler ve Zeytinburnu bunlardan bazılarıydı.

Mersin Göçmen barakalarında, dışlanma ve ezikliği yenebilmek için, imece usulü devreye girmişti.

İşe gidenler ya da iş arayanlar çocuklarını rahatlıkla komşularına emanet edebiliyorlardı. Evinde çorba pişiren bir aile komşusuna da bir tas ikram edebiliyordu.

Aynı uygulamanın Zeytinburnu gecekondularında da sürdüğünü gördüm bu ikinci ziyaretimde.

Zeytinburnu gecekondularının ara sokaklarında dolaşırken Çukurova’daki mevsimlik işçilik dönemiyle Mersin’deki ilkokul dönemi gözlerimin önünden geçti.

Zeytinburnu, Mersin göçmen barakalarına göre daha konforlu gelmişti bana.

Eve ulaştığımda dayım işten dönmüştü. Yüzünde yayılan bir gülümseme ile ‘’hoş geldin Mehmet, halan çay demlemiş. Yanına da akıtma yapmış. Seversin diye düşündüm.’’ Dedi.

Halamla eniştemin ellerini öptüm. Henüz 12 yaşında olan kuzenim Fatma’yı da yanaklarından öptükten sonra yer sofrasına oturduk.

Dayımların Zeytinburnu semtindeki gecekondusu yaklaşık 30 metrekarelik bir avlu içinde bir hol ve içiçe iki odadan oluşuyordu.

Giriş holünden sonraki oda hem oturma hem yemek hem de yatak odası olabiliyordu. Şömine bu odada bulunduğundan eniştemle halam bu odada yatıyorlardı.

İçerideki oda daha çok Mustafa dayım için ayrılmış gibiydi. Çalışmalarını bu odada sürdürüyordu. Kardeşi Fatma ile bu odada yatıyorlardı.

Çay eşliğinde akıtmaları yedikten sonra dayımın çalışma odasına geçtik. Gözden geçirmesi gereken birkaç işlemden sonra ‘’anlat bakalım yeğenim. Okuluna alışabildin mi, keman çalışmaların nasıl gidiyor, bir sıkıntın ya da ihtiyacın var mı?’’ sorularına olumlu yanıt verdikten sonra ‘’haydi çıkıp biraz dolaşalım’’ dedi.

Zeytinburnu gecekondularının ara sokaklarında dolaştık bir süre. Dolmuşların işlediği anayollar nispeten çamurdan uzaktı. Ara yollarda hala çamur ve su göletleri olmasına rağmen bazı yerler kurumuştu.

Küçük su göletleri üzerinden atlayarak kuru yerlere ulaşmaya çalışırken bir taraftan da Çukurova’daki mevsimlik işçilik dönemi üzerinde konuştuk.

Ardından Mersin’deki ilkokul dönemini, Göçmen barakaları arasında ayakkabıların yapışıp kaldığı çamuru anlattım.

Eve döndük. İşten gelirken günlük bazı gazeteleri getirmişti. 27 Mayıs 1960 darbesinde görevlerinden uzaklaştırılan 147’lerin Üniversitelere dönmelerine izin verilmişti.

İstanbul Maçka Teknik Üniversitesi’ne de geri dönenler olmuştu. Geri dönenler üzerinde konuştuk bir süre.

Akşam yemeğinden sonra radyoda bir süre haberleri dinledik. Saat 22,30 civarında ‘’yatalım yeğenim. Fatma bu gece anamla babamın yanında yatacak, sen benimlesin.’’ Dedi.  

Dayımın odasında bir gece konaklamak zorunda kalınca sıkıntı verdiğim duygusuna kapıldım. Yarın okula dönmeliyim.

Gece yerimi yadırgadıysam da uyudum. Biyolojik saatim beni 06,30’da uyandırdı.

Gözlerimi tavana diktim, zamanda geriye yolculuk yaptım. 1951 yılı mart ayına gittim.

Babam gönüllü ve serbest göçmen kaydıyla Türkiye göçü için pasaport almıştı. Birden, aradan 11 yıl geçtiğinin farkına vardım. Aradan geçen 11 yıla neler sığmamıştı ki...

Elbistan Alevi Kürt Köylerinde birkaç ay, Çukurova pamuk tarlalarında mevsimlik işçilik dönemi, Adana Düziçi Osmaniye Köyü'nde konaklama sonrasında Niğde Merkez Köyü Misli'de kendimiiz bulma...

İlkokulu 5 değişik şehirde okuyarak bitirmiş, İvriz Öğretmen Okulu’nda üç yıl okumuş ve İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Müzik Semineri öğrencisi olmuştum. 11 yıllık süreye ne kadar çok şey sığdırmıştık.

