17 Temmuz 2022 Pazar

YUKARI ÇUKUROVA KASABASI OSMANİYE

 


6 Ağustos 1954 Cuma, Osmaniye…

Her gittiğim yerle bütünleşmek isteyen biri olarak, öncelikle Halk Kütüphanelerini bulmaya çalışırım ki bilgi edinebileyim.

İş, aş ve yeni bir yaşam kurmak için ikinci kez geldiğimiz Osmaniye'de öyle oldu. Henüz İl olmamıştı, Adana’nın kazasıydı.

Milattan önce 3 000 yılından başlayarak onlarca beylik ve devletin egemenliğine girmiş olan Osmaniye, Yukarı Çukurova’nın Ceyhan Havzası içinde yer alır.

Osmaniye yöresi 19. yüzyılın sonlarında Adana İlinin Cebelibereket Sancağına bağlı bir kasaba olarak yönetildi.

Osmaniye 23 Aralık 1918’de Fransızlar tarafından işgal edildi.

Gösterdiği şanlı direniş ve Ankara hükümetinin bastırmasıyla, 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması’nın ardından, 29 Aralık 1921’de Osmaniye’yi terk ettiler.

7 Ocak 1921 de bütünüyle işgalcilerden kurtuldu. Osmaniye’nin resmî kurtuluş tarihi 7 Ocak olarak belirlendi.

Cumhuriyet’in kuruluşunun ilk yıllarında sancaklar vilâyet haline dönüştürülürken Cebelibereket sancağı da İl yapıldı. Osmaniye bu ilin merkezi olmuştu. Cebelibereket ili 1933’te lağvedilince, Osmaniye de bir kaza merkezi olarak Adana iline bağlandı.

Dünyanın en verimli ovalarından biri olan Çukurova deltası, bir tarafının deniz, diğer tarafının dağlarla kuşatılmış olmasının yanı sıra Torosların, kara ikliminden koruyucu etkileri içindedir.

Yukarı Çukurova’nın Ceyhan havzasında bulunan Osmaniye tarımsal açıdan büyük öneme sahiptir. Giderek ülkemizin yer fıstığı ambarı oldu.

Çocukluk anılarımın unutulmazları arasında yer alan Osmaniye, yeryüzü yüzey şekilleri açısından ender yerlerden biridir. Arazinin eğimi, güneyden itibaren, kuzeye ve doğuya doğru gittikçe yükselir.

Deniz yüzeyinden 118 metre yükseklikte konumlanmış olan Osmaniye yeryüzü şekilleri, iklim, toprak ve su kaynakları bakımından insanların yerleşmesi için oldukça elverişlidir.

Batı kesimlerinde Adana ovasının düzlükleri yer alıyorken kuzeyinde, Elbistan köylerinden gelirken zorlukla geçtiğimiz Amanos dağları (Gâvur dağları), kuzeybatı yönünde Toros dağları, doğusunda Dumanlı, Düldül ve Tırtıl dağları bulunur.

Yörenin böyle önemli bir stratejik konum kazanmasında Toros geçitlerinin de büyük rolü vardır.

Çukurova’ya batı tarafından girmek veya buradan çıkmak ancak bu dağlar arasında bulunan geçitleri kullanarak mümkün olmaktadır

Bu geçitlerden ilki Gülek Boğazı, ikincisi Sartavul geçidi, üçüncüsü ise; Çakıt Vadisi’ni takiben, birçok yerde ancak tünellerle demiryolu ulaşımına imkân sağlayan Horoz geçidi ’dir.

Çukurova’ya doğu tarafından girebilmek için Gâvurdağı iki yerde geçit vermektedir.

Bunlardan birisi güneybatıda Belen geçidi, diğeri de kuzeydoğuda Aslanlıbel geçididir.

Osmaniye’ye oldukça yakın olan Aslanlıbel geçidi bilhassa tarih boyunca bilim adamlarınca “Amanos’ un Kuzey Geçidi”, “Darius Geçidi”, “Pylae Amanides”, “Billali geçidi”, “Bahçe geçidi”, “Arslan boğazı”, “Amanos kapıları” gibi isimlerle anılmıştır.

Yörenin dağlık ve ovalık coğrafî yapısı, ilk zamanlardan itibaren halkın sosyal ve kültürel gelişmesini derinliğine etkilemiştir.

Dağlık kesimde yaşayanlar, kendilerini kolaylıkla savunabilmek ve saklanmak için, kaleler inşa etmişlerdir.

Bu kaleler, erişilmesi güç, sarp kayalıklarla çevrili sığınaklardır.

Derebeyleri dağlara yerleşmiş, memur ve tüccarların yaşadığı ovalık kesimde ise, büyük şehirler kurulmuş ve gelişmiştir.

Osmaniye’nin de içinde bulunduğu bölge Türklerin fethinden önce Kilikya olarak adlandırılıyordu.


MİSLİ'DEN OSMANİYE KAZASINA GÖÇ KARARI

 


31 Temmuz 1954 Cuma, Misli…

Okul tatile gireli bir buçuk aydan fazla olmuştu.

Hepimizi bir baba gibi kucaklayan öğretmenimizin önerilerinden ilkini, okul kütüphanesindeki çocuk kitaplarından en az 5 tanesini okuma önerisini yerine getirme telaşındaydım.

İlk kitabım ‘’Kaplumbağa ile Tavşan’’ olmuştu.

Kitabı bitirdiğimde ‘’kararlılık ve azmin’’ önemini kavramış, önümüze çıkabilecek bütün engelleri ‘’kararlılık ve azimle’’ yenebileceğimi anlamıştım.

Tavşandaki aşırı güvenin kendisine engel koyduğunun farkına varmıştım.

Aşırı güven zararlıydı. Kaplumbağa gibi karalılık ve azimle, yılmadan yolumuza devam etmeliydik.

Okudukça okuma hızım arttığı gibi hayal gücüm gelişiyor ve öğreniyordum.

Öğrendikçe, hayal gücüm geliştikçe de önüme çıkacak olan fırsatlara hazırlıklı hissediyordum kendimi.

Hazırlıklı olarak fırsatlarla karşılaşmak istiyordum.

Bir yerden duymuş ya da okumuş olmalıydım.

Şans denilen bir şey yoktu.

Hazırlıklı olarak fırsatla karşılaşmak şansı yaratıyordu. Bir başka deyişle, şansınızı kendiniz yaratıyordunuz.

Bu olguyu hiç unutmamış, kendi şansımı kendim yaratmış ve yaratmayı da sürdürecektim.

