Endüstri Devrimi ve Sosyalist Hümanizm
1965 yılı baharında, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu'nda; Hitler ile özdeşleşmiş olan Nasyonal Sosyalizmi savunan Milliyetçiler ile Marx ve Engels'in felsefi tabanını oluşturduğu Sosyalizmi savunan grup arasında kalan biri olarak zor durumdaydım. Bir başka deyişle, arafta kalmıştım.
Endüstri Devriminin getirdiği hızlı sanayileşme ile birlikte, üretim araçlarının bir parçası haline gelen işçileri özgürleştirmek, sermaye ile işçi kesimi arasındaki çelişkileri (Tez-Anti Tez-Sentez) olarak tanımlanabilen Materyalist Diyalektik yöntemle çözmek için oluşturulan felsefi bir düşünce aracıydı Sosyalist Hümanizm.
Okuldaki Sosyalist arkadaşlarımın bir bölümü bu oluşumu cinsiyet eşitliği ve gelenek ve göreneklerimize biraz da aykırı olacak şekilde değerlendirmişlerdi. Benim gibi arafta kalanların da tepkisini çekmişlerdi.
Diğer taraftan, Marxsizme karşı çıkarak ''Komünistler Moskova'ya'' diyen Milliyetçilerin bu sloganlarını da anlamakta zorluk çekiyordum. Oysa Komün, merkezi yönetime karşı halk yönetiminin özerkliğine imkân tanıyan bir yönetim biçimi olup, bu yönetimi paylaşanlar Komünist olarak adlandırılmaktaydı. Latincede paylaşmak anlamında ''commünis'' kökünden gelen Komünistler varlıklarının bir bölümünü bizimle paylaşmışlardı.
Kurtuluş Savaşı sırasında, yedi düvele karşı savaşan Ankara Hükümeti'ni destekleyerek, Türkiye'nin uluslararası arenada yalnız olmadığını göstermişti. Bu destek, Anadolu'daki direnişe moral sağlamış ve İtilaf Devletlerine karşı bir mesaj niteliği taşımıştı. Sovyetler, Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye'ye silah, mühimmat ve mali destek sağlamış, bu yardımlar, savaş sonrasında da Türkiye'nin yeniden yapılanma sürecinde etkili olmuştu. Sümerbank Bez fabrikası bunlardan biriydi. Diğer taraftan, 1921 yılında imzalanan Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması ile Sovyetler, Türkiye'ye toplamda 15 milyon altın ruble yardım yapmışlardı. Bu yardımlar, Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesinde önemli bir rol oynamış ve iki ülke arasındaki ilişkilerin temelini oluşturmuştu.
Kurtuluş Savaşı'nın ardından Türkiye ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler stratejik bir dostluk temelinde devam etmişti. Ancak, 1942 yılı ve sonrasında, Türkiye'deki komünist hareketlerin takibata uğraması ve Batı ile ilişkilerinin gelişmesi, Sovyet yardımlarının azalmasına neden olmuştu.
Nasyonal Sosyalizmi savunan, İslam'la tatlandırılmış Türk Milliyetçilerinin bunları bilmemesine imkan yoktu, ABD'nin algı yönetimi ve sağladığı kişisel ekonomik çıkarları nedeniyle, bilmemezlikten geldiklerini düşünmeye başlamıştım.
Nasyonal Sosyalizm taraftarı olan Türk Milliyetçilerine, İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa'nın neredeyse tamamını işgal eden Nazilere ve başkanları Hitler'e hayran olduğunu gizleme gereği duymayan İnönü Hükümeti Başbakanı Şükrü Saraçoğlu da katılmış ve Sosyalistlerle Komünist gördüklerine kan kusturmuştu. Ne zaman Sovyetler Berlin kapılarına dayanmış, bu kez de Milliyetçileri hapishanelere göndermişti.
Demem o ki, Şükrü Saraçoğlu'nun yanı sıra Türk Milliyetçilerinin de Sosyalist Hümanist ve felsefesini oluşturan Hegel, Hegel felsefesinden esinlenerek Materyalist Diyalektiğin temellerini oluşturan Marx ve Engels'i tanımadıkları ya da tanımak istemedikleri anlaşılıyordu.
İslam sosu ile tatlandırılmış Milliyetçiler, Sovyetler Birliğini çevreleyen Yeşil Kuşak Projesini hayata geçiren Amerika ve ülkemizdeki yerli işbirlikçilerinin kulaklarına üfledikleri kadarını biliyorlardı. Öyleydi çünkü, özellikle Ortadoğu'daki enerji kaynaklarının denetimini ellerinde bulundurmak ve Sovyetleri devre dışında bırakmak isteyen ABD yönetimi, ''üretim araçlarının ortak mülkiyeti'' kavramını ''kadınların ortak mülkiyeti'' olarak, İslami inançları kuvvetli olan Ortadoğu halklarının yanı sıra Türk Halkına da kakalayınca slogan ''Komünistler Moskovaya'' biçimine dönüştürülmüştü.
Bütün bu aymazlıklara, ABD'nin yerli işbirlikçilerinin yaptıkları algı yöntemlerine karşın, öğrendiklerimi bıkmadan-usanmadan saatlerce Sosyal Hümanizm, Sosyalizm ve Komünizm kavramlarını anlatmaya çalışıyordum. Çalışıyordum çünkü: Sosyal Hümanizm, Sosyalizm ve Komünizm kavramları Endüstri devrimi ile birlikte ortaya çıkan kavramlardı.