Yaklaşık iki saat geçmişe yolculuk yapmıştım ki dayım kalktı. Halamla eniştem de kalkmışlardı. Bizi görünce kuzenim Fatma da gözlerini ovuşturarak kalktı.

Geçen gelişimde pek dikkatimi çekmemişti. Sabah kahvaltısında enişteme bir dilim beyaz ekmekten fazla yememesi uyarısı yapıldı sıkça.

Neden böyle bir uyarı yapıldığını sordum. Dayım iki dilim beyaz ekmek iki çorba kaşığı toz şekerinden daha tehlikeli. Kan şekerini aniden arttıran etkenlerden biri fazla yenilen beyaz ekmeklerdir. Babamda şeker hastalığı başlangıcı var. Yememesi gerekiyor. Dedi.

Sabah kahvaltısından sonra bir süre radyodan yurttan sesleri dinledik. Kendileriyle zaman geçirmekten çok mutlu olduğumu söyledikten sonra okula dönmeliyim. Dedim.  

‘’Hadi öyleyse, motosikletle Londra asfaltında bir tur atalım. İstersen seni okuluna da bırakabilirim.’’  Deyince halamla eniştemin ellerinden, kuzenimin yanaklarından öperek evden çıktık.

Küheylanım dediği motorsikletiyle, Londra asfaltında bir süre dolaştıktan sonra, beni okuluma bıraktı.

Dayımın küheylanını sevmiştim...



ÇEMBERLİTAŞ ŞAFAK SİNEMASI'NDA 3 TEKERLEKLİ BİSİKLET


22 Ocak 1962 Pazartesi, Çapa İstanbul…

Çapa Öğretmen Okulu yarıyıl tatilinin üçüncü günü akşam yemeği sonrası, huzur bulduğum çinili kütüphanedeyim. Anı defterimi açtım, günün özetini yapmak istiyorum. Huzur bulduğum kütüphanedeki sessizliği bir süre dinledikten sonra yazmaya başlıyorum.

*****

Sabah kahvaltısına indiğimde, yarıyıl tatilinde okulda kalan Ali Özocak, Şekip Oğuz, İbrahim Kazan, Eşref Aykan ve Halit Armutlu  kahvaltılarını bitirmek üzereydiler. Yanlarına oturdum. Muhabbeti koyulaştırdık bir süre. 

Ardından arkadaşlar özel uğraşları için dağıldılar. Ben de müzik odasına inerek piyano ve keman çalışmalarımı sürdürdüm.

Öğleden sonra okulda kalan arkadaşlarımla, sanatsal bir etkinlik olsun diye, ''3 Tekerlekli Bisiklet'' filmini izlemek için, Çemberlitaş Şafak Sinemasına gittik. 

Sinema salonu girişindeki tanıtım afişlerini gözden geçirdikten sonra, içeri girdiğimizde geniş bir dinlenme alanı bizi karşıladı. Merdivenlerden indiğimiz sinema salonu, okulumuzdaki gibi, yüksek tavanlı ve geniş ve ferahtı. 1350 kişilik kapasitesi olan sinema salonu, okulların tatil olması nedeniyle,  bütünüyle dolmuştu.

Işıklar kapandı, gelecek filmler özeti verildikten sonra Üç Tekerlekli Bisiklet Filmi başladı.

1950’li yıllara değin tiyatrocuların egemenliğinde kalmış olan Türk sinemasının, tiyatrodan bağımsız hale gelmesini sağlayan en önemli isimlerden biri Ömer Lütfi Akad’ın ‘’Üç Tekerlekli Bisiklet’’ adlı filmi, köyden kente göçü ve olumsuz sonuçlarını anlatan bir baş yapıttı.

Başrollerinde Ayhan Işık ve Sezer Sezin vardı. Filmin son bölümleri Memduh Ün tarafından tamamlanmış olsa da daha çok Ömer Lütfi Akad’a mal edilen bir film olduğunu duymuştum.

Bir cinayet sebebiyle aranan bir adamın, sığındığı evde sünnet çağındaki çocuğuyla yaşayan kadınla yakınlaşmalarını ve giderek aşka dönüşen ilişkilerinin  hikâyesinin anlatıldığını söylemişlerdi filmi daha önce izleyenler.

Filmin başlamasıyla birlikte karşımıza çıkan mahalle, 1962 yılı İstanbul’unun çeperinde kalmış bir gecekondu semtiydi.

