12 Ekim 2022 Çarşamba

MERSİN YAZLIK SİNEMALARI

 


12 Ağustos 1956 Pazar, Mersin…

Gerek bedenimizle fiziksel beynimiz arasında, gerekse içinde yaşadığımız toplumun bireyleri arasında kurulacak iletişim mutlu yaşamlar için her şeydir.

Öyledir çünkü, bedenimiz davranışlarıyla fiziksel beynimize ortamın bahar olduğunu hissettirirse, beynimiz sular seller gibi mutluluk hormonları salgılar.

Yaşadığımız toplumda; öncelikle aile bireyleri ve yakın akrabalar arasında, giderek içinde yaşadığımız mahalle, köy, ilçe ve İl’deki bireyler ve sosyal kurumlar arasındaki iyi ilişkiler bir başka baharın kapısını aralar.

1950-60’lı yıllarda toplumu oluşturan bireyler arasındaki iletişimin en iyi sağlandığı ortamlar ‘’Yazlık Sinemalar’ ’dı.

İletişimin duygu, düşünce ve bilginin bir bireyden diğerine aktarılarak paylaşılmasını sağlayan bir eylem olduğunu, bireyin toplumsallaşmasını sağlayan bir süreç olduğunu öğrenecektik yazlık sinemalarla.

1950’li yıllarda hemen her mahallede bir yazlık sinema vardı. Yazlık sinemalar en önemli eğlence ve sosyalleşme araçlarıydı.

Yazlık sinemalar çoluk çocuk, sere serpe gidilen, bir takım kısıtlamaları olmayan mekânlardı. Zengin, fakir herkesin tek eğlencesiydi yaz gecelerinde.

Hatırlarım, Hüseyin Peyda’nın “Mezarımı Taştan Oyun” , Öztürk Serengil’in ‘’Temem Bilakis’’, Danyal Topatan’ın ‘’Çete’’ ve Özcan Tekgül’ün ‘’Vur Patlasın Çal Oynasın’’, ‘’Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar’’ türü filmleri…

Günün olumsuzluklarını, yorgunluklarını gideren ve hayata tutunmamızı sağlayan araçlardı yazlık sinemalar…

1955’lerde, özellikle yazlık sinemalar, toplumun içinde gelişen ve gelişmekte olan toplumsal olaylara ayna tutmaktaydı.

Toplumda yaşanılanları gösterebilme, izleyicileri harekete geçirebilme özelliğine sahipti. Özellikle toplumsal olayların görünmeyen yanını gösterebilme, fark edilmeyenleri fark ettirebilme becerisine sahipti.

Hüseyin Peyda’nın ‘’Mezarım Taştan Oyun’’, Öztürk Serengil ve Dansöz ve oyuncu Özcan Tekgül’ün filmleri gişe rekorları kırmaktaydı.

Dansözlü hamam sefalarıyla, Ertem Eğilmez’in yönettiği ve Öztürk Serengil’in başrollerinde oynadığı ‘’Helel Ananalı Celal’’ filmindeki Özcan Tekgül’ün cüretkar dans sahneleriyle, fark edilmeyen ve görmezden gelinen ‘’Anadolu’daki cinsel açlık’’ işlenmekteydi aslında.

Film izlemek için evden çıkmak gerekiyordu ki bu sosyalleşmenin, arkadaş edinmenin ilk adımıydı. Göçmen barakalarından 8-10 arkadaş birlikte giderdik yazlık sinemalara.

Sinemanın önü seyyar satıcılar tarafından, tam bir panayıra dönerdi. Turşu, dondurma, macun, balon, kavrulmuş çekirdek, patlamış mısır, tatlı, koz helva, soyulmuş salatalık bağıra çağıra satılırdı. Film aralarında da efsane gazoz Uludağ satılmaktaydı.

Hafta sonlarında sattığımız simitlerden kazandığımız paranın bir bölümünü sinema biletinin yanı sıra patlamış mısır ve gazoz almak için ayırırdık. 

Ne Coca Cola, ne Pepsi Cola…

Çocukluğumuzun içeceği Uludağ Gazozuydu.