Öyleydi çünkü katılacağınız sınavlara dört dörtlük hazırlanır ve zamanında sınav salonunda bulunursanız sınavı kazanıyordunuz. Şansınızı kendiniz yaratmış oluyordunuz.

Bir taraftan okulda bulabildiğimiz çocuk kitaplarıyla okuma hızımı, öğrenme ve hayal gücümü, kararlılık ve azmimi arttırmaya çalışırken, diğer taraftan da köydeki mağaraların ve kilisenin gizemlerini çözmeye çalışıyordum diğer arkadaşlarımla.

Derken…

Temmuz ayının sonlarına doğru, bir yıldır Osmaniye’de çalışmakta olan babam gelip, ‘’Toplanın Osmaniye’ye gidiyoruz.’’ Dedi.

Yeni bir göç olayı daha mı? Demiştik kardeşimle…

Göç çilemiz ne zaman sona erecekti? Ne zaman yerleşik düzene geçecektik?

Sorularımızın büyük bölümü yanıtsız kalmıştı.

Babam ‘’Nerede geçinebilecek iş bulduysak oraya gideceğiz.’’ Demişti.

Çaresiz toparlanmaya başlamıştık. Başlamıştık çünkü Misli Köyünde evimizden başka hiç bir şeyimiz yoktu. Evimizi de yemek ve yiyecek yapamayacağımıza göre Osmaniye’ye gitmek zorundaydık.

Kısa sürede toparlanıp 8 km doğudaki Hüyük İstasyonu aracılığıyla, bir kez daha 350 km tren yolculuğu yaparak Osmaniye’ye geri dönecektik…

İlk kez Elbistan Hasanköy ’den, 1951 yılının Temmuz ayında Gâvur Dağlarını aşarak, mevsimlik işçi olarak Ceyhan pamuk tarlalarına, sonra da Osmaniye yerfıstığı tarlalarına gitmiştik.

Bakalım bu kez nasıl bir ortamla karşılaşacaktık…

15 Temmuz 2022 Cuma

1953-54 EĞİTİM VE ÖĞRETİM YILI SONU

 


12 Haziran 1954 Cumartesi, Misli…

Bir tarafımdan diğer tarafıma döndükten sonra  yorganı biraz daha üzerime çektim. Karne heyecanıyla gece uyuyamamıştım. Biraz daha uyumak istiyordum…

Tam dalmak üzereydim ki anamın,

-Mehmeeet… Mustafaaa… Hadi, kalkın artık, okula geç kalacaksınız.

Sesiyle gözlerimi ovuşturarak kalktım…

Bugün 1953-54 Eğitim ve Öğretim yılının sonuydu. İlkokul birinci sınıfı bitirmiştik. Karnelerimizi alacaktık

Kardeşimle birbirimize ibrikten döktüğümüz sular ile elimizi yüzümüzü yıkayıp, kurulandıktan sonra, yer bezinin üzerine konulmuş sininin çevresinde yerlerimizi aldık.

Anam tarhana çorbası yapmış, yanına da karabuğday ekmeği koymuştu.

Ekmekten büyükçe bir parça kopardıktan sonra tarhana çorbasını kaşıklamaya başladım.

Yan gözle baktığım kardeşim Mustafa da hızla kahvaltısını bitirmeye çalışıyordu. Bir an önce okula gidip, karnelerimizi almak istiyorduk.

Kahvaltıdan sonra, anamın ellerini öpüp hayır dualarını alıp büyük bir hızla okulun yolunu tuttuk…

Birinci, ikinci ve üçüncü sınıfları aynı derslikte yetiştiren öğretmenimizin olağanüstü çabaları ve sevecen baba tavrı bizler için itici güç olmuştu.

Gerçekten çok çalışmış, okuma ve yazmayı zamanından önce başarmış, öğretmenimizden tam not almıştık.

Okulun önünde, bayrak direğinin dibinde, öğretmenimizle birlikte diğer sınıfları  okutan Başöğretmen öğrencilerini bekliyordu. İkisi de her zamanki gibi kravatlı takım elbiseliydiler…

Bütün öğrencileri gelip, sıraya dizildikten sonra Başöğretmen,

-Günaydın çocuklarım.  Önce andımız ardından da İstiklal Marşı okunarak bayrak merasimini tamamlanacak.

Dedi ve töreni başlattı.

Andımız her sabah okunmasına karşın Bayrak Merasimleri Cumartesi son dersten sonra, Pazartesi günleri de ilk dersten önce yapılan uygulamalardı.

Bayrak merasiminden sonra son kez sınıflarımıza girdik.

Birinci sınıflardan başlayarak,  karnelerin dağıtımı yapıldı. Hem kardeşim Mustafa’nın hem de benim bütün notlarımız on üzerinden on idi.

Köydeki diğer öğrenci arkadaşlarımızın da büyük bir bölümü bizim gibi sonuç almışlardı. Bir süre karne sevincimizi izleyen öğretmenimiz, ‘’Çocuklarım’’ diye başlayarak yaz tatili önerilerine geçti.

Öğretmenimizin yaz tatili önerilerinde, öncelikli olarak okul kütüphanesine kazandırdığı kitapları okumamız vardı.

1954-55 Eğitim ve Öğretim Yılının başlayacağı Eylül ayına kadar her öğrenci tarafından en az 5 kitap okunmasını ve özetlenmesini istemiş, ardından da ailelerinizin işlerinde yardımcı olun. Hayvanlarınız varsa bakımlarını öğrenin.

Bütün bu uyarılarından sonra bir kez daha ülkemizin gözbebeği dediği eğitim ve öğretim kurumları olan Köy Enstitüleri’ni uzun uzun anlattı. Hedefimizin Köy Enstitülerinin ardılları olan İlköğretmen Okulları olmasını sağlamak istiyordu adeta.

Öyle de olacaktı önümüzdeki yıllarda…

İLKOKUL BİRİNCİ SINIF YARIYIL TATİLİ


23 Ocak 1954 Cumartesi, Misli (Konaklı)…

Bugün öğleden önce karnelerimiz dağıtıldı. Kardeşimle ben bütün derslerimizden ”Pekiyi” almıştık. 

İlkokul birinci sınıfa başladığımız 21 Eylül 1953 Pazartesi gününden bu yana geçen 5 aylık eğitim ve öğretim yılında oldukça yol almıştık.

Birinci sınıftaki bütün arkadaşlarımız okuma yazmayı sökmüş, mektup yazar hale bile gelmiştik. Anam çok sevinmişti, babamdan gelen mektupları okuyacak birini bulma gereği ortadan kalktığı için.

