22 Haziran 2022 Çarşamba

TARLALAR EKİM DİKİME HAZIRLANIYOR

 


25 Ağustos 1952 Pazartesi, Misli…

Tarım için birinci dereceden önemli olan Ekmek Teknemizi yaklaşık 10 gün önce edinmiştik.

Dün de tarlaları sürmek için gerekli tarım araçlarından saban sağlandı.

Buğday tarlasından doyurucu verim alabilmek için, ekimden önce toprağın işlenmesi en önemli aşamaydı.

Toprağı ekim dikime hazırlamak, yani sürmekten amaç, toprağın altını üstüne getirerek havalanmasını sağlamaktı.

Tarlayı ya da toprağı sürmek için kullanılan saban M.Ö. 5. ve 6. yüzyıllara tarihlenmekteydi. Sabanın en eski çeşitlerine Mezopotamya’da rastlanmıştı.

İlk sabanlar ağaçtan yapılmış olup, iterek ya da çekerek, insanlar tarafından kullanılmıştı.

Eski Mısırlılar bu durumu biraz daha geliştirdiler. Esirleri, sabana benzer aletlerin önüne geçirip çektirerek toprağı sürerlerdi.

Daha sonraki yıllarda, ehlileştirilmiş hayvanlar bağlanarak çekilen sabanlar yapıldı. Bu ilerleme ve gelişme, Eski Romalılarda bir adım daha ileri götürülerek, toprağı süren kısmı, bıçağı demirden olan saban yapmayı başardılar.

İyi sürülmüş bir tarladaki toprak, hem havayı, hem de yağmur sularını yeter derecede derinlere gönderebilirdi. Böylece tarla da sürülmemiş bir topraktan daha çok ürün verirdi.

Misli'deki tarlalarımız yüksek verime uygun değildi. Değildi çünkü buğday tarlasından yüksek verim elde etmek için tarlanın derin topraklı, killi, tınlı, fosforlu, biraz kireçli ve humuslu topraktan oluşması gerekirdi.

Oysa bizim tarlalarımız kumul ağırlıklıydı.

Tarlamıza Kaplıca buğday olarak da bilinen Karabuğday ile ekmeklik buğday ekimi yapılabilir. Dedi babam.

Karabuğday atadan kalma bir tür olup, İnsanoğlunun ilk yediği buğdaydı. Görüntüsüne baktığınız zaman biraz arpayı da andıran bir yapısı vardı. Kalın kabuklu ve işlenmesi zordur.

Demişti babamız. Bulgaristan’da su değirmenlerinin yanı sıra el değirmenleriyle de öğütüldüğünü söylemişti.

Buğdayda yaklaşık 30 farklı tür protein bulunmasına karşın bunlardan sadece ikisi, glutenin ve gliadin, suyla birleştiğinde gluten olarak bilinen sakıza benzer sert ve esnek maddeyi oluşturmaktaydı.

Buğday unu suyla karıştırılıp yoğrulduğunda, bu iki protein suyu tutmakta ve esnek gluten zincirlerini oluşturmak üzere birbirine bağlanmaktaydı.

Gluten olmadan ekmek mayalanmaz ve kabarmaz. Demişlerdi bu konuda oldukça bilgili olanlar.

Bazı insanların glutene karşı özel bir hassasiyeti varmış bende olduğu gibi. Gluten alerjisi bulunan kişilere Çölyak Hastası dendiğini öğrenmiştim yıllar sonra.  

Çölyak hastaları glutenli gıdaları sindiremedikleri için, zamanla ince bağırsaklarındaki minik çıkıntıların silinmesiyle, besin emilimi bozulmakta ve başta bağırsaklarda önemli miktarda gaz birikmesinin yanı sıra diğer rahatsızlıklar ortaya çıkmaktaydı.

Karabuğday glutence fakir, diğer proteinlerce zengin bir tahıldı.

Sonraki yıllarda, İvriz İlköğretmen Okulu’nda tarım öğretmenimiz Salih Ziya Büyükaksoy bu durumu ayrıntılı olarak anlatacaktı.

Köylerde yenen karabuğday ekmeğinin aslında yenmesi gereken ekmek olduğunu, beyaz ekmekten uzak durulması gerektiğini öğrenecektik.



MİSLİ AZİZ VLASİOS RUM KİLİSESİ

 


17 Ağustos 1952 Pazar, Misli…

Tek bir dikili ağacın bulunmadığı Misli Köyü’nde, evlerimizin yapıldığı bu yeraltı bölgesinin üzerinde 100 haneyi barındıran yapıların dışında göz dplduran bir Rum Kilisesi vardı.

Aziz Vlasios Rum Kilisesi...

Kilisenin adı ve geçmişini öğrenmenin yanı sıra, köyün adı ‘’Misli’’ de merakımı uyandırmıştı…

Öğrenmenin itici gücü merak ve bilenlere soru sormaktan geçiyordu.

Her zaman meraklı ve soran birisiydim.

1924 nüfus mübadelesinde Selanik’ten gelmiş yaşlıların bazılarını dinlerken edindiğim bilgilere göre, Misli İç Anadolu’daki antik köylerden biriydi.

Tarihi kaynaklar Kapadokya bölgesinde bulunan Misli ‘nin bir yeraltı yerleşim bölgesi olduğunu yazıyordu.

Bu yer altı şehrinin üzerindeki devasa yapı 19. Yüzyıla ait Aziz Vlasios Rum Kilisesiydi.

Kapadokya‘ nın en güzel ve görkemli kilisesi olmanın yanı sıra İstanbul'daki Ayasofya'dan sonra en büyük kiliseydi.

Rumlarca kutsal kabul edilen kilise, Mübadele sonrasında, bir süre Selanikliler tarafından ziyaret edilmiş, ancak Türk Hükümetince çıkarılan zorluk ve engellemeler nedeniyle, ziyaretler kesilmiş ve kilise kaderine terkedilmişti.

Bazalt cinsi taştan yapılmış olan Rum Kilisesi bazilika planlıydı. Girişteki holden ana mekâna giriş üç kapıdan sağlanmaktaydı.

Ana kapının üzerinde ve hemen solundaki kapı üzerinde kemer aynası içerisinde kitabeleri vardı. Bu kitabelerden birinde 1844 tarihi okunmaktaydı.

Kilisenin doğu kısmında yapı dışına taşan bir ana apsisle ve yan apsisler görülmekteydi.

