14 Ekim 2022 Cuma

İLKOKUL BEŞİNCİ SINIF ÖĞRENCİSİ OLDUM

 


23 Haziran 1957 Pazar, Mersin…

Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu dördüncü sınıfı da başarıyla tamamladık ve 15 Haziran Cumartesi günü öğleden sonra yaz tatiline girdik.

Geriye dönüp baktığımda; 1953-54 Eğitim ve Öğretim yılında, Niğde Misli’ de ilkokula başlamıştım. 1954-55 döneminde ikinci sınıfı Osmaniye’de okuduktan sonra, 1955 yılı haziran ayı sonlarında Mersin’e gelmek zorunda kalmıştık.

Mersin’de, Kuvayi Milliye İlkokulu’nda iki yıl üst üste okumanın ayrıcalığını yaşadık kardeşimle. Okulumuza iyice alışmış, uyum sağlamış ve geniş bir arkadaş çevresi de edinmiştik.

Üstelik ayakkabı boyacılığının yanı sıra susamlı simit, halka tatlısı satarak harçlığımızı çıkarmanın yolunu da öğrenmiş ve ailemizden para istemek zorunda kalmayacak hale gelmiştik.

Özgürleşmiştik yani…

Uzun kumsalları, gizemli koyları ve ardında yükselen Toros dağlarıyla ovalarında portakal çiçeği kokan Mersin’i sevdik. Türkiye’nin en iyi limon ve portakal bahçelerinin bulunduğu, Toros Dağlarının alçak eteklerini üzüm bağlarının sardığı güneş kenti Mersin aynı zamanda fakir fukaranın yanı sıra bizim de ekmek kapımız olmuştu.

ATAŞ Rafinerisi, çırçır ve tekstil fabrikaları ve Uluslararası deniz ulaşımını sağlayan Mersin Limanında on binlerce işçi çalışıyordu. Babam da ATAŞ’ ta çalışmasını sürdürüyordu. İlk kez uzun soluklu bir işi vardı.

Hafta sonu tatillerinde, simitlerimizi satıp ödevlerimizi yaptıktan sonra, bazen Göçmen barakalarındaki arkadaşlarımızla sahile indiğim olurdu. 1950-60’lı yıllarda Mersin sahili alabildiğine bakir kilometrelerce uzanan tertemiz kumsalları vardı.

Güle oynaya gittiğimiz Müftü Deresi Mersin’in batı sınırındaydı. Bazı hafta sonu tatillerinde, Müftü (Efrenk) deresine ulaştıktan sonra, dere boyunca sahilden bir hayli uzaklaştıktan sonra karşılaştığımız Höyüğün Yumuktepe Höyüğü olduğunu öğrenecektim zamanla.

Hafta sonlarından birinde, sahilden oldukça içerideki Höyük ve Höyükteki kalıntılar dikkatimi çekmişti.

Her zaman öğrenmeye meraklı bir çocuk olarak, Kuvayi Milliye İlkokulu Tarih ve Coğrafya öğretmenlerimizden bilgi istemiştim. Öğretmenlerimden edindiğim bilgileri yeterli görmeyince, hiç aksatmadan gittiğim İl Halk Kütüphanesi’nden de bilgi edinmeye çalıştım.

Gördüm ki, Müftü Deresi’nin diğer adını oluşturan “Efrenk”, Mersin şehir merkezinden yaklaşık 40 km içeride, Torosların eteklerindeki Aslanköy’ ün eski adıydı.

Haçlı seferlerinden birinde, orada yerleşip kalan Franklar için İslam akıncılarının koyduğu ad “El Frenk”. Zamanla halk dilinde Efrenk’e dönüşmüştü.

Yumuktepe Höyüğü yanından geçerek denize ulaşan bu akarsu Efrenk ya da Müftü Deresi, günümüzdeki adıyla Aslanköy’ ün Başpınar Mahallesinde doğar. Çok geçmeden Yedigöz’un suyu karışırdı.

Torosların karstik yarıklarında biriktirdiği kar sularını yedi gözeden yeryüzüne çıkardığı Pınarın adıydı Yedigöz. Birleştiğinde bir küçük dere olurdu ki, Şekerce ve Göldeviren’den inen diğer kollarıyla Aslanköy göletini doldururlardı. Aslanköy göletini aşarak, Yumuktepe Höyüğü yanından geçerek sahile ulaşan derenin adı da “Efrenk Deresi” olmuştu. 