Gelecek yaşamımda önemli bir yeri olacak Osman arkadaşımla önce bize uğradık. Anamın ellerini öpüp, hayır duasını aldıktan sonra Osman’ın anası Hatice Teyze’ye uğrayıp, ellerini öpüp, onun da hayır dualarını aldık.

Hatice teyzelerden eve dönerken zihnim beni zamanda geriye, ilkokula başladığımız günlere ve sonrasına götürdü.

Zoru başarmıştık, başarmak zorundaydık. Osmaniye’de günlük işçi olarak çalışmakta olan babamın dediği gibi, okumak kurtuluşumuz olacaktı.

Bir ay önce babamdan aldığımız mektuba göre, sürekli günlük iş bulabildiğini, önümüzdeki yaz tatilinde bizi Osmaniye’ye alacağını yazmıştı.

Bizim gibi Göçebe ailelerin yemek ve çalışma masaları olmazdı. Olamazdı çünkü göç esnasında taşınma sorunları yaratırlardı. Her taşınmada en az yer kaplayan küçük denklere ihtiyaç vardı.

Öyle ki bazen yaptığın denkleri sırtında taşımalıydın Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak inen dağ köylülerinin yaptığı gibi. Masaları sarıp, sarmalayıp denk haline getiremezdiniz.

Ergenekon Destanıyla başlayan göç hareketimiz, Osmanlı Beyliğinin 1300’lü yıllarda Bizans’a yakın sınır bir bölgede ortaya çıkmasıyla sürmüş ve Rumeli’ye geçiş, Osmanlı Devleti’nin büyümesinde en etkili rolü oynamıştı. 

Osmanlının güçlü olduğu 1300’lü yıllarda balkanlara doğru başlayan göç, 1683’teki İkinci Viyana Kuşatmasından sonra tersine dönmüştü.

Ergenekon’dan çıkışla başlayan ve yaklaşık 1600 yıl süren göç hareketlerinde yemek ve çalışma masası gibi yüklere yer yoktu. Anadolu insanı bu yüzden yer sofrası kullanırdı. 

Ancak Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyetle birlikte yerleşik düzene geçtikten sonradır ki yemek ve çalışma masası kullanılmaya başlanmıştı.  Hala varsıl olmayan bizim gibi göçebe ailelerde ve  birçok yörede yemek yer sofrasında yenmekteydi.

Misli ’de Yemek yer sofrasında yendiği gibi ödevlerin yapılması da yerde, yüzükoyun yatılarak yapılırdı. Sonraki aylarda, her nasılsa elde ettiğimiz plastik bir leğeni ters çevirerek üzerinde yazmaya başlamıştık.

Yerleşik düzene geçinceye ve kardeşimle ben evleninceye kadar, babam Ahmet Akıncı’nın evinde yer sofrası kurulmuştu. Bizler evlendikten sonradır ki babam, satın almak yerine, sandalyeleriyle birlikte yemek masası da yapmıştı.

Kış aylarında gündüzler kısa, geceler uzundu. Karanlık basmadan ödevlerimizi bitirmeye çalışır, genellikle bitirirdik te.

Aralık ayında, okul çıkışı eve ulaştığımızda hava kararmış olurdu. Ödevlerimizi yapmak için gerekli olan ışık mumlar ya da fitilli gaz lambalarıyla sağlanırdı.

Öyleydi çünkü 1950-60’lı yıllarda İç Anadolu köylerinde elektrik yoktu. Yoksul ailelerde fitilli gaz lambaları, varsıl ailelerde kandiller kullanılırdı.

Yeni kuşakların pek bilemeyeceği fitilli gaz lambaları beş parçadan oluşurdu. En altta küçük bir gaz tankı, hemen üzerine eklenmiş bir gaz ayar çarkı, çarkı da içine alan gaz deposu, çarkın içinden geçerek şişenin içine giren yassı bir fitil ve en üstte, alevi koruyacak ince ve kırılgan gaz lambası şişesi. 

Türkiye’ de 1800’lü yılların sonlarına doğru ev, dükkân ve kahvehanelerde gaz lambaları ile aydınlatma yapıldığını öğrenmiştim sonraki yıllarda.

1900’lü yılların ortalarında Türkiye’de beş milyona yakın gaz lambası tankı ve şişesi üretildiği söylenmişti. Ancak bu tarihlerde üretimine devam edilen bir diğer gaz lambası çeşidi daha vardı.

Bunlar şişesi olmayan, ancak yine gaz yardımı ile ateşlenen lambalardı. Bu tip lambalar, içine gaz konulan bir tanktan, fitilin dışarı uzanmasına yarayan delik veya deliklerden oluşur ve daha çok ‘kandil’ adıyla anılırdı.

Kandil ve fitilli lambalarda kullandığımız gazyağını idareli kullanmak önemliydi. Önemliydi çünkü sadece bir bakkalın bulunduğu köyde gazyağı bulmak da pek kolay değildi. Bulsak bile bazen paramız olmazdı.

Bereket o dönemlerde bakkalların veresiye defterleri olurdu da sorun, zamanında ödediğin sürece, sorun olmaktan çıkardı.

Kara ikliminin hüküm sürdüğü kış ayları Misli Köyünde oldukça zorlu geçerdi. Bir giriş ve iki odamızın olduğu evimizde bulunan sobamızda yakıt olarak saman ya da tezek kullanmıştık.

Genelde büyükbaş hayvanların dışkısıyla kolay tutuşsun diye içine biraz ot ve saman karıştırılarak yapılan ilkel bir yakıt türüydü tezek.

Ekmek Teknemiz olarak adlandırdığımız bir çift öküzün dışkılarının yanı sıra, okul açılmadan önce köyün büyükbaş hayvanlarının peşinde koşturarak, yollara bıraktıkları dışkılarını toplamıştık.

Buğday hasadından bize kar kalan samanla karıştırarak bir hayli tezek yapmıştık. Çok mecbur kalmazsak günde bir defa soba yakardık idareli kullanalım diye.

Sobaya attığımız tezek 15-20 dakika sonra ömrünü tükettiği gibi ürettiği ısı enerjisi de 45-50 dakika etkisini sürdürürdü. Bu süre içerisinde ödevlerimizi bitirirdik. Bitiremezsek yatağın içinde tamamlardık.