Batıda bir giriş holü ve içeride sütunlarla birbirinden ayrılmış boyuna uzanan ve nef olarak adlandırılan üç bölüm bulunmaktaydı.

Bölümler birbirinden 4 sütunla ayrılmakta olup, yanlarda birer ana sütunlar üzerine oturmaktaydılar.

Ortada büyükçe kemer iki yanda iki küçük kemer vardı. Kilisenin üstü, orta bölüm üzerinde kırma çatı ve yan bölümlerde de birer küçük kubbe ile örtülüydü.

Ön cephede, büyük kemerin üzerinde yanlardan başlayarak yukarı doğru kademeli olarak çıkan, çatıya yakın dekoratif payenin üzerindeki vazodan hayat ağacı motifi çıkmaktaydı.

Alttaki pencereler kemerli olup, kemer üstleri kör kemerler ve dekoratif payelerle süslüydü.

Misli tarihsel süreçte değişik adlarla yazılmış ve adlandırılmış antik bir yerleşim birimiydi. Misti, Misthi, Mysti, Musthilia, Mustilia, Moustila, Misli gibi adlandırmaların yapıldığı bu antik köy, günümüzde Konaklı Belediyesi olarak biliniyor.

Bazılarına göre Antik Misli ’nin kuruluşu M.Ö. 400 yıllarına tarihlenmişti.  

M.Ö. 480 yılında, ilk büyük Pers-Yunan savaşı olan Maraton’un ardından tam 80 yıl geçmişti. Perslere karşı savaşmak için Anadolu’ya geçen Yunanlı paralı askerlerden bir grubun kurduğu bir yerleşim birimiydi Misthi.

Zaten Antik Dönem Grekçesinde Misthi ya da Misthios paralı asker anlamında kullanılan sözcüklerdir. Demişti sonraları ilkokul öğretmenim.

1924 Mübadelesinden sonra, 1949 yılında 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu ile yer adlarının değiştirilmesi işlemleri yasal bir dayanağa kavuşmuştu. Ardından 1957 yılında da bir “Ad Değiştirme İhtisas Kurulu” kurulmuştu.

Söz konusu bu kurulun çalışmaları, çeşitli kesintiler olmakla birlikte, 1978 yılına kadar on binlerce yerleşim biriminin adı değiştirmişti.

Bu arada Misli ‘nin adı da Konaklı olmuş…

Bizim, kesintilerle yaklaşık 6 yıl kaldığımız dönemde bu antik köyün adı Misli idi…              



EKMEK TEKNESİ SAHİBİ OLUYORUZ

 


16 Ağustos 1952 Cumartesi, Misli…

Ev sorunu çözüldükten sonra sıra ekmek teknesi edinilmeye gelmişti.

Ekmek teknesi” deyimi çiftçilik yapan köylünün “geçim kaynağını” anlatmak için kullanılagelmişti.

Köylü toprağını işlerken onun en büyük yardımcısı ‘’öküz’’ dü.

Öküz, cinselliği yok edildikten sonra uysallaştırılmış, munis, güçlü bir hayvan olarak tarım işçisinin yardımcılığına dönüştürülmüştü.

Toprağı işlemek için kara sabana koşulan öküz; tarlaya gidip gelmek, tarladaki üretimi köye ve harman yerine taşımak, hastaları bir başka köye ya da kasabaya götürmek için kullanılan vazgeçilmez bir yardımcıydı.

Öyle ki Nazım Hikmet’in ‘’Kurtuluş Savaşı Destanı’’ nın ‘’Kadınlarımız’’ bölümündeki dizelerinde dile getirdiği,

‘’…anamız, avradımız, yârimiz  ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri  öküzümüzden sonra gelen …’’

kadınlarımız, Anadolu’nun bazı yörelerinde çiftçinin bu en büyük yardımcısından sonra yerini almıştı.

Oysa sulu tarımın yapıldığı bölgelerde olduğu gibi, Bulgaristan Karagözler Köyünde de ''aile emeğ'' üretimin içine girerdi.

Küçük ve büyükbaş hayvanların bakımı, sütlerinin sağılması, süt ürünlerinin oluşturulması, taze fasulye, salatalık, kavun, karpuz ve kabak gibi ürünlerin üretilmesi daha çok kadınların işiydi.

Erkekler bir çift öküz ve çektikleri kara sabanla üretime girerken kadınlarımız sulu tarımın sunduklarıyla üretime katkıda bulunurlardı.

Aile emeği ile bir çift öküzün esasını oluşturduğu köylü üretim biçimi kadını ikinci sınıf vatandaş olmaktan kurtardığı gibi, ortaya çıkan üretim ve getirileri ailenin geçimini rahatlıkla sağlıyordu.

Henüz artezyen kuyularının farkına varılıp, açılmadığı 1950’lerin Misli Köyünde aile emeği yok denecek kadar azdı. Geçim de zordu haliyle…

Bulgaristan’da çiftçilik yapanların kadınları, ‘’soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen’’ muamelesine maruz kalmamış ise de ailenin geçimini sağlayan, çift çubuk için hayati önemi vardı bir çift öküzün.

Bunun ayırdında olan babam ve babam gibiler en kısa sürede, tahıl ekim zamanı gelmeden önce, bir çift öküzle bir araba edinmenin yollarını aramaya başlamışlardı.

Misli Köyünde sağlanamayınca civar köy ve kasabaları gezmeye başlamışlardı.

Yaklaşık bir hafta arayıştan sonra, bugün öğleden sonra, Hüyük İstasyonu tarafından, bir çift öküzün çektiği elden düşme bir araba ile babamın geldiğini gördük.

Geldiğinde yüzü gülüyordu. Gülüyordu çünkü ”ekmek teknesi” ne kavuşmuştu, kavuşmuştuk…

Bir çift öküzün çektiği arabayla birlikte avluya giren babamızı hem büyük bir sevinç hem de heyecanla karşılamıştık. Anam ellerini gökyüzüne doğru kaldırmış, dua ediyordu.

Arabadaki koşumlarından çıkarılan öküzler için avlumuzun altındaki mağarada yer hazırlanmıştı. Babam öküzleri okşayıp, terlerini sildikten sonra mağaraya götürüp önlerine saman koydu.

Akşam sofrasına oturduğumuzda, yemeğe başlamadan anlattı öküzlerle elden düşme arabayı. Oldukça hesaplı almıştı. Gözlerinin içi gülerek, ''yarından tezi yok tarlaları ekime hazırlamalıyız'' dedi.