Patlamış mısır, gazoz ve yazlık sinema… Mükemmel Üçlü…

Açık hava sinemaları, kapalı sinema salonlarından farklı etkilere sahip mekânlardı. Çünkü her şeyden önce açık hava sinemalarında insanları kuşatan duvarlar yoktu.

İnsanlara daha fazla özgürlük vaadi sunan mekânlar olarak açık hava sinemalarında, kapalı salonların aksine bağırmak, ağlamak, haykırmak, gülmek, eğlenmek, kendinden geçmek, yemek, içmek daha kolaydı. İnsanlar eylemlerinde daha “özgür “dü.

Sinemaya girer, numarasız olan mavi tahta sandalyelerden en beğendiğimize oturur, filmin başlamasını beklerdik. Ama bu arada yazlık sinemamızda hizmette sınır olmadığı için, kırkbeşlik plaklardan günün en popüler şarkıları çalardı.

Film başlamadan önce yüksek sesle sahneden türküler, şarklılar çalınırdı.

Film gösterileceği vakti bir gonk sesi belli ederdi. Bu gong sesiyle beraber seyircilerde bir telaş başlardı. Herkes tahta sandalyedeki yerini çoktan almış olurdu. Bir iki dakika sonra ikinci gonk duyulurdu ve üçüncü gonk vurduğunda film başlardı. 

Gösterimdeki film başlamadan önce perdede ‘pek yakında’ yazısı görünür, on beş gün sonra gelecek olan filmin tanıtım parçası gösterilirdi. Bu tanıtımlardan sonra biz de o filmlere mutlaka ama mutlaka gelmemiz gerektiğine karar verir ve gelirdik.

Sınamada film seyredilirken tam bir sessizlik hâkim olurdu.

Yazlık sinemada filmler her zaman mutlaka kopar, sesleri kesilir ve bu durumu protesto eden seyirciler tarafından ‘’makinist’’ çığlıkları ile ıslıklar arasında, ışıklar tekrar yanar, makinist de filmi bir an önce tekrar başlatmak için elinden geleni yapmaya çalışırdı.

Bu durum kötü kopyaların Anadolu kasabalarına gelmesi ile ilgiliydi.

Filmin en heyecanlı yerinde, beyaz perde yerine geçen, beyaz badana ile boyanmış duvarda beş dakika ara yazardı. Beş dakika arada tuvaleti gelen acele ile tuvaletine gider, yine gazozlar alınırdı.

Sevgililer ailelerine fark ettirmeden, kaçamak bakışlarla birbirlerine bakarlardı. Beş dakika dense de on onbeş dakika sonra arka arkaya gong sesleri duyulur ve film tekrar başlardı.

Filmin sonlarına doğru ıslıklar bu kez kopan film için değil, filmin esas kızını kurtarmayı başaran esas oğlan için çalınırdı.

Mutlu sonla biten filmlerde de alkış tutardı bütün sinema. Sinema sonrası o gece seyredilen filmi konuşurduk arkadaşlarımızla.

Kendimizi izlediğimiz filmlerin büyüsüne kaptırır, yıldızlarla bütünleşir, hayatın gerçeklerinden uzaklaşır ve rahatlardık.

Özellikle yazlık hava sinemaları çok özel sinema deneyimlerinin yaşandığı mekânlardı. Kapalı sinema mekânlarının olmadığı küçük yerleşim yerlerinde bireylerin sosyalleşmesinin en önemli alanlardan biri açık hava sinemalarıydı.

9 Ekim 2022 Pazar

BABAM MERSİN'DE SÜREKLİ İŞ BULDU

 


5 Temmuz 1956 Perşembe, Mersin…

Bir yılımızı doldurduğumuz Mersin artık avuç içimiz gibi bilindik hale geldi. Özellikle yaz tatillerinde, nerelerde daha çok simit ve halkalı tatlı satabileceğimizi de biliyoruz.

12 yaşına girmiş ve ilkokul beşinci sınıf öğrencisi olmuştum. 15 haziranda okulumuz tatile girer girmez, ertesi gün halka tatlısı yapmak için hazırlıklarımızı tamamlamış ve 18 haziranda da ilk tatlımızı satmıştım.