Babamım Osmaniye’de olduğu bu dönemde beslenme konusuna gelince, buğday hasadının yarısını una çevirmişti babam, ekmek sorunumuz yoktu. Bol miktarda mercimeğimiz ve patatesimiz de vardı. Daha ne olsundu…

Pamuk tarlalarındaki koşullarımıza göre oldukça iyi durumdaydık. Rahmetli babam kış ortalarına doğru biraz para da göndermişti. Bayram etmiştik. Eksiklerimizi tamamlamış, rahatlamıştık.


10 Temmuz 2022 Pazar

OKUMA YAZMAYI SÖKTÜK

 



21 Kasım 1953 Cumartesi, Misli (Konaklı)...

İki derslikli Misli'de, üç sınıf bir arada eğitim ve öğretim görmesine rağmen, kardeşimle ben okuma yazmayı söktük.

Sökemeyen birkaç kişi olsa da öğretmenimiizn olağanüstü gayretlerine bizimki de katılınca olumlu sonuç alındı.

Akıncı Ailesi'nin çocuklarının okuma yazmayı sökmesi birincil öncelikti.

Çiftçilik denemesinin hüsranla sonuçlanması ertesinde babam, Misli civarında iş bulamayınca, zorunlu olarak nafakamız için Osmaniye'ye gitmişti.

Babamdan gelen mektupları okumanın yanı sıra kendisine mektup da yazmamız için okuma yazmayı sökmek zorundaydık.

Öğleden sonra babama mektup yazarak müjdeledik okuma yazma öğrendiğimizi.

Kolay olmadı bu sonuca ulaşmak.

Olmadı çünkü evimizdeki çalışma koşulları hiç mi hiç uygun değildi.

Bizim gibi Göçebe ailelerin yemek ve çalışma masaları olmazdı.

Olamazdı çünkü göç esnasında taşınma sorunları yaratırlardı.

Osmanlı Beyliği 1300’lü yıllarda Bizans’a yakın sınır bir bölgede ortaya çıkmış, Rumeli’ye geçiş, Osmanlı Devleti’nin büyümesinde en etkili rolü oynamıştı.

Gelişme Rumeli’de gerçekleşmiş, Edirne Osmanlının Başkenti olmuştu. Bu nedenle Osmanlı Devleti, Rumeli güdümlü bir Türk- İslam Devletiydi.

Osmanlı Rumeli’deki varlığını güçlendirmek ve sürdürebilmek için, Anadolu’daki pek çok Türkmen grubunu sürgünler ve iskânlar neticesinde Rumeli’ye yerleştirmişti. 

Osmanlının güçlü olduğu dönemde Anadolu’dan Rumeli’ye ve Balkanlara akan göç, zayıf düştüğünde tersine dönmüştü.  1300’lü yıllarda balkanlara doğru başlayan göç, 1683’teki İkinci Viyana Kuşatmasından sonra tersine dönmüştü.

Yaklaşık 600 yıl süren göç hareketlerinde yemek ve çalışma masası gibi yüklere yer yoktu. Anadolu insanı bu yüzden yer sofrası kullanırdı.

Misli ’de Yemek yer sofrasında yendiği gibi ödevlerin yapılması da yerde, yüzükoyun yatılarak yapılırdı.

Sonraki aylarda, her nasılsa edinilen plastik bir leğeni ters çevirerek üzerinde ödev yapmaya başlamıştık.

Karanlık basmadan ödevlerimizi bitirirdik, bitirmeye çalışırdık.

Kış aylarında gündüzler kısa, geceler uzundu. Okul çıkışı eve ulaştığımızda hava kararmış olurdu.

Ödevlerimizi yapmak için gerekli olan ışık mumlar ya da fitilli gaz lambalarıyla sağlanırdı. Öyleydi çünkü 1950-60’lı yıllarda İç Anadolu köylerinde elektrik yoktu.

Yoksul ailelerde fitilli gaz lambaları, varsıl ailelerde kandiller kullanılırdı.

Yeni kuşakların pek bilemeyeceği fitilli gaz lambaları beş parçadan oluşurdu.

En altta küçük bir gaz tankı, hemen üzerine eklenmiş bir gaz ayar çarkı, çarkı da içine alan gaz deposu, çarkın içinden geçerek şişenin içine giren yassı bir fitil ve en üstte, alevi koruyacak ince ve kırılgan gaz lambası şişesi... 

Türkiye’ de 1800’lü yılların sonlarına doğru ev, dükkân ve kahvehanelerde gaz lambaları ile aydınlatma yapıldığını öğrenmiştim sonraki yıllarda.

1900’lü yılların ortalarında Türkiye’de beş milyona yakın gaz lambası tankı ve şişesi üretildiği söylenmişti.

Ancak bu tarihlerde üretimine devam edilen bir diğer gaz lambası çeşidi daha vardı. Bunlar şişesi olmayan, ancak yine gaz yardımı ile ateşlenen lambalardı.

Bu tip lambalar, içine gaz konulan bir tanktan, fitilin dışarı uzanmasına yarayan delik veya deliklerden oluşur ve daha çok ‘kandil’ adıyla anılırdı.

Kandil ve fitilli lambalarda kullandığımız gazyağını idareli kullanmak önemliydi.

Önemliydi çünkü sadece bir bakkalın bulunduğu köyde gazyağı bulmak da pek kolay değildi. Bulsak bile bazen paramız olmazdı.

Bereket o dönemlerde bakkalların veresiye defterleri olurdu da sorun, zamanında ödediğin sürece, sorun olmaktan çıkardı.

Kara ikliminin hüküm sürdüğü kış ayları Misli Köyünde oldukça zorlu geçerdi.

Bir giriş ve iki odamızın olduğu evimizde bulunan sobamızda yakıt olarak saman ya da tezek kullanmıştık.

Genelde büyükbaş hayvanların dışkısıyla, kolay tutuşsun diye, içine biraz ot ve saman karıştırılarak yapılan ilkel bir yakıt türüydü tezek.

Hayvanlarımız yoktu. Okul açılmadan önce köyün büyükbaş hayvanlarının peşinde koşturarak, yollara bıraktıkları dışkılarını toplamıştık. Buğday hasadından bize kar kalan samanla karıştırarak biraz tezek yapmıştık.

Çok mecbur kalmazsak günde bir defa soba yakardık idareli kullanalım diye.

Sobaya attığımız tezek 15-20 dakika sonra ömrünü tükettiği gibi ürettiği ısı enerjisi de 45-50 dakika etkisini sürdürürdü. Bu süre içerisinde ödevlerimizi bitirirdik. Bitiremezsek yatağın içinde tamamlardık.

Zorlu geçse de pamuk tarlalarındaki koşullarımıza göre oldukça iyi durumdaydık...