21 Haziran 2022 Salı

MİSLİ'DE İKİ ODALI EVİMİZ

 





10 Ağustos Pazar, Niğde Misli…

16 Temmuz’da evlerimizi yapacak ustalar bulundu ve yönlendirmeleriyle gerekli malzemeler satın alındı.

Evin ön cephesi, genelde güneş alsın diye, kuzey-doğu olacak şekilde inşaata başlandı. İmece usulüyle, yaklaşık bir ayda evlerin yapımı tamamlandı.

İnşaat tamamlandığında iki odalı şirin bir evimiz olmuştu. Her iki odanın da ön cepheye bakan birer penceresi vardı. Ayrıca evin önünde sundurma da yapılmıştı.

Ortadaki giriş kapısından, aynı zamanda mutfak ve kiler olacak odaya giriliyordu. Kışın soba bu odaya kurulacaktı merkezde olduğundan. 

Bir kapı ile sol taraftaki odaya giriliyordu. Ön cepheye bakan tek pencereli bu oda kardeşim Mustafa ile benim hem yatak hem de çalışma odamız olacaktı ilkokula başladığımızda.Sağ tarafa açılan kapı da anamla babamın yatak odasıydı. 

Avlu girişinin sol tarafından inilen oldukça büyük ve derin bir mağaramız da vardı. Olması iyiydi, iyiydi çünkü edinmeyi düşündüğümüz hayvanların barınma yerlerini şimdiden sağlamıştık.

Elde edeceğimizi düşündüğümüz ürünler için de depo olarak kullanılacaktı. Patates deposu olarak kullananlar vardı mağaraları.

Köylerde ‘’kenef’’ adını verdiğimiz tuvaletler evin dışında, hiç olmazsa 10-15 metre uzakta, olurdu. Bu tür tuvaletlere boşaltım çukurları açılırdı. Babam mağaraya bir delik açarak bu sorunu çözmüştü.

Evin çatısından artan tahta parçalarıyla, üzerine şilte serilerek yatmaya ve oturmaya yarayan kerevetler yapılmıştı. Kerevetlerden bazıları yüklük görevini de görüyordu. 

İçine saman doldurularak yapılan uzun yastıklar duvarlara dayanacak şekilde konulunca hem oturacak hem de yatacak yerlerimiz olmuştu.  Kerevetler ve özellikle yer minderleri mutlaka olurdu. 

Ancak Göçebe ailelerin yemek ve çalışma masaları olmazdı. Olamazdı çünkü bir başka yere göçerken büyük sorunlara yol açardı.

Masa yerine sini adı verilen, yüksekliği de 15-20 cm olan yuvarlak yer sofraları olurdu. Genellikle tahta siniler kullanılırdı.

Gecelerimizi aydınlatmak için gaz lambaları kullanılırdı.

Yeni kuşakların pek bilemeyeceği gaz lambaları beş parçadan oluşurdu. En altta küçük bir gaz tankı, hemen üzerine eklenmiş bir gaz ayar çarkı, çarkı da içine alan gaz deposu, çarkın içinden geçerek şişenin içine giren yassı bir fitil ve en üstte, alevi koruyacak ince ve kırılgan gaz lambası şişesi bulunmaktaydı.

Türkiye’ye geldikten yaklaşık bir buçuk yıl sonra başımızı sokacağımız bir eve sahip olmuştuk.

Sıra tarlalarımızı sürüp, ekip biçmeyi sağlayacak iki öküze, ziraat aletlerine ve bir öküz arabası edinmeye gelmişti. O da olur du inşallah…



20 Haziran 2022 Pazartesi

YENİ YERLEŞİM YERİMİZ MİSLİ NİĞDE

 


15 Temmuz 1952 Salı, Misli…

Haziran 1951'de, henüz Türkiye Cumhuriyeti vatandışlığına kabul edilmediğimiz serbest göçmen olduğumuz dönemde, yerleştirilmek istendiğimiz Elbistan Hasanköy'de tarıma elverişli arazi olmadığı gibi ailemizi geçindirecek bir uğraş da sağlanamamıştı.

Aç kalma tehlikesi üzerine, mevsimlik işçi olarak Çukurova'ya gitmiştik bir ''elçi'' buyruğunda.

Yaklaşık 5 ay pamuk tarlalarında, Osmaniye yer fıstığı ambarlarında çalıştıktan sonra kışı Düziçi Yeşilova Köyü'nde geçirmiştik.

17.10.1951 tarih ve 3-13828 sayılı Bakanlar kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına kabul edildiğimizi 8 ay sonra, tesadüfen öğrendikten sonra, ikinci kez yerleştirlmek istendiğimiz Misli'ye bir hafta önce gelmiştik.

Geçen hafta Cuma günü, babamla birlikte, Yeşilova’dan gelen muhacirlerin aile reisleri Niğde’ye giderek gerekli yasal işlemleri yerine getirdiler.

Böylece, yasal olarak yerleştirilmiştik Misli Köyüne.

Ailelerdeki kişi başına 25 dönüm mülkiyetsiz tarla tahsislerinin yanı sıra her bir aileye 3 500 TL para da verilmişti.

Verilen 3 500 Liranın 2 000 Lirası yapılacak ev için kullanılacaktı. 1 000 ya da 1 200 Lirası bir çift öküz, koşulacak araba ve tarım aletleri için kullanılmalıydı.

Artması düşünülen 300 ile 500 Lira da geçimimiz için kullanılacaktı. Biraz da Düziçi Yeşilova Köyünde biriktirdiklerimizden vardı.

Ekim, dikim yapmamız halinde, ilk üretimin hasadını almak için bir yıldan fazla bir zaman vardı önümüzde. Yetecek miydi geçim için ayrılanlar?

Bir çaresi bulunur diyen babamla birlikte diğer Karagözlüler, öncelikle ev sorununu çözmek için araştırmaya başladılar.

Muhacirler için köylerde iki odalı evler yapılması ve  yaptırılması projelendirilmişti. 100 ya da 200 muhacirin iskan edileceği yerlerde devlet evleri yaptırıyordu.

Misli’ de 10 aileydik. Devlet parayı vererek, başınızın çaresine bakın demişti.

Hiç kimse kafasına göre ev yapamayacaktı. Kurala uyulacaktı. Yer seçimi önemliydi ve bize bırakılmıştı.

Evimizin önünde genişçe bir avlumuz olmalıydı. Ayrıca edinmeyi düşündüğümüz hayvanlar için ahır olarak düşündüğümüz mağara da avlu içinde kalmalıydı.