Birbirinin içine geçmiş, belirli bir planı olmayan tek katlı evlerin kümelendiği bir yer görülüyordu. Yaşayan halkı da Zeytinburnu’nda olduğu gibi, İstanbul’a yeni göç etmiş taşralılardı.

Mersin’de iki yıl süreyle yaşadığımız, Teneke Mahallesi olarak da bilinen Göçmen barakaları da böyle değil miydi?

Filmin geçtiği mekân, 1950-1960’lı yıllarda hızla göç alıp, plansız şekilde büyüyen İstanbul’un bir semtiydi.  

1950’li yıllarla başlayan kırdan kente göç etkisini en çok İstanbul’da göstermişti.

Bu göç kervanına katılan ailelerden biri de, Zeytinburnu gecekondularından birinde yaşayan Dayım Mustafa Uslu, kız kardeşleri, halam ve eniştemdi.

İstanbul’un nüfusu hızla artarken bu yığını içine alabilecek konut arzı yoktu. Hızlı ve çarpık bir gecekondulaşma başlamıştı.

Bu gecekondulardan birinde yaşayan, Sezer Sezin’in oynadığı, Diyarbakırlı Hacer ile sünnet çocuğu oğlu Hasan'dı. Beyaz perdedeki görüntüler beni iyiden iyiye perdenin içine çekmişti. Perdenin içinde olayları izleyen bir gözlemciye dönmüştüm.

Hava kararmış, el ayak çekilmişti. ortalık sakinleşti derken, kendisini öldürmek isteyen, peşindeki adamlardan kurtulmak amacıyla sığınacak bir yer arayan  yaralı bir adam, Ayhan Işık tarafından canlandırılan Ali, kim olduğunu bilmeden Hacer’in kapısına dayanır.

Başı inşaat mafyasıyla derde girmiş olan sütçü Ali, satmak istemediği mandırasının kundaklanması üzerine, inşaat patronlarından birini öldürmüş olup, kaçmaktadır.

Hacer, örfünün gereği, dara düşüp evine sığınan Ali’ye kapısını açar.

Gurbete çalışmaya giden kocasından bihaber Hacer, küçük çocuğu Hasan'la birlikte yaşayan yalnız bir kadındır.  Çamaşırcılık yapıp hayata tutunmaya çalışan Hacer'in  başı da, kiracısı olduğu ev sahibiyle derttedir.  

Hacer, yaşadığı evin, bir süredir, kira borcunu ödeyememiştir. Art niyetli bir adam olan ev sahibi, kocasının yokluğunda Hacer’i elde etmek ister.

Hacer’in, baba özlemi çeken sünnet çağındaki oğlu Hasan, kazara gördüğü Ali’yi babası sanır ve olaylar bu şekilde gelişir. Hacer, oğlu üzülmesin diye, korumaya aldığı Ali'nin erçek babası olmadığını söyleyemez.

İnşaat Mafyası adamlarının aradığı Ali, hacer ve oğluna sahip çıkar. Ev sahibine borcunu öder, üstelik Hacer'in çevresinde dolaşmaması için oyuncak tabanca ile tehdit eder. 

Hacer'in evinde dirlik düzen kurulmuş, oğlunun sünnet düğünü yapılmış, sünnet çocuğu Hasan'a hediye olarak üç tekerlikli bir bisiklet alınmıştır Ali tarafından. 

Filmin de adını belirleyen bisiklet, Ali İle Hacer arasındaki bağları iyice kuvvetlendirir.

Hacer'in, başta tereddüt ederek evine kabul ettiği adam Ali ile aralarındaki ilişki, zamanla bir aşka evrilir. 

Melodram kalıpları içinde başlayan film, giderek toplumsal dokuya sahip bir eser haline gelmiştir.

Orhan Kemal’in edebi metni Vedat Türkali ve Lütfi Akad’ın toplumcu bakış açısıyla birleşerek dönemin hızla taşralaşan İstanbul gerçekliğini yansıtan belge nitelikli bir uyarlamaya dönüşmüştü.

Filmi izlerken biraz da, kendi yaşam hikayemizi gördüm Üç Tekerlikli Bisiklet'te...





BİRİNCİ YARIYIL TATİLİNDE ZAMANDA GERİYE GİTMEK


20 Ocak 1962 Cumartesi, Çapa…

Öğleden önce birinci dönem karnelerimiz dağıtıldı, bayrak merasiminden sonra da yarıyıl tatiline girdik.

Müzik ve Resim derslerinden 8, diğer bütün derslerden tam not 10 almıştım. Çok mutluydum.

