19 Ekim 2022 Çarşamba

EMEKLİ TÜRKÇE ÖĞRETMENİ NECATİ BEY

 


8 Temmuz 1957 Pazartesi, Bor…

Karabasanların olmadığı rahat bir gece geçirmiştim. Enerjik ve dinç olarak kalktım bu sabah. Mustafa’yı da kaldırdıktan sonra, elimizi yüzümüzü yıkayıp giyindik, kahvaltıda bizi bekleyen anamla babamın yanına, yer sofrasına oturduk. Kahvaltıdan sonra babam,

-Hadi davranın çocuklar, sizleri çalıştığım elma bahçesinin sahibi emekli öğretmen Necati Bey’le tanıştıracağım. Daha önce kendisine sizlerden bahsetmiştim. Sizlerle tanışmak istedi. Derslerinizde ve okul kaydınızda yardımcı olacağını düşünüyorum. Tanıştırdıktan sonra da bahçeye gideceğim.

Dedi. Hep birlikte evden çıktık.

Kayabaşı Sokakta eski Türk evlerinden biriydi Necati Bey’in evi.  Üstü saçakla örtülü çift kanatlı bir giriş kapısı ve gösterişli bir tokmağı vardı. Günlük ihtiyaçların karşılanmasında, atlı arabaların girişinde kolaylık sağlamak için konutların bahçe ve avlu girişleri genellikle çift kanatlıydı.

Kapı tokmağını çaldıktan bir süre sonra kapı açıldı. Oldukça büyük bir avluya giriş yaptık. 

Geleneksel konutlarda avlu, genel mekân olan sokaktan, özel mekân olan eve geçişi sağlayan bir ara mekândı.

Alıcı gözle etrafı taradım. Avludaki çıkrıklı su kuyusu hemen dikkatimi çekti. Giriş kapısının karşısında avluya açılan ikincil mekânlar görülüyordu. Avlunun sağ tarafındaki ahşap bir merdivenle sundurmalı üst kata çıkılıyordu.

Selçuklu ve Osmanlı konutlarında “avlu”, “hayat”, “bahçe” olarak adlandırılan mekânların büyük bir önemi vardı. Etrafı duvarlarla çevrili bu özel alan ailenin mahremiyetini koruduğu gibi çocuklar için de güzel bir oyun alanı ortaya çıkarıyordu. Ayrıca ailenin gündelik işlerinin rahatça görebileceği bir yerdi avlular.

Nitekim 1952’de Misli Köyü’ndeki evimizin çevresini yaklaşık bir metre yükseklikte taşla çevirerek biz de basit bir avlu oluşturmuştuk. Aradan geçen üç yılda avlumuz kalmış mıydı acaba? Diye kendime sormadan edemedim. Köye dönersek öğrenecektik.

Oldukça varlıklı ve önemli devlet memurluklarında bulunanların avluları kendilerine özeldi. Yüksek duvarların ardındaki avlu; fıskiyeli havuzu, su kuyusu ve bol yeşiliyle günün hemen her saatinde evin en fazla yaşanan alanını oluşturuyordu.

Zemin kattaki avluya açılan mekânlar depo, ahır, kiler gibi tali işlevlere ayrılırdı.

Necati Bey’in avlusu, oldukça alçak gönüllü olmasına rağmen, varlıklı olduğunu da gösteriyordu. Necati Bey, mahalledeki çevresine göre, oldukça varlıklı olmalıydı.

Emekli bir öğretmenin hayli varlıklı olması o dönemlerde öğretmenlere verilen önemin bir göstergesiydi. Hem maddi hem de manevi yönden doyurulmuş olmalıydılar.

Bir merdivenle çıkılan ve saçaklarla kapatılmış olan ‘’hayat’’ denilen yerde güler yüzlü olarak Necati Bey bizi beklemekteydi.

-Hoş geldiniz. Yukarı gelin çocuklar.

Diye seslendi. Evlerin giriş ya da birinci katında odaların açıldığı, üstü kapalı, önü avluya bakan, yarı açık mekândı ‘’hayat’’.  ‘’Hayat’ların’’ yerini zamanla uzun ve açık balkonlar alacaktı.

Bulgaristan Karagözler köyündeki evimiz tek katlıydı ve girişte ‘’hayat’’ vardı.