Mağaralar bölgesinin kuzey-batı ucunda çadırımızı kurduğumuz yer aradığımız özelliklere sahipti.

Babam ev yapımına girişmeden önce, hayvanlar için düşünülen mağara arazimiz içinde kalacak şekilde, bir avlu oluşturdu ve taş duvarlarla çevirdi.

Avlular bir bakıma özel mülkiyeti temsil ediyorlardı. Evler daha güvenliydi, avlulara herkes giremezdi.

Oluşturduğumuz avlu, şimdiki adıyla Konaklı Beldesinin güneyinde, Gölcük yolu kıyısında kalıyordu.

Rum Kilisesine göre yaklaşık 500 metre kuzey-doğuda kalan ev yerimizin yaklaşık 200 metre doğusunda ilkokul, 300 metre kuzey-doğusunda da bu günkü Merkez Camisi yer alıyordu. Seçim oldukça iyi olmuştu.

Sıra ev yapımında uzmanlaşmış ustaları bulmaya gelmişti. Köyde işlenebilir taş boldu.

Önemli olan iyi ustaları bulmaktı…


MÜLKİYETSİZ TARLA VERİLİYOR

 

10 Temmuz 1952 Perşembe, Misli Niğde…

İskan edilmek üzere geldiğimiz Misli’ de Niğde’den gelecek görevlileri bekledik 3 gündür. Nihayet bu sabah geldiler. 

Toprak İskan Müdürlüğü’nden gelen bu görevlilerin bizlere nasıl yardım yapacakları konusunda kafa yoruyordum.

Osman’ın anası Hatice Teyze ve diğer köylüler Rumlardan kalan tarlaların bir kısmının bizlere verileceğini söylemişlerdi.

Bu nedenle, bugün benim için de özel bir gündü. Öyleydi çünkü ailelerimize verilmesi düşünülen tarlaların miktarı, hangi koşullarda verileceği ve mevkii önemliydi.

Haydi, tarlalar verildi, işlemek için hayvan ve tarım aletlerine ihtiyaç olacaktı. Onları nasıl sağlayacaktık?

Bulgaristan Karagözler Köyünde olduğu gibi çiftçilik yapabilecek miydik?

Çocuktuk ama Çukurova’da Mevsimlik İşçilik dönemi he
pimizin büyümesini sağlamıştı. Büyükler gibi düşünmeye başlamıştım.

Akşamüzeri görevliler Misli’ den ayrıldılar, babam gülümseyerek geldi çadır kurduğumuz yere. Çok uzun süredir gülümsediğini görmemiştim. Bu iyiye alametti.

Oturduktan sonra anlattı. Ailelerin her bireyine hazine arazisinden 25 dönüm tarlayı kullanma izni veriliyordu. Mülkiyetsiz tarla vereceklerdi yani.

Beş yıl kesintisiz olarak ekip biçersek mülkiyeti bize geçecekti…

Dört kişilik bir aile olduğumuzdan, ‘’Akıncı’’ Ailesinin 100 dönüm tarla kullanma izni olmuştu. 

Sonuçtan çok mutlu olmuştuk.

Alınan sonuçlar yerleşik düzene geçmemizi sağlayacak gibi görünüyordu. Görünüyordu ama Misli Ovası Karagözler ’den çok farklıydı.

Akarsuyun olmayışı ve kumlu tarım toprakları bizi düşündürüyordu.

Her şeye rağmen gönlümüzde umutlar yeşermeye başlamıştı…

19 Haziran 2022 Pazar

ESKİ BİR RUM KÖYÜ MİSLİ NİĞDE

 

7 Temmuz 1952 Pazartesi, Misli Köyü…

5 Temmuz Cumartesi günü, Yeşilova’nın 7 km güneybatısında bulunan Yarbaş Tren Garından bindiğimiz trenle, yaklaşık iki günde, 320 km yol alarak Hüyük Tren Garına ulaştık. Hüyük’ten temin edilen öküz ve at arabalarıyla da, yaklaşık 6 km kuzey batısındaki Misli ‘ye geldik.

Amanos Dağlarının batı yamaçlarındaki Düziçi ovasındaki Yeşilova Köyü’nden sonra, üzerimde terkedilmiş duygusu bırakan, kum ve altındaki mağaralardan oluşan Misli Köyü beni hayal kırıklığına uğrattı.

Köye girdiğimizde, Elbistan köylerinde karşılaştığımız mezra tipi bir yerleşim beni şaşkına çevirdi. Elbistan köylerinden farkı, ortalarından geçen dereler ve çevresindeki ağaçlar yerine burada kum ve mağaralar vardı.

Tek bir dikili ağaç yoktu köyde, haliyle akarsu da yoktu.

Bir süre çevreyi dikkatlice taradığımda, Rumlardan kalma olduğunu öğrendiğim devasa bir yapı, Rum Kilisesi gözüme çarptı.

Akarsuyun olmadığı, kumlarla kaplı bu köyde çiftçilik yapabilir miydik?

Sorusu kafamı kurcalamıştı, kurcalamaya da devam edecekti.

Çiftçilik yapabilmek önemliydi. Okuma yazması olmayan aile reislerinin çiftçilikten başka bir becerileri yoktu çünkü.

Ben bunları düşünürken, Aile reisleri, kendilerince uygun yerleri geçici konaklama yeri olarak seçti. Babam bir mağara girişinin olduğu yeri seçmişti.

Eşyalarımızı indirip, yerleştirdikten sonra, kavurucu güneşten korunmak için, öncelikli olarak bir tente yaptı babam. Anam ve diğer ailelerin anaları da karnımızı doyurma sorununu çözmeleri gerekiyordu.

Un çuvalları ve tandırlar ortaya çıktı. Ateş yakmak için de, bizi görmeye gelen Mislilerden yardım istedik. Bir süre sonra da yakacak olarak hayvan dışkısı ve saman karışımından yapılmış olan tezeklerden geldi.

Sonraki yıllarda unutulmazlarım arasına girecek Osman ve annesi Hatice Teyze ile yanıştık bu arada.

Güler yüzlü, her halinden insancıl, yardım sever bir izlenim bırakan Hatice Teyze bir taraftan anama yardım ediyor bir taraftan da köy ve köydekilerle ilgili bilgiler aktarıyordu. Ben de anlattıklarının hiçbirini kaçırmamak için, can kulağıyla dinliyordum.