Aileleri İstanbul’a yakın olan yatılı öğrenciler pazar günü okuldan ayrılacaklar. Ailem Tarsus Turan Emeksiz Ağaçlama sahasında olduğundan, hem ulaşım oldukça zor hem de ekonomik yönden bütçemizi zorlayacaktı. Okulda kalmaya karar verdim.

Derslerimi gözden geçirebilir, Zeytinburnu gecekondularında yaşayan Mustafa dayıma uğrayabilir hem de İstanbul’u biraz gezebilirim diye düşündüm.

Çinileriyle göz kamaştıran okul kütüphanesine indim. Son derece sessiz olan bu mekânda kafanızı ve gönlünüzü dinlendirmenin yanı sıra, tarihin derinliklerinde yolculuk yapmanızı sağlayan bir havası da vardı.

Anı defterimi açıp tarih attıktan sonra giriş bölümüne,

‘’Harikasın Akıncı. Hayallerinin peşinde koştun ve Bulgaristan’ın Karagözler Köyü’nden İstanbul Çapa Öğretmen Okulu’na gelebildin. İstanbul’da 3 yıl okuma şansını yarattın.’’

Diye yazdım...

1951 yılı nisan ayının son haftasında Bulgaristan’dan başlayan göç hareketinden neredeyse 10 yıl geçmişti.

Bir filim şeridi gibi, hızla gözlerimin önünden geçti.

Gönüllü ve serbest göçmen olarak geldiğimiz için bütün mal varlığımız bedelsiz olarak Bulgaristan yönetimine kalmış, Türk Hükümeti’nden de bir talebimiz olmamıştı.

Anama ince hastalık teşhisi konulması nedeniyle babamla birlikte 2 ay Edirne göçmen misafirhanesi sağlık birimlerinde kalmış, Halil dedemlerle Maraş Elbistan Karahasanuşağı Köyüne gitmiştik kardeşim 5 yaşındaki Mustafa ve 2 yaşındaki Şaban ile.

İki ay sonra anamla babam geldiğinde Şaban hastaydı. Ailemize Hasanköy-Hasanalili Köyü görünmüştü.

Bulgar asimilasyonu nedeniyle Karagözlerden koparıldığımız gibi burada da aileler birbirinden koparılmış, her ne hikmetse her köye bir aile verilmişti.

Yerleşmemizi istedikleri bu köylerde Alevi Kürtleri yaşamaktaydı. Bizler Sünni Müslümanlardık.

Gelenek ve göreneklerimiz farklı olduğu gibi bu dağ köylerinde iş de yoktu. Bu arada kardeşim Şaban’ın vefat etmesi acılarımızın üstüne tuz biber ekmişti.

Elbistan köylerinde kalamazdık. Pamuk tarlalarında çalışmak üzere mevsimlik işçi arayan bir işçöi temsilcisi (elçi) ile anlaşarak bütün Karagözlüler Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gitmiştik.

Kasım ayı sonlarına kadar pamuk toplama ve yer fıstığı üretiminde çalıştıktan sonra kışı Adana Düziçi Yeşilova köyünde geçirmiş, 1952 haziran ayında Niğde Misli Köyüne göçmüştük.

Devlet 5 yıl aralıksız kullanmak koşuluyla mülkiyetsiz tarla vermiş, ilk buğday ekim sonrası hüsranla sonuçlanmış ve babam tekrar Çukurova’ya günlük işçi olarak çalışmaya gitmişti. Mustafa ile ben de Misli İlkokulu’na kaydımızı yaptırmıştık.

İkinci sınıfa geçtiğimiz yaz ayında Adana Osmaniye kazasına göç etmek zorunda kalmış, ikinci sınıfı okuduğumuz Osmaniye’de anamın nükseden hastalığının tedavisinin Mersin’de süreceğinin anlaşılması üzerine oraya göçmüştük.

İlkokul üçüncü ve dördüncü sınıfı okuduktan sonra, mülkiyetsiz tarlalarımızı kurtarmak için Niğde’ye geri dönmek zorunda kalmıştık.

Köyde ot, ocak olmadığından Bor Kazasına yerleşmiş, babam bir meyve bahçesinde mevsimlik işçi olarak çalışırken kardeşimle ben de yaz aylarında simit satmış ve 29 Ekim İlkokulu’nda beşinci sınıfa başlamıştık,

Ne var ki yetkililerin direnmesi üzerine Misli Köyü’ne geri dönmek ve ilkokul beşinci sınıfı köyde bitirmek zorunda kalmıştık.

Babam da bizi köye bıraktıktan sonra nafakamız için Mersin’e geri dönmüştü.