Muhtemelen birkaç bin yıl önce, Höyük deniz kenarındaydı. Büyük coğrafyacı, Ord. Prof. Dr. Besim Darkot’un Yumuk Irmağı olarak adlandırdığı günümüzdeki Müftü ya da Efrenk Deresi sürekli alüvyon taşıdığından, höyüğün komşusu olan deniz bölümü alüvyonla dolmuş ve höyük içeride kalmıştı.

Kuvayi Milliye İlkokulu çok yönlü sosyal etkinlikleri olan bir okuldu. Öncelikle, öğrencilerini kitapların dünyasına sokmanın yanı sıra, Milli oyun ekipleri, izci grubu, voleybol takımı ve tiyatro grupları da oluşturmuştu.

Sosyoekonomik durumumuzdan ötürü ben bu etkinliklerden birçoğunda yer alma fırsatı bulamadım. Para harcanması gerekmeyen sahil gezintileri ile İl Halk Kütüphanesi bana yeterli olmuştu geleceğimin alt yapısını hazırlamak için.

13 Ekim 2022 Perşembe

1956-57 EĞİTİM VE ÖĞRETİM YILI BAŞLADI

 


30 Eylül 1956 Pazar, Mersin…

12 yaşında bir çocuktum ama 20-25 yaşındaki birinin deneyimlerine sahip olmuştum. Kendi başımın çaresine bakmayı ve en kötü koşullardan en iyi sonuçlar çıkarmasını da öğrenmiştim. Bu durumdan da kıvanç duyuyordum.

Simit ve halkalı tatlı satışları, kitap değiş tokuşları, arkadaşlarla bisiklet kiralamalar ve geceleri yazlık sinemalar derken yaz tatili bitmişti.

17 Eylül Pazartesi günü okul açılmıştı. İlk kez üst üste iki yıl aynı okulda,  Kuvayi Milliye İlkokulu’nda okuyacaktık.

Bizim gibi göçer olanlar için ayrıcalıklı bir durumdu aynı okulda üst üste iki yıl okumak. Öyleydi çünkü ilk kez okula başlarken sınıf arkadaşlarımızla öğretmenlerimizi tanıyorduk. Uyum sorunumuz yoktu. Üstelik anam hastanede değildi ve babamın da sürekli bir işi vardı. Daha ne olsundu…

1956-57 Eğitim ve Öğretim Yılına başlarken geriye dönüp baktığımda, bu yılın en iyi başlangıç yılı olduğunu gördüm. Bu kez okul aile birliği yardımlarına ihtiyacımız olmamıştı.

Babamın sürekli bir işinin olmasının yanı sıra kardeşimle ben de ailemizin bütçesine katkıda bulunmuştuk.

Üçüncü sınıftaki başarılarımız öğretmenlerimiz üzerinde olumlu etki yapmıştı. Ufak tefek hatalarımız olsa da görmezden geliyorlardı.

İlk haftalardaki performansınız çok önemliydi. Okulun açıldığı ilk haftalarda ödevlerimi eksiksiz yapmış olarak ve işlenecek konulara hazırlıklı olarak derse gidiyordum. Öğretmenlerimiz her soru sorduklarında elim havada oluyor ve sorulara doğru yanıt veriyordum.

İlk haftalarda, Öğretmenler üzerinde bir kez olumlu izlenim bıraktıktan sonra gerisi geliyordu. Geliyordu çünkü öğretmenlerimize mahcup olmamak için sürekli çalışmak zorunda kalıyordunuz ve öğretmenleriniz de bazı eksik bilgilerinizi görmezden geliyorlardı.

Böylelikle karnenizde bütün dersleriniz ‘’pekiyi’’ olarak yazılıyordu. Güzel bir ödül oluyordu yarıyıl ve yılsonunda…

Havaların elverişli olduğu günlerde simit satmaya devam ediyorduk. Saat 07,30’a kadar simit sattıktan sonra eve gelip, kahvaltımızı ediyorduk kardeşimle.