Köyün sakinlerinin büyük bir bölümünü 1924 yılı Nüfus Mübadelesinde Selanik’ten gelen Türkler oluşturuyordu.

Akarsunun olmadığı, sulu tarımın yapılamadığı köyde yeterli üretim ve gelir yoktu.

Bu nedenle köydeki gençler yaz aylarınad mevsimlik işçi olarak, başta Çukurova olmak üzere, diğer illere gidiyorlardı. Zaten, 1924 Mübadelesi ile gelenlerin bir bölümü de Yunanistan’a geri dönmüştü.

Yaşamlarını yerüstünden çok yeraltında geçiren Ortodoks Rum ve Türklerden kalmıştı Misli.

Geçmişteki Rumlar ile Ortodoks Hristiyanların varlığının en belirgin kanıtı Misli Rum Kilisesiydi.

Ben heyecanla Hatice Teyzeyi dinlerken oğlu Osman da beni çekiştirip duruyordu yakından tanımak ve oyun arkadaşı olarak görmek için.

Her ne kadar 7 yaşında büyümek zorunda kaldıysam da, oyun çocuklarıydık yine de. Üstelik altımızda keşfedilecek yepyeni bir dünya, mağaralar vardı. Yeni tanıştığımı Osman ile mağaraları keşfetmeye çıktım.

Sevmiştim Osman arkadaşımı. İlkokul ve sonrasında hep hatırlayacağım bir arkadaşım olmuştu.

Yıllar sonra, yaptığım araştırmalar ve birkaç kez gezdiğim Kapadokya’nın giriş kapısının Niğde olduğunu öğrenecektim.

Hava iyice kararmaya başladığında çıktık mağaralardan. Anamla babam gecelemek için hazırlık yapıyorlardı.

Osman ile anası Hatice Teyze anama ”birşeye ihtiyacınız olursa Osman’a söylemeniz yeter, elimizden geleni yaparız.” dedikten sonra gittiler.

Yorgun olan bedenlerimizi dinlendirmek ve enerji toplamak için, ileride harman yeri yapmayı düşündüğümüz, yere yataklarımızı serip yattık. Anında uyumuşum.

Gece boyunca rüyalarımda, bazen Ceyhan pamuk tarlalarında pamuk toplarken, bazen Karagözler Köyümüzün karşısındaki Sakar Balkan’a tırmanırken, bazen de kendimi Gavur Dağları’nın virajlarını dönmeye çalışan kamyon kasasında buldum…

18 Haziran 2022 Cumartesi

KAPADOKYA GİRİŞ KAPISI NİĞDE

 


23 Ağustos 1952 Cumartesi, Misli (Konaklı)…

Öyle ya da böyle, konaklamak zorunda kaldığım yeri ve yöreyi tanıyarak bütünleşmek istemişimdir aklım erdiğinden beri.

Bir zamanlar, yerüstünden çok yeraltında yaşandığı Niğde ve merkez köylerini tanımak için her türlü yola başvurdum.

Bazı bilgileri, yıllar sonra, Kapadokya bölgesini birkaç kez gezerek edindim.

Kudüs merkezli olarak ortaya çıkan Hristiyanlığın yayılmasında Anadolu toprakları ve özellikle Kapadokya önemli bir yere sahipti.

Gördüm ve anladım ki Kapadokya yöresini içine alan yerleşim yerlerinin, neredeyse yüzde yüzü, paganist Roma İmparatorluğu’nun zulmünden kaçan Hristiyanların yaşam alanları olmuştu.

Hristiyanlar, özgürce ibadet etmek ve kendilerini herhangi bir saldırıdan korumak için hayatlarını Kapadokya bölgesinde, yeraltı şehirlerinde sürdürmüşlerdi.

Derinkuyu Yeraltı Şehri’nde, 2. yüzyılda Roma zulmünden kaçıp Mezopotamya üzerinden Kayseri’ye, oradan da Kapadokya’ya gelen ilk Hristiyanların yaşadığı biliniyor.

1830’lara kadar Kapadokya Derinkuyu bölgesinde yer üstünde bile yerleşim yokmuş. Bu da bize, Kapadokya bölgesinin önemli yerleşim yerlerinden biri olan Misli’ de neden bir tek ağacın bulunmadığını da açıklamaktadır.

Derinkuyu Yeraltı Şehri adını, 60-70 metre derinindeki 52 içme suyu kuyusundan almış. Ziyaretçilere açık olan tünel ve odalardan oluşan, 8 katlı dev Bizans dönemi yer altı şehridir Derinkuyu.

Ziyarete açılan 8 katın derinliği 50 metreyi bulurken, tüm katlarının temizlenmesi halinde derinliğin 85 metreyi bulacağı ve kat sayısının 12-13’e ulaşacağı tahmin ediliyor.

Girişleri kolay bulunmayan bulunsa da kolay girilemeyen bu gizli dünya, ilk Hristiyanları Romalı askerlerden ve Arap akıncılardan korurken, gizemli mimarisi gezginlerine de ‘acaba uzaylılar mı yaptı’ diye düşündürmüştü.

Mimaride uzaylıları zan altında bırakan da, yaklaşık 50 bin insanın, bu derinliklerde hiç dışarı çıkmadan uzun süre nasıl yaşayabildiğidir.

Dördüncü yüzyılda Hristiyanlığın merkezi haline gelen Kapadokya bölgesi, Hristiyanlığın temel direklerini oluşturan doktrinlerin belirlendiği birçok Konsil’e ev sahipliği yapmıştı.

Kapadokya; coğrafi özelliklerin belirlediği Kayseri, Niğde ve Kırşehir üçgeni olarak algılanmaktaysa da tarihsel süreç olarak günümüzde bahsedilenden daha geniş bir coğrafyadır.

Hristiyanlarla 1000 yıllık bir tarihe sahip olan bölgede Niğde, Kapadokya’nın giriş kapısı olarak da bilinmektedir.

Niğde, birçok medeniyete ev sahipliği yapmanın yanı sıra, Hititler, Romalılar, Selçuklu, Karamanoğlu Beyliği, Osmanlı gibi birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştı.

Kapadokya sınırlarını tanımlayan ilk kişilerden biri Yunan coğrafyacı, tarihçi ve filozof Strabon olmuştur.

Strabon, Kapadokya şehirlerini; Malatya, Tufanbeyli, Niğde, Aksaray, Koçhisar, Ereğli, Bafra, Samsun, Merzifon, Niksar olarak göstermekteydi.