4 Temmuz 2022 Pazartesi

NİĞDE MİSLİ'DE İLKOKULA BAŞLIYORUZ

 


21 Eylül 1953 Pazartesi, Misli (Konaklı)…

Misli ‘de ikinci yıla girmek üzereydik.

Bu arada benim yaşım 9 kardeşiminki de 8’e merdiven dayamıştı. Okula başlama çağımız gelmiş, geçmek üzereydi. Üstelik okula kayıt dönemi de gelmişti.

Her insanın ilkokula kaydının başlangıç yılıyla ilgili heyecanlı ve unutulmaz anıları vardır, olmalıdır da. İlkokula başlayacak olan çocuklar kadar aileleri için de bir dönüm noktasıydı ilkokula başlamak…

Başlamak ve 5 yıl süreyle geleceğin alt yapısını oluşturmak…

Hele hele bizim gibi Balkanlardan göç etmiş ailelerin çocuklarının eğitimi, ailelerin ve çocukların kurtuluşu anlamına geliyorsa.

Demişti rahmetli babam…

Eğitim ve öğretimin önemini sürekli vurgulayan, biraz okuma yazmayı askerlik döneminde öğrenmiş olan babam ilkokula başlama döneminde yanımızda olamamıştı.

Olamamıştı çünkü buğday hasadındaki hüsrandan sonra Osmaniye’ye  çalışmaya, daha doğrusu günlük ya da mevsimlik iş bulmaya gitmişti.

Babam şansını Osmaniye’de deneyecekti. Ne de olsa Dağın öteki yakasında bulunan Çukurova’nın bir parçasıydı Osmaniye. Koşullar elverir de ailesini geçindirebilecek bir iş edinirse bizi de alacaktı.

Osmaniye az çok bilinen bir yerdi. Osmaniye’de yaklaşık 18 ay önce Yerfıstığı hasadı yapmış, kabuklarından ayırmıştık. 1951 yılını 1952 yılına bağlayan kış ayını  da Yeşilova köyünde konaklayarak geçirmiş, Temmuz 1952’de de Misli’ ye gelmiştik.

Misli ’de tek odalı bir öğretmen evinin de bulunduğu iki derslikli bir ilkokul vardı. Okuldaki Başöğretmen köyü dolaşmış, köy muhtarının da yardımıyla ilkokul çağındaki bütün çocukların kaydını yapmıştı.

Bütün öğrenciler okulun önündeki kumluk bir alanda toplanmıştık. Hemen hemen hiçbirimizin ayakkabısı yoktu. İç çamaşırımızın bile  olmadığı kara şalvarlarımız ve mintanlarımız vardı.

Adını anımsayamadığım başöğretmen ki aynı zamanda üç sınıfın öğretmenliğini de yapacak olan genç ve enerjik birisi ‘’Hoş geldiniz çocuklar’’ Dedikten sonra okumanın erdemlerini anlatmıştı saatlerce.

Örnekler vermiş, ilkokul dönemi sonrasında gidebileceğimiz parasız yatılı Köy Enstitülerinden de söz etmişti. Hepimize sevecen bir baba gibi davranmıştı. Sevmiştik öğretmenimizi.

Defter kalem gibi gerekli kırtasiye malzemelerinin de kaydımızı yapan öğretmenimiz tarafından sağlanmıştı. Zamanla, Köy Enstitüsü mezunu olduğunu öğrendiğimiz öğretmenimiz bizlere her fırsatta uzun uzun Köy Enstitülerini anlatmıştı.

Buralardan mezun olanların yurdun dört bir tarafına dağılarak, ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için maddi ve manevi her türlü fedakârlıkta bulunduklarını özenle vurgulamıştı.

O yıllardaki Köy Enstitüsü kökenli öğretmenlerimiz, bizim gibi çaresiz ve umarsız çocukların defter, kalem, silgi, kitap gibi ihtiyaçlarını  kendi maaşlarıyla sağlıyorlardı.

Her ne olursa olsun, ekonomik yönden sıfırı tüketmiş olan bizim gibi  köy çocuklarının yardımına koşmuşlardı her zaman. Onlara minnet borçluyuz.

Işıklar içinde uyusunlar…

Kardeşimle birlikte aynı sınıftaydık. Bulunduğumuz derslikte birinci, ikinci ve üçüncü sınıflar birlikte ders yapıyorduk. Zaten fazla öğrenci de yoktu, derslik üç sınıfı da bünyesinde barındırıyordu.

Öğretmenimiz birinci sınıflara ders anlatırken ikinci ve üçüncü sınıflara ödev vermiş oluyordu. İkinci sınıflarla ders yaparken de birinci ve üçüncü sınıflar ödev yapıyordu seslerini çıkarmadan.

Birinci sınıfta olan bizlerle daha çok ilgilenen öğretmenimiz bir an önce okuma ve yazmayı söktürmeye çalışıyordu.

Bizler de bütün gücümüzle gayret ediyorduk. Ediyorduk çünkü okumak, iyi bir eğitim görmek kurtuluşumuz olacaktı...


3 Temmuz 2022 Pazar

EKMEK TEKNEMİZ SATILIYOR

 


15 Temmuz 1953 Çarşamba  Misli(Konaklı)…

Henüz traktörün İç Anadolu’ya girmediği 1950’li dönemlerde tarımsal ekonominin temel üretim aracı bir çift öküzle çekilen kara sabandı.

Kuru tarımın yapıldığı iklim kuşaklarında ki Misli Ovası da buna dâhildi.

Temel üretim aracı bir çift öküz olduğundan, Ekmek Teknesi olarak bildiğimiz bir çift öküzümüz ve elden düşme bir arabamız olmuştu.

Ne var ki, hasat sonu beklediğimiz gibi olmamış, ektiğimiz kadarını alabilmiştik.

Geçen yıl elimizde ne varsa, çiftçilik yapabilmek için gerekli olan iki öküz, elden düşme bir araba, tarım aletleri için harcanmış ve hiç paramız kalmamıştı.

Hasat sonu öderiz diye de köyün tek bakkalından, adımıza açılan bir defter üzerinden, alış veriş yapmış ve oldukça borçlanmıştık.

Üstelik bakkala olan borcumuzu ödeyemediğimizden, mahcup olduğumuz gibi, bundan sonra veresiye alış veriş de yapamazdık.

Babam çok üzgündü. Adeta çökmüştü ailesinin geçimini sağlayamadığı için.

Misli’ de çiftçilik yapmaktan vazgeçen babam, bir hafta on gün iş aradı Niğde ve yakın çevresinde. Niğde ve çevresinde iş yoktu.