Anam babamı işe göndermiş oluyordu. Kahvaltıdan sonra önlüklerimizi giyip, kitap ve defterlerimizle okula gidiyorduk.

Okul dönüşü karnımızı doyurduktan sonra, ödevlerimiz okuma kaynaklı ise evdeki keçimizi otlatmaya götürüyordum beni dinlesin ve otlasın diye. Süt ihtiyacımızı karşılayan keçi otlanırken ben de tarih, coğrafya ve okuma ödevlerimi, keçimize anlatarak yapardım. Böylece zamanı verimli kullanmanın yolunu öğrenmiştim.

Bugün, 30 Eylül 1956 Pazar…

Okuldaki ilk iki haftanın verimli geçmesinin yanı sıra anamın hastane yerine evde ve babamın da sürekli bir işinin olması, kardeşimle benim için mutluluk kaynağıydı. Simitlerimi de satmıştım. Dün öğleden sonra okul ödevlerimi de bitirmiştim.

İl Halk Kütüphanesi’ne gidip Jules Verne’in kitaplarından birini daha okumaya başlayabilirdim. Aya yolculuk adlı kitabını okumak istiyordum. Jules Verne’in kitapları hayal gücümü geliştiriyordu.

Başarılı olmak için hayal gücünü geliştirmek gerekiyordu…

Yıllar sonra, üniversite öğrencisi olduğum yıllarda, Einstein’ nın ünlü sözü ”hayal gücü bilgiden daha önemlidir.” beni haklı çıkaracaktı.

İKİ BAYRAMI BİRLİKTE KUTLAMAK

 


30 Ağustos 1956 Perşembe, Mersin…

Bugün iki bayramı birden kutluyoruz kardeşimle.

Anamın hastaneden taburcu olmasının yanı sıra babamın da sürekli bir işe kavuşmuş olmasıydı bayramlardan birincisi. 

Bayramlardan ikincisine gelince; 26 Ağustos 1922’de başlayıp, 30 Ağustos’ta Dumlupınar’da Mustafa Kemal’in başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni anmak için kutlanan bayramdı.

İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil ediyordu. Sosyal Bilgiler öğretmenimiz önemle vurgulamıştı bu olguyu.

Dün, çarşamba günü, taburcu ettiler anamı. Oldukça iyi görünüyordu. Kurtuldu ailesini oluşturan nenem ve dayılarım için de bayram havası oluşturdu anamın taburcu olması.

Özellikle nenem, kızının sağlıklı olarak evine gelmesini büyük bir coşku ile kutladı. Akşam anamla hasret giderdik. Ne de olsa daha çocuktuk. Boşuna dememişler ‘’Analı kuzu, kınalı kuzu’’ diye.

Sabah simitlerimizi sattıktan sonra, son aylarda ilk kez Akıncı Ailesi, simit-çay-peynir üçlüsüyle, eksiksiz olarak birlikte kahvaltı yaptı. Kardeşimle ben çok mutluyduk. Yüzü genelde gülmeyen babamın bile yüzü gülüyordu. Sanki aydınlanmıştı.

Yer sofrasını anamla birlikte topladık. Yorulmasını istemiyorduk…

Birlikte yaptığımız kahvaltıdan sonra kardeşim evimizin su ihtiyacını karşılarken ben de avluyu silip süpürdüm. Saat 10,00 civarında babamdan izin alarak 30 Ağustos şenlikleri için Cumhuriyet Meydanı’na gittik arkadaşlarla.

Diğer Milli Bayramlarda olduğu gibi 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin yıldönümü de Cumhuriyet Meydanı’nda kutlanmaktaydı.

Mersin Cumhuriyet Meydanı, yalnızca bir kamusal mekân değildi. Kuzeyinde, Atatürk Heykeli ile bütünlük gösteren Halkevi, Erken Cumhuriyet Dönemi’nde üretilmişti.

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, resmi ve sivil her türlü kutlama, tören ve gösteriler için kentteki birincil toplanma alanı olan bu kamusal mekân, giderek yoğunluğu artan kent merkezinde, araç trafiğinin işgal edemediği tek açık alandı.