Babam önde, kardeşimle ben arkada ‘’hayat’’ denilen mekâna çıktık. Necati Bey’in ellerini öptükten sonra gösterilen sedirlere oturduk. Hoşbeşten sonra babam izin isteyerek ayrıldı. Necati Bey babmı uğurladıktan sonra bize dönerek,

-Babanızdan öğrendiklerime göre bir hayli okul değiştirmiş olmanıza rağmen oldukça başarılı olmuşsunuz. Başarılı öğrencileri severim.

Dedi ve kendini anlattı. Emekli Türkçe Öğretmeniydi. Başarılı bir öğretmenlik dönemi geçirmişti. Eğitimin önemini ve Atatürk’ün eğitime verdiği önemi vurgulayan yayınlanmış kitapları vardı.

Atatürk’ün, öncelikle harf devrimini gerçekleştirdikten sonra, eğitim için olmazsa olmazlardan biri olan Öğretmenlerden, öğretmenleri yetiştiren Köy Enstitülerinden söz etti.

Kendisi de Köy Enstitülerinden birinde yetişmişti.  Bir ara çalışma odasına giden Necati Bey yayınlanmış kitaplarıyla geri döndü. ‘’Alın bakalım çocuklar’’ Diyerek kitaplarından bazılarını imzalayarak kardeşimle bana hediye etti.

Eğitim üzerine yazılmış kitaplarından birini açtığımda, daha ilk sayfalarında eğitime verdiği önemi gösteren bir yazısı vardı. Mustafa Kemal Atatürk’e göre, ekonomide, sağlıkta, sanatta, sporda nerede bir problem varsa onun temelinde eğitim eksikliği yatmaktadır. Diye yazmıştı Necati Bey.

Atatürk’ün eğitim ile ilgili düşünceleri  özetlemek gerekirse “Cumhurbaşkanı olmasaydım, Millî Eğitim Bakanı olmak isterdim” sözü, Atatürk’ün eğitime verdiği önemi göstermesi bakımından anlamlı bir sözdür. Diye yazmıştı.

Verdiği kitaplara olan ilgimiz Necati Bey’i memnun etmişti. Bu memnuniyet sonraki günlerde bizi birçok yönden desteklemesini ve yardımlarını sağlayacaktı. Bizimle ilgilenecek Bor’daki 29 Ekim İlkokulu’na kaydımızın yapılmasını sağlayacaktı. Okul açılmadan ders kitaplarımızı alacak ve beşinci sınıfa hazırlıklı olarak okula başlamamızı sağlayacaktı.

Böylelikle ilkokul beşinci sınıfı Bor 29 Ekim İlkokulu’nda okuyacağımız kesinleşmişti.

Kardeşimle ben Necati Bey’in önerilerini dinledikten sonra, kitaplar için de teşekkür ederek ayrıldık.

Babama yardımımız dokunur diye görevli olduğu meyve bahçesine gittik…

18 Ekim 2022 Salı

YENİ KONAKLAMA YERİMİZ BOR NİĞDE

 


6 Temmuz 1957 Cumartesi, Bor Niğde…

28 Haziran Cuma günü Mersin’den Bor’a taşınma kararı alınca, birkaç gün içinde eşyalarımızı topladık.

Zaten ne kadar eşyamız vardı ki?

Yatak yorgan, kap kacak, her birimizin bir iki parça giyim eşyası, hasır ve çaputtan dokuma yer kilimleri, saman doldurulmuş yastıklar, soba, simit tablalarımız ve halka tatlısı yaptığımız malzemelerle birkaç kitap…

Evimizin süt ihtiyacını sağlamanın yanı sıra sosyal bilgiler anlattığım keçimizden ayrılmak zor oldu. Ders anlattığım bir arkadaşım olmuştu süt vermenin yanı sıra. Otlatırken Tarih, Coğrafya ve Türkçe derslerini sesli okuyarak keçimize anlatmanın öğrenmemi kolaylaştırdığının farkına varmıştım.

Babam satmıştı, satmak zorunda kalmıştı onu…

Başta nenem olmak üzere, dayılarım ve yengelerimle vedalaştık.

Okul ve Göçmen Barakalarındaki arkadaşlarımızdan da ayrılmak daha da zor oldu.  

Yine kara tren vagonları görünmüştü yolculuğumuz için…

3 Temmuz Çarşamba günü, Kerim ve Yusuf dayımın da yardımlarıyla, eşyalarımızı Mersin Tren Garındaki yük vagonuna yükledik. Saat 10,00 civarında Mersin’den ayrılan yük vagonunda ailemiz de yerini almıştı.