Bir yıl önce geldiğimiz Adana’nın kazası Osmaniye’de iş ve aş bulabileceği kanaatine ulaşınca, Osmaniye’ye gitmeye karar vermişti geçen hafta cuma günü.

O akşam hiçbirimizin boğazından lokmalar geçmedi. Uzun bir sessizlikten sonra, üzerine titrediğimiz bir çift öküzümüzle elden düşme arabamızın ve una dönüştürülmeyen  buğdayın satılması kararına varıldı.

Ekmek teknemizin üzerine titreyen babam, kardeşimle bana hissettirmemeye çalışsa da, için için ağlamıştı.

11 Temmuz 1953 Cumartesi gününe kadar satış işlemleri gerçekleşmiş, bakkala olan borcumuz ödenmiş, babam anama da 400 Lira para bırakmıştı yıl içindeki giderlerimiz için.

Ayrıca, kış boyunca yetecek kadar mercimek ve gaz lambasında kullanılacak olan gazyağı aldıktan sonra, 12 Temmuz Pazar günü trenle Osmaniye’ye gitti.

Yaşlı gözlerle arkasından baka kalmıştık…                          


BUĞDAY HASADINDA HÜSRAN

 


5 Temmuz 1953 Pazar, Misli (Konaklı)…

Bulgaristan’da çiftçiler tahıl ektikleri tarlalarından bire yirmi, bazen de bire otuz ürün alırlardı.

Misli koşullarında bu oranı bekleyemezdik ama hiç olmazsa bire on ürün beklentimiz vardı.

800 kg buğday ekmiştik, yaklaşık  8000 ile 10000 kg arasında bir ürün beklentimiz vardı.

Oysa geçen hafta Cuma günü, harman sonrasında çuvallara doldurduğumuz buğday danelerinin miktarı 800 ile 1000 kg civarındaydı.

Tarlaya attığımız gübreler, yaptığımız emekler, hayvanları besleme giderlerimiz hesaplandığında oldukça zararlı çıkmıştık.

Hüsrana uğramıştık…

Bütün emeklerimizin karşılığı harman sonrası kalan samandı.

Ne olmuştu da bizi hüsrana uğratan bir sonuç ortaya çıkmıştı?

Deniz seviyesinden 1200 metre yüksekteki dağlarla çevrili Misli Ovası oldukça soğuk rüzgârların etkisindeydi. Yüksekliği ve dağlarla çevrili olması denizlerden yükselen su buharlarının bölgeye geçişine engeldi.

Yazları sıcak ve kurak, kışları ise soğuk ve kar yağışlıydı. Bozkır özelliğine sahip ovada bazen kuraklık afeti olurdu. Tarımsal ürünlerin yetişme döneminde yağışların yeterince düşmemesi ya da zamanından geç düşmesi tam bir kuraklık afeti olarak kendini göstermekteydi.

1952 yılını 1953 yılına bağlayan kış ayları oldukça karlı ve dondurucu soğuklarla geçmişti. Babam ektiğimiz 800 kg buğdayın don etkisiyle çürümesinden korkmuştu önce. Buğday saplarının ve danelerinin gelişme dönemleri olan Nisan, mayıs aylarında da yağmur yağmasını beklemişti.

Neredeyse her gün tarlaya gider olmuştu. Ne var ki ailece beklentimiz gerçekleşmemiş, Misli Ovası şiddetli bir kuraklık yaşamıştı.

Harman sonrası bize kalan samanın büyük bir bölümü, altımızdaki mağarada biriktirdiğimiz hayvanlarımızın dışkılarından olan gübre ile karıştırılarak, yazlık ve kışlık yakıtımız olan tezek yapımında kullanıldı. Geriye kalan saman da soba tutuşturmakta kullanılacaktı.

Babam 800 kg buğdayın yarısını en yakın değirmende öğüterek una çevirdi kışlık ekmek, börek ve bazlama için. Geriye kalan 400 kg buğday için ne yapacağına karar verememişti.

Oldukça üzgün olan babam, Niğde ve ilçelerinin yanı sıra Kapadokya bölgesinde de iş aradı…

Hiçbir yerde iş yoktu…

Olmadığı içindir ki, hasadının geliri önümüzdeki yaza kadar idare edemeyecek olan ailelerin büyükleri Çukurova’ya gitmişlerdi.

Acaba tekrar Çukurova’ya, az çok tanıdığı Adana’nın kazası Osmaniye’ye gitmeli ya da önümüzdeki yıl çiftçiliği bir kez daha denemeli miydi?     

30 Haziran 2022 Perşembe

MİSLİ'DE DÜVEN İLE HARMAN

 


26 Haziran 1953 Cuma, Misli (Konaklı)…

Hasat zamanı gelmiş tahıllar imece usulüyle, ırgat tutarak ya da aile bireyleri tarafından yolunur ya da biçilirdi.

Biz ırgat tutamadığımız gibi, herkes kendi tarlasında olduğundan, imece’ den de yararlanamadık. Akıncı Ailesi olarak biçmiştik buğdayımızı.

Sıra harmana ve danelerin ayrılmasına gelmişti.

Harman, tahılların yolunmasından ve biçilmesinden sonra, destelerin üzerinden düven geçirilerek, taneleri başaktan ayırma ve saplarının da hayvanların kolay yiyebileceği saman haline getirme işlemiydi.

Bu işlemin yapıldığı düz ,dairesel alana da harman yeri denirdi.

Evimizi çeviren avlunun dışında, mağaranın üstündeki düz ve kayalık alan harman yeri için idealdi. Olan tümsekler de düzeltilmiş, taşlar ve kumlar önceden temizlenmişti.

Hafta başında harman yeri sulandıktan sonra, yaklaşık 100 kg ağırlığında taştan bir silindir harman alanı üzerinde gezdirilerek, zemin adeta betonlanmıştı.

Pazartesi ve salı günü geç vakitlere keder çalışarak bitirmiştik biçme işlemini.

Tarladaki biçilmiş buğday yığınları öküz arabasıyla, 4-5 sefer yapılarak getirilmiş ve harman yerinin uygun bir yerine yığılmıştı.

Çarşamba günü Harman yeri tekrar dikkatlice gözden geçirilip, var sa taş ve kumlar bir kez daha temizlendikten sonra, kenarına yığılmış olan buğday sapları harman yerine yayılmıştı.

Saplar dışarıda, daneler harman yerinin içinde kalacak şekilde, eşit kalınlıkta yayıldığına kanaat getirildikten sonra güneşte kurutulmaya bırakılmıştı.