Cumhuriyet döneminde Halkevi ve Vali Konağı inşa edilmiş ve aynı dönemde çok sayıda, şu anda tescilli olarak koruma altında bulunan palmiye ağaçları dikilmişti.

Biz Cumhuriyet Meydanı’na ulaşıncaya kadar resmî tören sona ermişti. Halk oyunları ve diğer etkinlikler devam ediyordu. Fener alayı saat 19,30’da başlayacağını öğrendik. Kutlama Programında öyle yazıyordu.

Fener alayının başlayacağı saate kadar zaman geçirmek için sahile inerek Müftü Deresi’ne kadar yürüdük arkadaşlarımızla…

12 Ekim 2022 Çarşamba

MERSİN YAZLIK SİNEMALARI

 


12 Ağustos 1956 Pazar, Mersin…

Gerek bedenimizle fiziksel beynimiz arasında, gerekse içinde yaşadığımız toplumun bireyleri arasında kurulacak iletişim mutlu yaşamlar için her şeydir.

Öyledir çünkü, bedenimiz davranışlarıyla fiziksel beynimize ortamın bahar olduğunu hissettirirse, beynimiz sular seller gibi mutluluk hormonları salgılar.

Yaşadığımız toplumda; öncelikle aile bireyleri ve yakın akrabalar arasında, giderek içinde yaşadığımız mahalle, köy, ilçe ve İl’deki bireyler ve sosyal kurumlar arasındaki iyi ilişkiler bir başka baharın kapısını aralar.

1950-60’lı yıllarda toplumu oluşturan bireyler arasındaki iletişimin en iyi sağlandığı ortamlar ‘’Yazlık Sinemalar’ ’dı.

İletişimin duygu, düşünce ve bilginin bir bireyden diğerine aktarılarak paylaşılmasını sağlayan bir eylem olduğunu, bireyin toplumsallaşmasını sağlayan bir süreç olduğunu öğrenecektik yazlık sinemalarla.

1950’li yıllarda hemen her mahallede bir yazlık sinema vardı. Yazlık sinemalar en önemli eğlence ve sosyalleşme araçlarıydı.

Yazlık sinemalar çoluk çocuk, sere serpe gidilen, bir takım kısıtlamaları olmayan mekânlardı. Zengin, fakir herkesin tek eğlencesiydi yaz gecelerinde.

Hatırlarım, Hüseyin Peyda’nın “Mezarımı Taştan Oyun” , Öztürk Serengil’in ‘’Temem Bilakis’’, Danyal Topatan’ın ‘’Çete’’ ve Özcan Tekgül’ün ‘’Vur Patlasın Çal Oynasın’’, ‘’Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar’’ türü filmleri…

Günün olumsuzluklarını, yorgunluklarını gideren ve hayata tutunmamızı sağlayan araçlardı yazlık sinemalar…

1955’lerde, özellikle yazlık sinemalar, toplumun içinde gelişen ve gelişmekte olan toplumsal olaylara ayna tutmaktaydı.

Toplumda yaşanılanları gösterebilme, izleyicileri harekete geçirebilme özelliğine sahipti. Özellikle toplumsal olayların görünmeyen yanını gösterebilme, fark edilmeyenleri fark ettirebilme becerisine sahipti.

Hüseyin Peyda’nın ‘’Mezarım Taştan Oyun’’, Öztürk Serengil ve Dansöz ve oyuncu Özcan Tekgül’ün filmleri gişe rekorları kırmaktaydı.

Dansözlü hamam sefalarıyla, Ertem Eğilmez’in yönettiği ve Öztürk Serengil’in başrollerinde oynadığı ‘’Helel Ananalı Celal’’ filmindeki Özcan Tekgül’ün cüretkar dans sahneleriyle, fark edilmeyen ve görmezden gelinen ‘’Anadolu’daki cinsel açlık’’ işlenmekteydi aslında.

Film izlemek için evden çıkmak gerekiyordu ki bu sosyalleşmenin, arkadaş edinmenin ilk adımıydı. Göçmen barakalarından 8-10 arkadaş birlikte giderdik yazlık sinemalara.

Sinemanın önü seyyar satıcılar tarafından, tam bir panayıra dönerdi. Turşu, dondurma, macun, balon, kavrulmuş çekirdek, patlamış mısır, tatlı, koz helva, soyulmuş salatalık bağıra çağıra satılırdı. Film aralarında da efsane gazoz Uludağ satılmaktaydı.