Bu tanım sonraki dönemlerde oldukça daralmıştı.

Bizans İmparatorluğu döneminde “Kapadokya theması” adı altında teşkilatlanan bölge Adana, Aksaray, Niğde, Kayseri ve Konya ile sınırlandırılmıştı.

Roma İmparatorluğu 300 yıl boyunca Hristiyanların yayılmasını engellemeye çalışmış, Paganist olmayanları kazığa geçirip yakmış, Hz. İsa da olduğu gibi kollarından ve bacaklarından çivileyerek çarmıha germişti.

Ancak, 313 yılında, bu dine uygulanan baskının, ülkeyi huzursuzluğa götürmesi ve parçalanma aşamasına gelmesi üzerine Milano Fermanını ilan etmişti.

Bu fermanla herkese din özgürlüğü tanınmıştı. Fermanın ardından çok tanrılı pagan inancı terk edilerek Hristiyanlığa geçiş süreci başlamıştı.

Doğu Roma İmparatorluğu’nu kurarak başkentini Konstantinopolis olarak kabul eden Konstantin, parçalanmanın önüne geçebilmek ve Batı Roma'nın Hristiyanlık üzerindeki tekelini kırmak için, Hristiyanlığı Doğu Roma’nın resmi dini olarak ilan etmişti.

Dini özgürlükler ilan edilmeden önce Kapadokya’nın giriş kapısı Niğde genelinde; 80 civarında tarihi cami, ayakta kalabilmiş 30’a yakın kilise, kervansaraylar, çeşmeler, tarihi yer altı şehirleriyle Niğde bir açık hava müzesidir. 

Niğde’nin 10 km kuzeydoğusunda bulunan Gümüşler Manastırı, Gümüşler kasabasında büyük bir tüf kaya kitlesinin içine oyulmuştur.

Orta çağdan kalma ve Kapadokya’nın en iyi korunmuş, en büyük manastırlardan birisidir. Bünyesindeki Gümüşler Kilisesi, Gülen Meryem Ana freskiyle de ön plana çıkmıştır.

1928 yılındaki kaynaklarda Andaval olarak geçen yerleşim yeri Aktaş, Niğde’nin 12 km kuzeydoğusunda bulunan merkez beldelerinden biri olup, barındırdığı Andaval Kilisesi de Roma İmparatoru Konstantin’in annesi Helena adına yaptırılmıştı. İstanbul’daki Ayasofya ile yaşıt olan kilise, inanç turizmi açısında son derece önemliydi.

Niğde’nin 30 km kuzeyinde bulunan Hasanköy ile 35 km kuzeydoğusunda bulunan Konaklı (Misli) merkez köylerdi…

Misli’ deki Aziz Vlasios Rum Kilisesi, Ayasofya’dan sonra Türkiye’nin en büyük ikinci kilisesiydi. Misli’ deki kilisenin içi çok büyük ve Hasanköy Azize Makrina kilisesine göre daha korunmuş durumdaydı…. Duvar resimleri, aziz ve melek tasvirleri belirgindi…

Andaval’ daki Manastır, Hasanköy’ deki Azize Makrina Kilisesi ve Misli (Konaklı) Rum Kilisesi’ni birbirine bağlayan yer altı şehirleri ve koridorları vardı.

Tarihsel süreçte, bölgenin en büyük kilisesine sahip Misli’ de yaşayan üç bin nüfusun tamamını Ortodokslar oluşturmuştu. Misli’ nin erkekleri, Kapadokya’nın diğer bölgelerinin aksine, çalışmak için Torosların öteki tarafına gitmemişti.

Yorgancılıkla uğraşan küçük bir kesim, yakın bölgelerde çalışmış, Köyde kalan çoğunluk ise geçimini tarımla sağlamıştı.

İçine kapalı bir köy olan Misti’ nin sakinleri, kılık-kıyafet ve yaşam tarzı açısından yüzyıllar öncesindeki hallerini muhafaza etmişlerdi. Anadilleri Rumca olmakla birlikte, zamanla, Türkçeyi değişik bir lehçe ile kullanmışlardı.

Ana merkezleri Karaman olmak üzere; Mersin’in Tarsus ve Anamur İlçeleri, Konya’nın Sille, Ermenek, Maden Şehri, Ereğli, Aksaray’ın Güzelyurt İlçesi, Niğde merkez ve köyleri, Bor, Kemerhisar, Ihlara, Derinkuyu, Ürgüp, Yozgat ve ilçeleri, Kırıkkale, Keskin ve Kayseri’de yaşayan Ortodoks Türklere Karamanlılar adı verilmekteydi.

Karamanlıların Ortodoks mezhebine bağlılıkları ve cemaat başının Rum Patriği olması sebebiyle Rum olarak nitelendirilmektedirler.

Diğer taraftan Karamanlılar, Osmanlı İmparatorluğu içinde Ortodoks Türkler olmalarıyla Müslümanlardan ve diğer Hristiyanlardan ayrıca Anadolulu oldukları için de Yunanlılardan farklıdırlar.

Karamanlılar farklılıklarından dolayı kendilerini Rum olarak değil, Anadolu Ortodoks Hristiyan’ı olarak adlandırarak farklılıklarını ortaya koymuşlardır.

Anadolu’nun diğer yörelerinde yaşayan Ortodokslara Rum denmesine rağmen literatürde Türkçe konuşan Ortodokslara diğer Rumlardan ayrı olarak Karamanlı adının verilmesi onları diğerlerinden farklılaştırmaktadır.

1923 tarihli Lozan Antlaşması hükümlerince Türkiye’de yaşayan yaklaşık 193.000 Karamanlı Türk Ortodoks, Rum sayılarak zorunlu nüfus değişimine tabi tutuldular ve 1924 yılında göç yoluna koyuldular.

Atlarla, arabalarla ve genelde yürüyerek Ereğli’ye, oradan da trenlerle Mersin Limanına götürüldüler.

Mersin limanından vapurlarla gönderildikleri Yunan dillerini bilmiyorlardı. Dil bakımından sağır ve dilsiz duruma düşmüşlerdi.

Yunanistan Hükümeti bu insanların Türkçe konuşmalarını yasakladığı gibi saz çalmalarını, türkü söylemelerini, zeybek oynamalarını da yasakladı.