Güneşte kurutulan buğday sapları kolayca kırılır ve daneler başaktan kolayca ayrılırdı. Babam öyle söylemişti Bulgaristan’daki deneyimlerine dayanarak.

Çarşamba günü kurutulmaya bırakılan daneli buğday saplarının kıvamına geldiğini gören Babam, düven koşma zamanıdır. Demişti.

Düven, önüne koşulan öküz ya da at ile çekilen, alt kısmında, keskin çakmak taşlarının dikine çakıldığı kızak biçimindeki aracın adıydı.

Yaklaşık 50x 250 ebadında yanyana bir çift sağlam ve kalın tahtadan yapılmış düvenin altında boydan boya 3-4 cm aralıklarla oldukça keskin çakmak taşları bulunurdu.

Yaklaşık 1 ile 4 cm ebadında sert ve kesici bir taş cinsi olan çakmak taşları, birine sürtüldüğünde kıvılcım çıkartacak kadar sertti. Çakmak taşı adı da çıkardığı kıvılcımlardan gelmekteydi.

Keskin uçlu çakmak taşlarının, başakları ve tahılların saplarını kesebilmesi, danelerin serbest kalabilmesi için düvenin üzerine 60 kg ve üzeri bir ağırlık yüklenmeliydi. Öncelikle çocuklar, bir kaya parçası yerine, ağırlık yapmak için gönüllü olarak düvene binmeye bayılırlardı.

Sıcakların kendini iyice hissettirmeye başladığı Haziran ve Temmuz aylarında, 20-25 metre çapı olan harman yerine dizilmiş tahıl daneli sapların üstünde akşama kadar dönülür de dönülürdü.

Akşama doğru harmandaki buğday sapları ve başaklarındaki daneler kıvamına gelmiş mi diye bakılırdı. Hafif rüzgarlı bir havada, yaba ile yukarıya savrulan karışımda, daneler olduğu yere düşerken saman haline gelmiş kısmı rüzgarla daha ileride bir noktaya düşüyorsa, kıvamına gelmiş demekti.

Perşembe akşamı harmanımız kıvama gelmişti. Rüzgarın durumuna göre harmanın bir tarafına yığıldı daneyle samanlar. Şimdi biraz rüzgara ihtiyacımız vardı.

Babam rüzgarın şiddeti ve yönünü kendince kontrol ettikten sonra, tatmin olmamış gibi, danelerle samanları ayırma işlemini bugüne, Cuma sabahına bırakmış ve harmanın başında yatmıştı.

Tanyerinin ağarmasıyla birlikte kalktığımda anam çoktan kalkmış, sabah kahvaltısını hazırlamıştı. ”Mehmet, Mustafa’yı da kaldırdıktan sonra, git babana haber ver kahvaltının hazır olduğunu…” deyince çabucak elimi yüzümü yıkayıp, Mustafa’yı da kaldırdıktan sonra harman yerine gittim.

Babam dane saman karışımını yaba ile havaya savurarak ayırma işlemine başlamıştı bile. Rüzgar da tam kıvamında esmekteydi. Rüzgar tam da babamın istediği gibi olduğundan, samanları bir tarafa doğru sürüklerken daneler ağır olduklarından oldukları yere düşüyorlardı.

Kolay gelsin Baba” Dedikten sonra kahvaltının hazır olduğunu söyledim.

Birlikte yaptığımız kahvaltıdan sonra yaba ile savurma işlemi akşama kadar sürdü.

Babam, dinlenmek için ara verdiğinde, daneleri tenekelerle çuvallara doldurmaya başlamıştık…


29 Haziran 2022 Çarşamba

BUĞDAY HASADI BAŞLADI

 


22 Haziran 1953 Pazartesi, Misli (Konaklı)…

Akıncı Ailesi olarak, hasadını yapacağımız tarlaya geldik bu sabah erkenden.

Babam tırpanla biçerken ailenin diğer bireyleri orakla biçecektik. Kısa zamanda körleşen tırpanla orakları bilemek için gerekli olan uzun bileği taşları eksik olmadı yanımızdan.

Mevsimlik işçi olarak çalışan tırpancıların, her gün tırpana başlamadan önce, tırpanını örs üzerinde çekiç ile döverek ya da uzun bileği taşıyla, kesen yüzünü keskinleştirmesi gerekiyordu.

Babam hem tırpanının hem de orakların yüzünü keskinleştirdikten sonra dikkatli olmamız konusunda da uyardı.

Tırpanla ekin biçmenin iki yöntemi vardı. Birinci yöntemde ekin biçilir ve önünüzde birikirdi. Tırpanı yapan ya da arkadan gelen birisi tarafından deste yapılırdı, yapılmalıydı. Diğer yöntem ise süpürge yapılarak, bacakla biçilmeydi.

Süpürgeli biçme güç ve kıvraklık isterdi çünkü, biçilen ekin aynı zamanda deste de yapılmış olurdu. İplerle güzelce bacağa bağlanan süpürge, ayağa takılır ve ekin biçilmeye başlanırdı.

Babam 165 cm boyunda, ufak tefek biri olmasına rağmen gücü yerinde atom karınca gibi biriydi. Süpürgeli biçme yöntemini benimsemişti.

Yedi yaşını henüz bitirmiş olan kardeşim Mustafa orakla biçmede zorlanınca, anamla benim biçtiklerimi desteleme görevini üstlendi. Ayrıca, terlemiş ve yorulmuş olan babama testiden su yetiştirdi.

Zorlu bir çalışma esnasında, terleme yoluyla oluşan bedenimizdeki su kaybını önlemek için, su sızdıran testilerde sürekli soğumuş olan suyumuz olurdu.

Öğle paydosu verildiğinde biçilip destelenen ve yığın yapılan buğday sapları göz doldurmuştu.

Babam aptes alıp, araba gölgesinde namazını kıldıktan sonra, Anamın gelirken arabaya koyduğu mercimek yemeğinin yanında karabuğday ekmeği ile karnımızı doyurduk.

Bir süre dinlendikten sonra, güneş ufukta kaybolmaya yüz tutuncaya kadar biçmeye ve destelemeye devam ettik.

Yapılan desteler, ağaçtan yapılmış çatalla tarlanın uygun bir yerine taşınarak, korunaklı bir yığın haline getirildi.

Tarlada yaklaşık iki günlük daha iş kalmıştı tarladan ayrılırken.