İlkokulun bitmesi sonrasında gönlümün bir tarafına taht kurmuş olan Bayezid öğretmenimin yardımı ve Osman’ımın Pantolon parası ile İvriz Öğretmen Okulu sınavlarına girmiş, üç yıl sonra da kendimi İstanbul’da bulmuştum.

Oldukça zorlu geçen bu 10 yıllık sürede kendi şansımı kendim yaratmış ve yaratmaya devam edecektim.

Biliyordum ki,

‘’Şans, hazırlıklı olarak fırsatla karşılaşmaktı.’’

Ben de hayallerime ulaşmak için sürekli hazırlanıyordum.

Geçmiş 10 yılın özetini yapıp yazdıktan sonra müzik odasına inerek bir süre keman çaldım.

Keman çalmak beni mutluluğumun zirvesine çıkardı...


24 Mayıs 2023 Çarşamba

İSTANBUL GÜLHANE PARKI


3 Aralık 1961 Pazar, İstanbul…

Dün Gülhane Parkına gitmiş, gitme gereğini duymuştum.

Duymuştum çünkü geçtiğimiz hafta içinde Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit ‘’Gülhane Hattı-ı Hümayunu’’ olarak bilinen Tanzimat Fermanı’nı anlatırken Topkapı Sarayı eklentilerinden biri olan Gülhane Parkını öyle bir anlatmıştı ki mutlaka görmeliyim. Demiştim.

Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca devletin idare merkezi ve padişahların aileleriyle yaşadığı bir mekân olan Topkapı sarayını tanımak, biraz da imparatorluğu tanımak anlamına geliyor. Demişti tarih öğretmenimiz.

Değişik dönemlerdeki sultanların ilgi ve çabalarıyla yaptırılan eklentiler ve eskilerin yenilenmeleriyle Topkapı Sarayı görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanmıştı. Sarayın eklentilerinden biri de Gülhane Bahçesi/Parkı olmuştu.  

3 Kasım 1839 da Saray eklentileri içerisinde yer alan Gülhane Bahçesinde okunan bir Hatt-ı Şerif ile Tanzimat-ı Hayriye “hayırlı düzenlemeler” ilan edilmişti. 

Osmanlı tarihinin en önemli belgelerinden biri olan bu metin, okunduğu yerden ötürü Gülhane Fermanı  ve içeriğinden ötürü Tanzimat Fermanı adıyla da anılıyordu.

Bu ferman sayesinde padişahın yetkilerinin bir bölümü Meclise ve yürütme organına devredilmişti.

Tanzimat Fermanı’nın okunmasından I. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen dönem, Osmanlı tarihinde Tanzimat Dönemi olarak anılmaktaydı. Bu nedenlerden ötürü Gülhane Parkı’nın tarihi bir önemi vardı.

Sabah kahvaltısından sonra okulumuzun önünden geçen boynuzlu otobüslerden biriyle Alemdar Caddesi üzerindeki Gülhane durağına kadar gittim.  

Caddenin batısında Hamidiye Çeşmesi ile az güneyinde Alemdar Mustafa Paşa Türbesi bulunmaktaydı.  Cadde de ismini Alemdar Mustafa Paşa’dan almıştı.

Sultan II. Mahmud’u tahta geçiren en gizemli sadrazamlardan biriydi Alemdar Mustafa Paşa. Üç ay 18 gün sadrazamlık yapmıştı.

Hamidiye Çeşmesinin tam karşısındaki Gülhane kapısından giriş yaptım Gülhane Parkına. Girişin hemen solunda, surların dibinde Topkapı Sarayı Alay Köşkü bulunmaktaydı.

Önünde fıskiyeli havuz bulunan Alay Köşkü, Osmanlı Padişahlarının geçit törenlerini izlediği bir köşk olarak anlatılmıştı Niyazi Akşit tarafından. Osmanlının geçit törenlerine Alay dendiğini de söylemişti.

Kapalı olan Alay Köşkünü gezme olanağı bulamamıştım.

Sağ tarafta Osman Hamdi Bey yokuşu bulunmaktaydı. Bu yokuş ziyaretçilerini İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin yanı sıra Topkapı Sarayı Alay Meydanı’na da ulaştırıyordu.

Ben ortadaki yolu izleyerek Sarayburnu’na çıkmak istedim.

Gülhane Parkı Sarayın eklentilerinden biri olması nedeniyle, İstanbul’un en eski parklarından biriydi Gülhane.

İçinde Topkapı Sarayı’nın gül bahçeleri de bulunduğundan, Gül evi anlamına gelen Gülhane adını almıştı. 