Karamanlılar Türkiye’de Rum olarak adlandırılıp mübadeleye tabi tutulurken, Yunanistan’da da “Türk tohumu” “Yunan adına lâyık olmayan … yarım Hristiyan … Kara dinli …Karamanlılar” Diye aşağılanarak Yunanlı olarak kabul edilmemişlerdi.

Gittikleri Batı Trakya’da, biraz da Anadolu’yu hatırlamak için olsa gerek, “Karaman” adını verdikleri bir yerleşim birimi kurmuşlardı.

Oluşturdukları yerleşim yerlerini Türkiye’deki yaşam alanlarına benzetmişlerdi hasret gidermek için.

Yunanistan’da hangi şehrin önünde ”Nea” sözcüğü varsa, bilinmelidir ki Türkiye’de yaşadıkları köy ve kasabanın bir benzerinin kurulduğu anlamındaydı.

Nea Smirna, yeni İzmir anlamındaydı.

Yunanistan’daki Yeni Kayaköy, Nea Makri olarak kurulmuştu.

Nea Makri demek, aynı zamanda deniz ve dağ demekti. Fethiye Ölüdeniz’e komşu Kayaköy’den 1922 mübadelesinde gelenler kurmuşlardı.

Büyük bir bölümü hiç Rumca bilmeyen Karamanlılar, Yunanistan’daki yaşama kültürel uyum sağlamakta ciddi zorluklarla karşılaştılar.

Gittikleri yerde yıllarca gözyaşı döken Semendireli, Mislili, Kurdunuslu, Çarıklılı, Andavanlı Ortodoks Türkler hep Niğde özlemi ile yaşamışlardı.

ANILAR ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 

Nisan 1951’de, Bulgaristan Karagözler Köyünden gönüllü ve serbest göçmen olarak başlayan göç yolculuğumuzda;

Edirne Göçmen Misafirhanesinde yapılan dağıtımda şansımıza Elbistan köylerinden biri düştü. Gerek ekonomik gerekse sosyolojik olarak uyum sağlayamayınca mevsimlik işçi olarak Çukurova yöresine gitmek zorunda kaldık.

Ceyhan pamuk tarlalarında 3 ay, Osmaniye yerfıstığı tarlaları ve hangarlarında 2 ay çalıştıktan sonra Haruniye Yeşilova’da kışladık.

Yaşar Kemal’in Çukurova’sında mevsimlik işçi olarak çalışırken, 17.10.1951 tarih ve 3-13828 sayılı Bakanlar kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına kabul edildiğimizi öğrendik Yeşilova Köyünde yaza girerken. 

Ne var ki bu karardan yaklaşık 8 ay sonra haberimiz oldu. 

Bu kez, günümüzde adı Konaklı beldesi olan, Niğde Misli Köyü’ne yerleşmemiz istenmişti.

İlk çiftçilik denememizin hüsranla sonuçlandığı, ilkokul birinci sınıfa başladığımız Misli'de de tutunamayacaktık.

Sırasıyla Osmaniye'de ilkokul ikinci sınıf, Mersin'de üçüncü ve dördüncü sınıf, Niğde Bor'da beşinci sınıfa başlangıç ve tekrar Misli'de ilkokulu bitiriş gerçekleşecekti.

17 Haziran 2022 Cuma

DÜZİÇİ YEŞİLOVA'DAN AYRILMA ZAMANI

 

29 Haziran 1952 Cuma, Düziçi Yeşilova…

Tırmandıkça tırmanıyorduk…Tırmanıyorduk da hangi dağın eteklerindeydik acaba?

Demiştim kendi kendime…

Hangisi olduğunun da pek önemi yoktu zaten. Birlikte keşfetmeye karar vermiştik kardeşimle.

Bulgaristan’daki köyümüz Karagözler ’in güneyinde kalan Sakar Balkan ile Osmaniye Düziçi Yeşilova Köyünün doğusunda bulunan Amanos dağları eteklerini karıştırmış olmalıydım.

Öyleydi çünkü benzerlikleri çoktu. Kardeşim Mustafa ile her ikisinin de eteklerindeydik.

Tırmandıkça görüş alanımız büyümüştü. Mustafa önümüzdeki yemyeşil ovaya baktıktan sonra,

-Köye neden Yeşilova dendiğini şimdi daha iyi anladım.

-Yeşilova nereden çıktı? Sakar Balkan eteklerinden Karagözler’e bakıyoruz.

Mustafa bir kahkaha atarak,

-Gözlerini ter basmış, etrafını göremiyorsun.

Öyleydi gerçekten…

Alnımdan sızan terler kaşlarımı aşmış, gözlerimi örtmüş ve etrafı göremez olmuştum.

Gözlerimi silip, yan döndüğümde, Mustafa yerine, ahırdan bozma evimizde fısıldayarak konuşan anamla babamı gördüm. Mustafa da yanımda mışıl mışıl uyumaktaydı.

Afalladım birden…

Neredeydim ben?

Hafızamı toparlamaya çalıştım. Yatakta, yorganın altındaydım. Kan ter içinde kalmıştım. Yine rüya görmüş ve nerede olduğumu da karıştırmıştım.

Uyandığımı gören annem aydınlık ve mutlu bir yüzle bana dönüp,

-Uyandın mı Mehmet... Baban hayırlı bir haber duymuş Ömer Dayı’dan. Bizi Niğde Misli Köyü’ne iskân etmişler.

Uyku sersemi pek anlamamıştım anamın dediklerini.

-Ne demek iskân ana? Sorumu babam yanıtladı.

-Ev bark ve tarla sahibi olacağız, göçebe hayatımız sona erecek oğlum.

Gözümün önüne yine Karagözler Köyü gelmişti. İskân edildiğimiz köy Karagözler’e benziyor muydu acaba? Kalktım, kardeşimi de kaldırdım. Hep birlikte kahvaltı yaptık. Bu kez kahvaltı da süt de vardı...

Kahvaltıdan sonra babamla Ömer Dayı tekrar Osmaniye'ye gittiler.

Akşamüzeri döndüklerinde ikisinin de yüzü gülüyordu. 17.10.1951 tarih ve 3-13828 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına kabul edilmiştik.  

Maraş Elbistan köylerinden sonra bu kez yerleşim yeri olarak Niğde Misli (Konaklı) gösterilmişti.

Bu gelişmeden çok geç haberimiz olmuştu. Ömer Dayı rehberlik etmese daha da haberimiz olmayacaktı...