Hafta sonlarında sattığımız simitlerden kazandığımız paranın bir bölümünü sinema biletinin yanı sıra patlamış mısır ve gazoz almak için ayırırdık. 

Ne Coca Cola, ne Pepsi Cola…

Çocukluğumuzun içeceği Uludağ Gazozuydu.

Patlamış mısır, gazoz ve yazlık sinema… Mükemmel Üçlü…

Açık hava sinemaları, kapalı sinema salonlarından farklı etkilere sahip mekânlardı. Çünkü her şeyden önce açık hava sinemalarında insanları kuşatan duvarlar yoktu.

İnsanlara daha fazla özgürlük vaadi sunan mekânlar olarak açık hava sinemalarında, kapalı salonların aksine bağırmak, ağlamak, haykırmak, gülmek, eğlenmek, kendinden geçmek, yemek, içmek daha kolaydı. İnsanlar eylemlerinde daha “özgür “dü.

Sinemaya girer, numarasız olan mavi tahta sandalyelerden en beğendiğimize oturur, filmin başlamasını beklerdik. Ama bu arada yazlık sinemamızda hizmette sınır olmadığı için, kırkbeşlik plaklardan günün en popüler şarkıları çalardı.

Film başlamadan önce yüksek sesle sahneden türküler, şarklılar çalınırdı.

Film gösterileceği vakti bir gonk sesi belli ederdi. Bu gong sesiyle beraber seyircilerde bir telaş başlardı. Herkes tahta sandalyedeki yerini çoktan almış olurdu. Bir iki dakika sonra ikinci gonk duyulurdu ve üçüncü gonk vurduğunda film başlardı. 

Gösterimdeki film başlamadan önce perdede ‘pek yakında’ yazısı görünür, on beş gün sonra gelecek olan filmin tanıtım parçası gösterilirdi. Bu tanıtımlardan sonra biz de o filmlere mutlaka ama mutlaka gelmemiz gerektiğine karar verir ve gelirdik.

Sınamada film seyredilirken tam bir sessizlik hâkim olurdu.

Yazlık sinemada filmler her zaman mutlaka kopar, sesleri kesilir ve bu durumu protesto eden seyirciler tarafından ‘’makinist’’ çığlıkları ile ıslıklar arasında, ışıklar tekrar yanar, makinist de filmi bir an önce tekrar başlatmak için elinden geleni yapmaya çalışırdı.

Bu durum kötü kopyaların Anadolu kasabalarına gelmesi ile ilgiliydi.

Filmin en heyecanlı yerinde, beyaz perde yerine geçen, beyaz badana ile boyanmış duvarda beş dakika ara yazardı. Beş dakika arada tuvaleti gelen acele ile tuvaletine gider, yine gazozlar alınırdı.

Sevgililer ailelerine fark ettirmeden, kaçamak bakışlarla birbirlerine bakarlardı. Beş dakika dense de on onbeş dakika sonra arka arkaya gong sesleri duyulur ve film tekrar başlardı.

Filmin sonlarına doğru ıslıklar bu kez kopan film için değil, filmin esas kızını kurtarmayı başaran esas oğlan için çalınırdı.

Mutlu sonla biten filmlerde de alkış tutardı bütün sinema. Sinema sonrası o gece seyredilen filmi konuşurduk arkadaşlarımızla.

Kendimizi izlediğimiz filmlerin büyüsüne kaptırır, yıldızlarla bütünleşir, hayatın gerçeklerinden uzaklaşır ve rahatlardık.

Özellikle yazlık hava sinemaları çok özel sinema deneyimlerinin yaşandığı mekânlardı. Kapalı sinema mekânlarının olmadığı küçük yerleşim yerlerinde bireylerin sosyalleşmesinin en önemli alanlardan biri açık hava sinemalarıydı.

AYÖO ÜNİVERSİTE HAZIRLIK KURSLARI

  17 Haziran 1964 Çarşamba, Ankara... İstanbul Zeytinburnu'nda, güneş ışınları yattığımız odanın perdeleri arasından sızarken uyandı...