Gülhane Parkı 1913 yılında Sultan V. Mehmet tarafından halka açılması için İstanbul Belediye Başkanlığı’na verilmişti. Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olan bu mekân Belediye Başkanı Cemil Paşa döneminde parka dönüştürülmüştü. 

Gülhane Parkı, 1950’li yıllarda ‘Bahar ve Çiçek Şenlikleri’ ile İstanbulluların en önemli eğlenme ve dinlenme mekânı olmuştu.

Şenlik günlerinde Gülhane Parkı’na, Avrupa ülkelerinden getirtilerek kurulan lunapark, kentin her semtinden gelen, her yaştan İstanbullunun ilgisini çekerdi. Her nedense,  “Bahar ve Çiçek Senliklerinden bir süre sonra vazgeçilmişti.

O yıllarda parkın ortasından geçen ağaçlı yolun sağında ve solunda çeşitli gazinolar bulunmaktaydı.

Ayrıca dinlenme yerleri, yazın kukla-karagöz temsilleri veren bir tiyatro, çocuk bahçesi, küçük bir hayvanat bahçesi, kahvehaneler, Tanzimat Müzesi, botanik bahçesi, Âşık Veysel’in heykeli ve akvaryum olan sarnıç yer almaktaydı.

Gülhane Parkı’nı baştanbaşa geçerek Sarayburnu’na çıktım.

Atatürk Anıtının bulunduğu Sarayburnu öyle bir konumdaydı ki İstanbul Boğazı, Öteki Yaka olarak bilinen Galata ve çevresi, Haliç, Üsküdar ve Kadı köy rahatlıkla görülebiliyordu.

Sarayburnu’ndaki Atatürk Heykeli de 1926 yılından bu yana İstanbul’u gözleyip, durmaktaydı.3 Aralık 1961 Pazar, İstanbul…

Dün Gülhane Parkına gitmiş, gitme gereğini duymuştum.

Duymuştum çünkü geçtiğimiz hafta içinde Tarih Öğretmenimiz Niyazi Akşit ‘’Gülhane Hattı-ı Hümayunu’’ olarak bilinen Tanzimat Fermanı’nı anlatırken Topkapı Sarayı eklentilerinden biri olan Gülhane Parkını öyle bir anlatmıştı ki mutlaka görmeliyim. Demiştim.

Osmanlı İmparatorluğunun 600 yıllık tarihinin 400 yılı boyunca devletin idare merkezi ve padişahların aileleriyle yaşadığı bir mekân olan Topkapı sarayını tanımak, biraz da imparatorluğu tanımak anlamına geliyor. Demişti tarih öğretmenimiz.

Değişik dönemlerdeki sultanların ilgi ve çabalarıyla yaptırılan eklentiler ve eskilerin yenilenmeleriyle Topkapı Sarayı görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanmıştı. Sarayın eklentilerinden biri de Gülhane Bahçesi/Parkı olmuştu.  

3 Kasım 1839 da Saray eklentileri içerisinde yer alan Gülhane Bahçesinde okunan bir Hatt-ı Şerif ile Tanzimat-ı Hayriye “hayırlı düzenlemeler” ilan edilmişti. 

Osmanlı tarihinin en önemli belgelerinden biri olan bu metin, okunduğu yerden ötürü Gülhane Fermanı  ve içeriğinden ötürü Tanzimat Fermanı adıyla da anılıyordu.

Bu ferman sayesinde padişahın yetkilerinin bir bölümü Meclise ve yürütme organına devredilmişti.

Tanzimat Fermanı’nın okunmasından I. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen dönem, Osmanlı tarihinde Tanzimat Dönemi olarak anılmaktaydı. Bu nedenlerden ötürü Gülhane Parkı’nın tarihi bir önemi vardı.

Sabah kahvaltısından sonra okulumuzun önünden geçen boynuzlu otobüslerden biriyle Alemdar Caddesi üzerindeki Gülhane durağına kadar gittim.  

Caddenin batısında Hamidiye Çeşmesi ile az güneyinde Alemdar Mustafa Paşa Türbesi bulunmaktaydı.  Cadde de ismini Alemdar Mustafa Paşa’dan almıştı.

Sultan II. Mahmud’u tahta geçiren en gizemli sadrazamlardan biriydi Alemdar Mustafa Paşa. Üç ay 18 gün sadrazamlık yapmıştı.

Hamidiye Çeşmesinin tam karşısındaki Gülhane kapısından giriş yaptım Gülhane Parkına. Girişin hemen solunda, surların dibinde Topkapı Sarayı Alay Köşkü bulunmaktaydı.