DÜZİÇİ YEŞİLOVA'YA BAHAR GELDİ

 

4 Mayıs 1952 Pazar, Yeşilova…

Yeşilova’da günler, haftalar, aylar geçti ve 1952 yılının bahar aylarına girildi.

Sarı renkte çiçeklerle bezeli Düziçi ovalarında otlanan büyükbaş hayvan sürüleri ile beslenebilmek için yiyecek arayışına giren leylek sürüleri, renkli görüntüler sergiliyordu.

Büyükbaş hayvan sürüleri ile leylekler, içme suyu ihtiyacını da yaylanın ortasından geçen akarsulardan karşılıyordu.

8 yaşına girmiştim...

Ilıman bir iklime sahip olan Çukurova’nın bir parçası olan Yeşilova’da da ekim-dikim zamanıydı.

Eli ayağı tutanlarla beraber ben de köydeki tarlaların ekim-dikime hazırlık çalışmalarına katılıp çapa yaptım, fidelerin dikiminde çalıştım.

Günler günleri kovalıyordu. Yakında yaz aylarına girecekti. Yeşilova ve bizi kışın konuk eden Yeşilovalılar bize yeterince konukseverlik göstermişlerdi. Karagözlülere iş verme kapasiteleri yoktu.

Çukurova’da yine Mevsimlik İşçi olarak mı çalışacaktık? Sorusuyla birlikte aklıma Akçasaz Bataklıkları ve bir türlü kendimizi kurtaramadığımız bulut gibi sivrisinekler, Halil Dedemin ölümü, çapaklanan gözlerim, gündüzü geceye çeviren boranlar geliyordu.

Yeşilovalılara teşekkür ve minnet borçluyduk.

Tarlada, bahçede ve hayvanların bakım ve yayılmasında yardım ediyorduk. Yardımlarımız karşılıksız kalmıyordu. Et, süt, yoğurt ve peynir veriyorlardı bizlere. Böylece, 1951 yılını 1952 yılına bağlayan kış ve bahar aylarını sorunsuzca Yeşilova’da geçirmiştik.

Yeşilova Köyünü ve sakinlerini sevmiştik. Bulgaristan’daki köyümüz Karagözleri andırıyordu. Eğimli olan Düziçi Ovasıyla Amanos Dağlarının bir bölümüne yaslanmıştı. Karagözlerdeki Sakar Balkana benzetmiştim hep. Bu güzelim köyde bizleri geçindirip, biraz da kış ayları için para biriktirebileceğimiz iş yoktu. Babamla Ömer Dayı yine Ceyhan’a gitmişlerdi yerleşim durumumuzu öğrenmek için.

1951 yıllarında Yeşilova Köyünün bağlı bulunduğu Haruniye ki sonraki adı Düziçi olmuştu, ulaşım olarak şanslı bir bölgede yer almaktaydı.

Düziçi Köy Enstitüsü’nün burada kurulma nedenlerinden biri ulaşım kolaylığı olurken diğeri verim oranı çok yüksek olan alüvyonlu topraklardı. Önemli bir kavşak noktasında bulunan Haruniye Adana-Gaziantep karayoluna 10-15 km uzaklıktaydı. Hemen yanı başından da tren yolu geçmekteydi.

Yanı başımızdaki Düziçi Köy Enstitüsü rüyalarımı süslemeye başlamıştı. Acaba ben de bu okullardan birinde okuyabilir miydim?

Ancak, öncelikle önümüzdeki yaz nerede, nasıl iş bulup başımızı sokacak bir edinmeliydik.

Başımızın çaresine bakmalıydık ama nasıl?

16 Haziran 2022 Perşembe

YEŞİLOVA'DA KIZ KAÇIRMA VAKASI


24 Mart 1952 Cumartesi, Düziçi Yeşilova…

Düdük sesleriyle uyanmıştık derin uykumuzdan. Tanyeri ağarmamıştı daha…

Ne oluyor demeye kalmadan, ellerindeki bir gaz feneri ile, Köy Muhtarı ile birlikte köy bekçisi ve öfkeli birkaç kişi daha dayanmıştı kapımıza. Babamı ve Kerim dayımı sormuşlardı…

Sahi babam yoktu evde… Anam gelenlere ‘’Ahmet yok evde, Kerim’den de haberim yok.’’ Dedikten sonra, korkulu gözlerle gelenlere bakan bana ve kardeşime ‘’Gidin yatın, korkacak bir şey yok.’’ Demişti. Bu arada Ömer dayı da gelmiş, Köy Muhtarı ve beraberindekilerle konuşup, göndermişti onları.

Olağanüstü sayılabilecek gece yarısı olayının nedeni öğleden sonra anlaşılmıştı. Kerim dayım, daha sonraki yıllarda, kendisine 50 yıl hayat arkadaşlığı yapacak olan Ayşe yengeyi istemiş ancak Karagöz ailesi vermemişti.

Kerim dayım babamdan yardım istemişti. İstemişti çünkü Halil dedemi pamuk tarlalarında kaybedince dayılarım babamı babaları olarak bilmişlerdi. Babam da kayınbiraderlerini severdi.

Karagöz ailesi vermemekte direnince, Karagöz ailesinin kızını kaçırmaya karar vermişlerdi.  Günler öncesinden yapılan plan gereği, Kerim dayım babamı da yanına alarak, gece yarısını geçe, Ayşe Karagöz’ü babasının yaşadığı evden zorla kaçırmıştı.

Karagöz ailesi büyükleri Köy Muhtarına durumu bildirerek şikâyetçi olmuşlar, onlar da bizim eve gelmişlerdi. Ortalık biraz sakinleştikten sonra, Ömer dayı ile bazı göçmenlerin de araya girmesiyle, Kurtuldu ve Karagöz aileleri anlaşmış, mahkemelik olmadan sorun çözülmüştü.

Tek düze olan Yeşilova’daki hayatımız kız kaçırma olayı ile renklenmişti.

Hem yeni evlilere hem de bizlere, hayvan ahırlarından bozma da olsa, Ömer Dayı ve köylülerce tahsis edilen tek gözlü evler, pamuk tarlalarındaki naylon çadırlarımızdan sonra, saray gibi gelmişti. Yeni evlilere de tek gözlü bir hayvan barınağı ev olarak düzenlenmişti.

AYÖO ÜNİVERSİTE HAZIRLIK KURSLARI

  17 Haziran 1964 Çarşamba, Ankara... İstanbul Zeytinburnu'nda, güneş ışınları yattığımız odanın perdeleri arasından sızarken uyandı...