BUĞDAY HASADINA HAZIRLIK

 

21 Haziran 1953 Pazar, Misli (Konaklı)…

Bahar aylarında beklediğimiz yağmur yağmadı. Bir bakıma kuraklık oldu...

Babam, hafta başından beri hemen her gün buğday tarlasına gidip, gelmişti.

Buğday saplarının seyrek, boylarının kısa ve tanelerinin yeterince olgun ve dolgun olmadığını görünce çok üzülmüştü.

Bugün beni de götürdü. Buğday tarlası çevresinde bir süre dolandıktan sonra, tarlanın içine girdi, bir tutum buğday danelerini sol avuç içine alıp yeterli danelerin olmadığını görünce yüzü gölgelendiyse de,

-Bak oğlum, buğday tam olum döneminde, danelerdeki nem oranı yüzde 13-14 olduğunda hasat edilmelidir. Danelerin kuru olup, olmadığına bakılmalıdır.

-iyi de Baba, nem oranının uygun olup olmadığını nasıl anlayacağız?

-Daneler elle bastırıldığında ezilmiyor ise uygun nem aralığında olduğu anlaşılır. Bir avuç başağı al eline, bastır parmaklarınla.

-Bastırdım Baba, ezilmiyor ama benim parmaklarım yeterince güçlü değil. Yanlış bir sonuç çıkarabilirim diye korkuyorum.

-Ben de bastırdığımda ezilmediğine göre, beklentimiz gerçekleşmemiş olsa da, hasat edilme zamanı gelmiş demektir oğlum. Ayrıca, hasat için danelerin kuru olmasının yanında yaprak, sap ve başağın da kuru olması gerekiyor. Tarladaki başaklar altın renginde ve elle ovalandığında daneler başakçık kavuzlarından kolayca ayrılıyorsa hasat için yeterli kuruluğa geldiği anlaşılıyor.

Hasada başlamadan önce buğday tarlasındaki tüm bitkilerin homojen olarak kuruduğundan emin olunması gerekiyordu. Ayrıca, rutubetin yüksek olduğu günün erken ve akşam saatlerinde hasat yapılmamalıydı.

Dane kayıplarının fazla olmaması ve kalitenin düşmemesi için hasat en uygun zamanda yapılması ve tamamlanması gerekiyordu.

Türkiye’de buğday hasadı, bölgelere göre değişmekle birlikte, mayıs-ağustos ayları arasınd
a yapılıyordu. İç Anadolu’da yer alan Niğde’de, hasat mayıs sonundan temmuz ortasına kadar yapılabiliyordu

Tarlamızdaki buğdayın hasat zamanının geldiğine kanaat getirerek, yarından tezi yok deyip, haziran ayının üçüncü haftasını seçtik Babamla…


27 Haziran 2022 Pazartesi

ÇİMLENEN BUĞDAYLARIMIZ

 



4 Nisan 1953 Cumartesi, Misli (Konaklı)…

Mart ayının ortasından itibaren Babam, hemen hemen her gün buğday ektiğimiz tarlaları görmeye gitti. Neredeyse tarlada yatıp, kalkacaktı havalar elverişli olsa.

Bugün de, çimlenmiş olan buğday filizlerini görmek için gitmişti. Döndüğünde yüzü gülüyordu.

Çimlenme beklendiği gibi, olması gerektiği gibi olmuştu. Önemli olan bundan sonraki hava koşulları ve yağacak yağmurun miktarına bağlıydı.

Sadece buğday filizleri için değil Akıncı Ailesi için de önemliydi hava koşulları ve yağacak yağmur miktarı. Yeterli yağmur yağmaz ise ekonomik yönden çıkmaza girecektik.

Geriye dönüp baktığımızda, Misli’ de zorlu bir kış geçirmiştik. Bazı bölgelerde bir bir buçuk metreyi bulan karlar Hüyük ve Niğde ulaşımını aksatmıştı. Gaz tuz gibi zorunlu ihtiyaçları bulmakta zorlanmıştık.

Mart kapıdan baktırır, çapa kürek sapı yaktırır. Deyimi burada da geçerli olmuştu. Bereket Mart ayının 15’inden sonra erimeye başladı. Eriyeli de 15-20 gün oldu.

Her ne kadar Misli’ deki zorlu koşullara uyum sağlamaya çalıştıysak da Çukurova hava koşullarından sonra, Misli Ovasındaki hava koşullarına uyum sağlamak pek kolay olmamıştı.

Babam, ısınmanın yanı sıra ekmek pişirmek, yemek yapmak ve çamaşırları kurutmak için en ideal ısınma aracı olan bir kuzine almıştı evimize.

Yörede odun olmadığından, yakıt olarak yaz aylarında hazırladığımız tezekleri kullandık.

Köydeki diğer komşularda olduğu gibi, hayvan dışkısından elde ettiğimiz tezekleri ısınmanın yanı sıra tozu ve külünden de yararlanacak şekilde kullandık.

Külünü buzlanmayı önlemek için kullanırken, tozunu da samana karıştırarak hayvan yemi olarak kullandık.

Hemen hemen her evin yanında ya da altındaki mağarada bulunan ahırda beslenen hayvanların dışkılarından elde etmiştik tezekleri.

Büyükbaş hayvan dışkılarının samanla karıştırılmasından oluşturulan tezekleri kış aylarında sobalarda tezek olarak kullanılırken ilkbahar aylarında tarlalarda gübre olarak kullanma yolunu seçtik.

Karakışın alabildiğine sürdüğü günlerde ısınmanın bir başka yolu da dışarıda kartopu ve aşık oyunu oynamak, kızak kaymak ve mağaralarda zaman geçirmekti.

Kar korkusu kışı zehir etmezdi. Karların mikrobu kırdığı bilinirdi. Karlı geçen yılın baharında kırlar bereketlenirdi. Kış gecelerinde soba kenarında, koyu çay sohbetleri yapılırdı.

Hamurunu yoğurur,  tandır ekmek sacını kurarlardı. Ekmek yaparlar, yer sofrası kurarlar, kuru yavan acı soğan demezlerdi. Halil İbrahim bereketine inanılır, sofradan şükür ile kalkılırdı.

Çocuklar “Ananın ekmeğine kuru, ayranına duru” demezdi.

Anam, kilerimizde bolca bulunan mercimek yemeklerinin yanı sıra karabuğday ekmekleri yaparak, evimizin olabildiğince temiz ve düzenli olmasını sağlarken babam da sıkça hayvanlarımızı kollardı.

Ekmek Teknesi olarak gördüğümüz iki öküzümüzün sağlığı ve bakımı her şeyden önemliydi.



BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...