Önünde fıskiyeli havuz bulunan Alay Köşkü, Osmanlı Padişahlarının geçit törenlerini izlediği bir köşk olarak anlatılmıştı Niyazi Akşit tarafından. Osmanlının geçit törenlerine Alay dendiğini de söylemişti.

Kapalı olan Alay Köşkünü gezme olanağı bulamamıştım.

Sağ tarafta Osman Hamdi Bey yokuşu bulunmaktaydı. Bu yokuş ziyaretçilerini İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin yanı sıra Topkapı Sarayı Alay Meydanı’na da ulaştırıyordu.

Ben ortadaki yolu izleyerek Sarayburnu’na çıkmak istedim.

Gülhane Parkı Sarayın eklentilerinden biri olması nedeniyle, İstanbul’un en eski parklarından biriydi Gülhane.

İçinde Topkapı Sarayı’nın gül bahçeleri de bulunduğundan, Gül evi anlamına gelen Gülhane adını almıştı. 

Gülhane Parkı 1913 yılında Sultan V. Mehmet tarafından halka açılması için İstanbul Belediye Başkanlığı’na verilmişti. Topkapı Sarayı’nın dış bahçesi olan bu mekân Belediye Başkanı Cemil Paşa döneminde parka dönüştürülmüştü. 

Gülhane Parkı, 1950’li yıllarda ‘Bahar ve Çiçek Şenlikleri’ ile İstanbulluların en önemli eğlenme ve dinlenme mekânı olmuştu.

Şenlik günlerinde Gülhane Parkı’na, Avrupa ülkelerinden getirtilerek kurulan lunapark, kentin her semtinden gelen, her yaştan İstanbullunun ilgisini çekerdi. Her nedense,  “Bahar ve Çiçek Senliklerinden bir süre sonra vazgeçilmişti.

O yıllarda parkın ortasından geçen ağaçlı yolun sağında ve solunda çeşitli gazinolar bulunmaktaydı.

Ayrıca dinlenme yerleri, yazın kukla-karagöz temsilleri veren bir tiyatro, çocuk bahçesi, küçük bir hayvanat bahçesi, kahvehaneler, Tanzimat Müzesi, botanik bahçesi, Âşık Veysel’in heykeli ve akvaryum olan sarnıç yer almaktaydı.

Gülhane Parkı’nı baştanbaşa geçerek Sarayburnu’na çıktım.

Atatürk Anıtının bulunduğu Sarayburnu öyle bir konumdaydı ki İstanbul Boğazı, Öteki Yaka olarak bilinen Galata ve çevresi, Haliç, Üsküdar ve Kadı köy rahatlıkla görülebiliyordu.

Sarayburnu’ndaki Atatürk Heykeli de 1926 yılından bu yana İstanbul’u gözleyip, durmaktaydı.

Bir süre Sarayburnu’ndaki kafelerden birine oturarak, muhteşem üçlü olarak tanımladığım ''simit-peynir-çay'' ile, Boğaziçi'nin muhteşem manzarasını doyasıya seyrettim.

Muhteşem üçlü deyince aklıma, Mersin'de yalınayak simit sattığım, ilkokul 3. sınıfa başladığım günler geldi.

Başarmıştım.

Yalınayak ilkokla başladığım yıllardan üç imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul'daki Sırça Saray dediğim Yüksek Öğretmen Okulu'nun anıtsal binasında okuma şansımı yaratmıştım.

Bir süre Sarayburnu’nda oyalandıktan sonra, yürüyerek Sirkeci’ye gelip, boynuzlu otobüslerden biriyle okuluma dönmdüm.

İSTANBUL TAKSİM CUMHURİYET ANITI

26 Kasım 1961 Pazar, İstanbul…

Dün, 25 Kasım Cumartesi günü, öğle yemeğinden sonra ilk kez Tarihi Yarımada dışında, Pera olarak bilinen öteki yakaya, Taksim’e gittim.

Taksim Cumhuriyet Anıtı’nı tanımak istemiştim.

Meydanlar, kentin karakterini yansıtan simgesel alanlardır. Demişti Tarih Öğretmenimiz.

Öyle ki, yerel yönetimlerin kentsel politikalarına da bağlı olarak, sosyal canlılığın ve aktivitelerin odak noktalarıdır. Bir başka deyişle, kentin kalbi, biraz da bu meydanlarda atar.

Cumhuriyetin kurulmasından önce, Osmanlı İmparatorluğu döneminde; idari ve dini yapıların gölgesindeki Sultanahmet ve Beyazıt Meydanları, İstanbul’un iki önemli kentsel meydanı, kalbinin attığı yerlerdi. 