Yaklaşık 8 saatlik bir yolculuktan sonra, saat 16,00 civarında Bor Tren Garına ulaştık. İstasyon civarında bulunan bir atlı arabaya yüklenen eşyalarımızla babamın kiraladığı Rumlardan kalma evimize gittik…

Mahalle sakinlerinin Künkbaşı adıyla andıkları Sokubaşı Mahallesi’nin daracık sokaklarından birinde eski bir cumbalı evdi kiralanan.

Sokubaşı Mahallesi, Antik Bor’un ilk çekirdeği olan yerleşim birimiydi. Bütün tarih ve tarihi evler bu bölgede bulunmaktaydı.

Antik yerleşim bölgelerinin yerleşim alanı, surlarla sınırlanmış olduğundan, ev ve bina yapmak için yer darlığı vardı. Sokakların asgari bir genişliğin olması gerekirdi. Bu nedenle zemin katların duvarları sokağa taşmaz, sokağı daraltmazdı. Ferah evler için, zemin üstü katlar cumbalı olurdu.

Cumbalar, zemin üstündeki katlardan, oda ya da sofanın bina ana bedeninden sokağa doğru dışarı doğru taşan kısmıydı. Bir bakıma günümüzün camlı balkonlarıydı.  

Cumbalar sayesinde, odalarda zengin bir bakış açısı yaratılır, günün her saatinde gün ışığından yararlanma imkânı sağlanırdı.

Tokmaklı bir kapıdan girdiğimiz zemin katın oturmaya uygun olmadığını babamdan öğrenmiştik. Nemli ve yarı karanlık olmaları nedeniyle zemin katlar daha çok depo, ahır, kiler gibi ikincil önemdeki mekânlara ayrılmıştı.

Diğer taraftan İslam toplumundaki aile hayatının gizliliğine verilen öneme göre, mahremiyeti sağlama amacıyla ve iklimsel açıdan dış ortama oldukça kapalı tutuluyordu zemin katlar. 

Sokağı daha iyi görebilme ve algılama açısından üst katlar cumbalarıyla sokağa taşmıştı. Böylelikle, asıl yaşama alanı olan oda ve sofaların boyutları daha çok büyütülebilmiş, ev bu cumbalar sayesinde kendini sokağa bağlayan bir yaşam biçimine kavuşmuştu.

Cumbanın bulunduğu üst kata çıktığımızda, cumbalı oda ile cumbanın bütün duvarlarını ‘’sedir’’ olarak adlandırdığımız ahşap oturma elemanlarının kapladığını gördük. Babam geçtiğimiz haftalarda kiraladığı evimize sedirler de almıştı.

Sedirlerin üzerine eski çaputlardan yapılmış kilimleri serip, duvar tarafına kanaviçe işlemeli kılıfları olan saman doldurulmuş yastıklar yerleştirildi. Sonra da kilimlerin üzerine seyyar minderler konuldu.

Cumbanın sedirlerine de artanlar konulduktan sonra mola verdik. Sevmiştim cumba ve cumbalı kiralık evimizi. Kollarımı yastığa dayayıp, rahatlıkla dışarıya bakabildiğimin farkına vardım. Bu durum daha da hoşuma gitti.

Cumbadan karşıya bakarken kelebekler gibi uçma taklidi yapan uzun saçlı sarışına çalan bizim yaşlarımızda bir kız dikkatimi çekti.

Bir süre sonra tanışacağımız bu kız Bor’daki 29 Ekim İlkokulu’nda arkadaşım olacak olan Filiz’di…

Daha sonraki yıllarda Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nda da arkadaşım olacak olan Filiz’in annesi Nazmiye Teyze ve kardeşi Hasan hala anılarım arasındadır.

15 Ekim 2022 Cumartesi

NİĞDE İLÇESİ BOR KASABASINA TAŞINMA KARARI



29 Haziran 1957 Cumartesi, Mersin…

Dün gece doğru dürüst uyuyamadım. Adeta birer kâbus olan rüyalarımda kendimi Bulgaristan’daki köyümüz Karagözler ’de buluyor ve Kerim dayımla Sakar Balkan’a tırmanıyorduk…

Derken birden Maraş’tan Elbistan’a gitmek için, üstü açık bir kamyon kasasında, diğer göçmenlerle birlikte Gâvur Dağlarına tırmanmaya başlamıştık.