Endüstri Devrimi, Sosyalist Hümanizmin gelişiminde önemli bir dönüm noktasıydı. İnsana odaklanan bu yaklaşım, sanayileşmenin getirdiği sorunlara bir çözüm önerisi olarak şekillenmişti. Endüstri Devrimi ve Sosyal Hümanizm, insanlık tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri olan sanayileşme sürecinin toplumsal etkileriyle bağlantılı bir süreç olarak ortaya çıkmıştı.
Endüstri Devrimi'nin getirdiği hızlı sanayileşmede, fabrikalarda çalışan bireyler üretim araçlarının bir parçası haline getirirken Sosyalist Hümanizm buna bir tepki olarak, insan onurunu ve değerini ön plana çıkaran bir yaklaşımı savunmuştu.
Endüstri Devrimi, işçi sınıfını doğurmuş ve toplumda belirgin bir sınıf ayrışmasına yol açmıştı. Fabrikalarda çalışan işçilerin, kapitalist sistemin baskıları altında ezilmesine karşı çıkarak, bu sınıfın haklarını savunmayı ve insani değerlerini ön plana çıkarmayı hedefleyerek, daha adil bir toplum yaratmayı amaçlanmıştı.
Sermaye sahipleri ve işçi sınıfı arasındaki uçurumun büyümesi, Sosyalist Hümanizmin eşitlik ve toplumsal dayanışma temelli ideolojisine zemin hazırlamış, Endüstri Devrimi sırasında artan işçi hareketlerini destekleyerek sendikaların kurulması ve işçi haklarının savunulmasını teşvik etmişti. Çalışma saatleri, ücretler ve güvenlik gibi konular, sosyalist hümanizmin insani değerler üzerinden ele aldığı temel konulardan biriydi.
Sosyalist Hümanizm fabrikalarda ve diğer işyerlerinde çalışan bireyleri toplumsal değişimin merkezine yerleştirip, bireylerin sadece kendileri için değil, toplumun genel refahı için de sorumluluk taşıdıklarını savundu. İnsanlık onuru ve özgürlüğü, sosyal hümanizmin temel değerlerindendi. Bu yaklaşım, bireyler arasındaki dayanışmayı ve kolektif sorumluluğu arttıracaktı. Adil bir toplumsal düzen için bireysel fedakarlık ve toplumsal iş birliği önemliydi çünkü.
Sosyal eşitliğe ulaşmak ve bireyler arasındaki fırsat farklılıklarını azaltmak sosyal hümanizmin hedeflerinden biri olmuş, toplumsal eşitlik kavramı, Marx'ın sınıfsız toplum fikriyle ilişkilendirilmişti. Böylece Endüstri Devrimi, sosyalist hareketlerin doğuşuna ve güçlenmesine zemin hazırladı.
Bu oluşumda rol alan Marx ve Friedrich Engels, (tez-antitez-sentez) olarak tanımlanan Hegel'in idealist felsefesinden etkilenmişlerdi. Friedrich Hegel (1770-1831), modern felsefenin en etkili düşünürlerinden biri olup, özellikle (Tez-Antitez-Sentez) olarak tanımlanabilen ''Diyalektik Yöntem'' ile tanınmaktaydı.
Hegel'in Diyalektiği, fikirlerin gelişim sürecini açıklayan bir yöntemdi. Bu süreç, tez (bir fikir), antitez (tezle çelişen bir fikir) ve sentez (tez ve antitezin birleşiminden doğan yeni bir fikir) olarak ilerliyordu Bu döngüsel yöntem, düşüncenin ve tarihin gelişimini anlamak için kullanılıyor ve bu sürecin sonunda "Mutlak Bilgi"ye ulaşılıyordu. Bu sonuç, fabrikalardaki üretim araçlarının bir parçası olan bireylerin özgürlüğünü ifade ediyordu.
Hegel'e göre tarih, özgürlüğün gelişim süreciydi. Tarihsel olaylar, insanlığın daha yüksek bir bilinç ve özgürlük seviyesine ulaşmasına hizmet eden adımlar olup, Hegel Diyalektiği, Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in düşünce sisteminin temelini oluşturan bir yöntemdi. Feodalizm Tez olarak alındığında Antitez olarak Kapitalizm ve Sentez olarak Sosyalizm kavramına ulaşılacağına inanıyordu.
Marx ve Engels, Hegel'in diyalektiğindeki idealist temeli reddederek, bu yöntemi "Diyalektik Materyalizm" olarak adlandırıp, kendi tarihsel ve ekonomik analizlerine oluşturdular. Hegel Diyalektiğinde düşünceler ve fikirler tarihin itici gücü iken, Marx ve Engels de itici güç üretim araçları ve maddi gerçeklik tarafından belirleniyordu.
Toplumsal değişimin ve ilerlemenin, çelişkilerin çözülmesiyle gerçekleştiğini savunan Diyalektik Materyalizm, kapitalist sistemde burjuvazi ve proletarya arasındaki çelişkiler, devrimle çözülerek yeni bir toplumsal düzen yaratacaktı. Marx ve Engels'e göre, tarih sınıf mücadeleleriyle şekillenmişti ve şekillenmeyi de sürdürecekti. Bu mücadeleler, toplumsal değişimin motoruydu çünkü.
Engels'in, "Doğanın Diyalektiği" adlı eserinde bu felsefenin doğa bilimlerindeki yansımaları da ele alınmıştı. Diyalektik Materyalizm, sadece teorik bir felsefe değil, aynı zamanda toplumsal değişimin pratik bir rehberi olarak düşünülmüştü.
Yorumlar
Yorum Gönder