Cumhuriyet kurulduktan sonra İstanbul’un yeni meydanı, kentin yeni yerleşim bölgesindeki Taksim Cumhuriyet Meydanı olmuştu.

İstanbul’un Beyoğlu ilçesi sınırları içinde yer alan Taksim Cumhuriyet Meydanı kentin en ünlü ve en işlevsel meydanıydı.

Adını, eskiden, Galata, Beyoğlu ve Karaköy suyunun taksim edildiği ‘’Maksem” den almıştı.

Beyoğlu, Galata ve Karaköy’ün su ihtiyacını karşılamak üzere yapılan su deposu ”Maksen”, günümüzde, Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi adı altında kapılarını sanatseverlere açmıştı. 

Beyoğlu İlçesi sınırları içerisinde yer alan Taksim Cumhuriyet Meydanı, başlangıçta, bu günkü sınırlarına göre, oldukça küçük bir alanda hayata geçirilmişti.

Kuzeyinde Tarlabaşı Bulvarı, doğusunda Anıt caddesi, güneyinde İstiklal Caddesi ve batısında” Maksem” su taksim binaları ile sınırlanmıştı.

Eski Cumhuriyet Meydanının ortasındaki Cumhuriyet Anıtı ve çevresi, günümüzde, tören yeri olarak kullanılıyor ve toplulukların buluşma yeri işlevini üstleniyordu.

Meydanın İstiklal Caddesi başlangıcında, Tünel’e kadar giden, nostaljik tramvay çalışıyordu.

Tek vagonlu nostaljik tramvay, yerli ve yabancı turistlerin büyük ilgisini çekiyor ve her zaman, tam kapasite ile seferlerini sürdürüyordu.

Taksim Cumhuriyet Meydanının simgesi haline gelen Cumhuriyet Anıtı, İtalyan heykeltıraş Pietro Cananico’ya yaptırılmış ve 1928 yılında da şu andaki yerine yerleştirilmişti.

Dairesel bir alanın ortasına dikilen anıtta, iki yüzünde de, bronz figürlerin yer aldığı geleneksel mimari kullanılmıştı.  11 metre yüksekliğindeki anıtın kaidesinde pembe trentino ve yeşil suza mermerleri kullanılmıştı. 

Anıtın İstiklal Caddesi’ne bakan yüzü Cumhuriyet Türkiye’sini, karşıt yüzü de Kurtuluş Savaşını simgelemekteydi.

Cumhuriyet Türkiye’sinin simgelendiği yüzünde; Mustafa Kemal Atatürk ile sağında İsmet İnönü, solunda Fevzi Çakmak yer alırken, arkalarında yurttaşlar ve iki Rus generali yer almaktaydı.

Kurtuluş Savaşının betimlendiği yüzünde ise Mustafa Kemal Atatürk ile, Kurtuluş Savaşını birlikte yürüttüğü yurttaşlar, kadınlarımız ve kağnıları ilgi çekmekteydi.

Anıtın yan yüzlerinde ise birer asker ve taşıdıkları bayrak ve sancaklar bulunmaktaydı.

Taksim Cumhuriyet Anıtı çevresinde defalarca dolanarak içime sindirdikten sonra İstiklal Caddesi üzerinden Tünel Meydanına kadar yürüdüm.

Başka bir yazı konusu yapacağım İstiklal Caddesi sonunda yer alan Tünel, dünyanın en eski ikinci Metrosu’dur demişti Tarih öğretmenimiz.

Yokluğu en çok, Karaköy’ü Galata’ya bağlayan Yüksekkaldırım Yokuşunu çıkmak zorunda kalanlar tarafından hissedilen Tünel’in İstanbul’un sosyal hayatına girmesiyle insanlar bu yokuşu arşınlamaktan kurtulmuştu.

Büyük güçlükle inilip çıkılan bu yokuşun yerini 90 saniyelik yolculuk almıştı. 

Füniküler adını da alan tünelle Karaköy’e indikten sonra Galata Köprüsü’nden geçerek Sirkeci’deki boynuzlu otobüslere ulaşarak okuluma döndüm.

Verimli ve mutlu bir gün yaşamıştım Öteki Yaka olarak bilinen Pera’da…


AYÖO ÜNİVERSİTE HAZIRLIK KURSLARI

  17 Haziran 1964 Çarşamba, Ankara... İstanbul Zeytinburnu'nda, güneş ışınları yattığımız odanın perdeleri arasından sızarken uyandı...