Üzerinde bulunduğumuz kamyon birden stop edip geri kaymaya başlayınca, kamyon kasasından hooop diye atladığımda kendimi Ceyhan pamuk tarlalarında mevsimlik işçi olarak buldum.

Bulut gibi çevremi sarıp beni apansız bırakan Akçasaz Bataklıklarının sivrisinekleriyle başa çıkmaya çalışıyordum…

Sarsılarak alaca karanlıkta uyandırıldım…

Bir an için nerede bulunduğumu anımsayamadım. Gözlerimi ovuşturarak şaşkınlıkla etrafıma bakınırken, başımda dikilmiş olan kardeşim Mustafa’yı gördüm. Mustafa,

-Kalk artık birader, simitçi fırınına geç kalacağız.

Dedi. Yorgun ve sersemlemiş olarak doğruldum. Gözlerimi ovuşturarak şaşkınlıkla,

-Sivrisinekler ne oldu Mustafa?

Dedim. Ayakta hayretle bana bakmakta olan Mustafa,

-Hangi sivrisinekler birader, onlar da nereden çıktı?

Dedi ve simit tablasını alarak dışarı çıktı. Birden ayıldım. Mersin Göçmen barakalarındaki sazlardan yapılmış evimizdeydik. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra, simit tablalarımı alarak ben de dışarı çıktım.

Simit fırınına doğru yürürken bir taraftan da karabasan haline gelmiş olan rüyalarımı anlattım Mustafa’ya…

Kendimi oldukça yorgun hissediyordum bütün gece beni uğraştıran karabasanlardan ötürü. Karabasanların nedeni de, dün akşam Niğde Misli Köyü’nden dönen babamın anlattıklarıydı.

İki gün önce babam Niğde Misli Köyüne gitmek zorunda kalmıştı aldığı bir haberden ötürü. Hazinenin bize sadece kullanım hakkını verdiği Misli ’deki mülkiyetsiz tarlalarla ilgi olduğunu söylemişti gitmeden önce. Biz de ‘’hayırdır inşallah’’ Demiştik.

Dün simitlerimizi sattıktan sonra eve döndüğümüzde babam evdeydi. Anamla sessiz ve çaresizce konuşuyorlardı. Elini öperek,

-Hoş geldin baba, hayır mı?

Dedik…

Hayırlı bir sonuçla dönmemişti…

1952 yılında iskân edildiğimiz Misli ’deki, sadece kullanım hakkı verilen mülkiyetsiz tarlaları, bize sunulan yasal süreç içinde kullanmadığımız, köye dönüp ekim dikim yapmadığımız takdirde kullanım haklarını kaybedeceğimiz bildirilmişti babama…

Mülkiyetsiz tarlalarımızın kullanım haklarını kurtarmak için Misli ’ye dönmemiz gerekecekti.

Misli ‘ye dönebilmek için, konaklayacağımız ev dışında, ekili dikili ve hasat edilmiş ürünlerimizin olması gerekiyordu.

Oysa evimiz dışında, yakacak saman ve tezeğimiz bile yoktu…

Evimiz diyordum ama Misli ’den ayrılalı üç yıl olmuştu.

Ev, ev olmaktan çıkmış da olabilirdi…

Babam beni doğruladı. Evin ve avlusunun yeniden yapılanması gerekiyordu. Evi biraz derleyip, toparlamış ve kapısına bir de kilit vurarak gelmişti.

Bu koşullarda köye dönemezdik…

Köye dönmemek için babam kendince bir çözüm üretmişti.

Niğde ili sınırları içinde olmamızın yeterli olacağını düşünmüş, köyümüzün yaklaşık 40 km güney-batısında ve Niğde’nin de 14 km güney-batısında olan Bor kazasında mevsimlik iş bularak, Sokubaşı (Künkbaşı) Mahallesinde Rumlardan kalma cumbalı bir ev kiralamıştı.

Bize yine göç görünmüştü…

Yeni bir mekân, yeni bir ev, okul, arkadaşlar ve tanımadığımız yeni öğretmenler…

Başka seçeneğimiz yoktu…

1957 yılı Temmuz ayı ortalarında Bor’a taşınma kararı aldık Akıncı Ailesi olarak…

Bakalım zaman neler gösterecekti, Bor’a taşınıp görecektik…

AYÖO ÜNİVERSİTE HAZIRLIK KURSLARI

  17 Haziran 1964 Çarşamba, Ankara... İstanbul Zeytinburnu'nda, güneş ışınları yattığımız odanın perdeleri arasından sızarken uyandı...