Bugün saat 06:00’da Yoğurt Pazarı’ndaki fırından aldığım 50 simitin tamamını satarak eve geldim. Kahvaltıdan sonra da kardeşimle birlikte 100 halka tatlısı yaparak satışa çıktık. Öğleye kadar tatlıların bir bölümünü satmıştım.

Eve gelip, kalanları bıraktıktan sonra, hala hastanede yatmakta olan anamı ziyarete gittim.

Anamı oldukça iyi görmüştüm. Hemşirelerden bir önümüzdeki günlerde taburcu olabileceğini de söylemişti.

Ana ziyaretinden sonra tekrar halka tatlılarımla sahile indim. Akşam üzeri tatlıların da tamamını satmış olarak eve geldim.

Evi derleyip, toparladıktan sonra çevremizdeki çeşmelerden ihtiyacımızı giderecek kadar su taşıdım.

Saat 22:00 civarında babam güler yüzle, mutlu bir görüntüyle eve geldi. Biraz da çekinerek,

-Hayır mı baba?

Diye sorduk.

-Hayırlı haberlerim var çocuklar

Dedi ve anlattı. Mersin Tarsus yolu üzerinde, göçmen barakalarından yaklaşık 6 km doğuda, Karaduvar diye bilinen yerde ATAŞ adında bir tesisin yapımına başlanmıştı.

Genelde kol ve beden gücü kaynaklı işçiye ihtiyaç varmış. Orada işe başlamıştı babam, mutluydu. Biz de mutlu olmuştuk.  Babam,

-Mehmet, sizler neler yaptınız bu gün, tatlı satışları nasıl gidiyor?

Diye sordu. Öğleye kadar simit sattığımızı, öğle arasında da hastanede anamı ziyaret ettiğimi söyledim. 

-Verimli bir gün geçirdik Baba. Hem aldığımız simitlerimizin hem de yaptığımız tatlıların tamamını sattık.

Dedim. İşe başladığı ‘’ATAŞ’’ şirketini sordum Babama. Anlattı…

Günümüzde Akdeniz Belediyesi’ne bağlı bir mahalle olan Karaduvar’da, Mersin limanının temelinin atılmasından sonra, ‘’ATAŞ Anadolu Tasfiyehanesi’’ Mobil, Caltex ve BP tarafından kurulmuş ve yüzlerce kişiye iş kapısı olmuştu. 

ATAŞ, ortak şirketlere ait işlenmiş akaryakıt ürünlerini tanklarında depolayacak ve yine ortak şirketlerin talepleri doğrultusunda, depo tanklarındaki ürünlerin kara tankerlerine, tren vagonlarına veya deniz tankerlerine dolumlarını sağlayacaktı.

Şirketin kuruluşunu yaptığı Karaduvar, Mersin’in merkezine bağlı bir mahalleydi. Burada yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu geçimini tarım ve seracılıktan sağlıyordu. Denize kıyı olan mahallelinin küçük bir kısmı da balıkçılıkla uğraşıyordu.

Karaduvar’lalar başlangıçta ATAŞ tesislerinin kuruluşunu sevinçle karşılamışlardı. Ne var ki günümüzde sevinçleri kursaklarında kalmış durumda.

Mahalleye girdiğinizde mahallenin ATAŞ petrole ait rafineriler ile tamamen çevrelenmiş durumda olduğunu görürsünüz.

Birbirine ellişer yüzer metre aralıklarla yapılmış dolum tesisleri ve devasa petrol depolarının atıkları sarmıştır her yeri…

Atıkların oluşturduğu kanal üzerinde kümelenmiş sinekler mikrop dağıtan bir kanatlı bir orduya dönüşmüş durumda…

Meyve ve sebzeciliğin bittiği yer olmuş Karaduvar Mahallesi…

8 Ekim 2022 Cumartesi

İLKOKUL ÜÇÜNCÜ SINIF BİTTİ

 


30 Haziran 1956 Cumartesi, Mersin…

1955-1956 Eğitim ve Öğretim yılı, 9 Haziran Cumartesi günü karnelerimizi almamızla birlikte tamamlandı. Bütün derslerimiz ‘’Pekiyi’’ olarak karnemize geçmişti.

Kuvayi Milliye İlkokulu'nda dördüncü sınıfta okumaya hak kazanmıştık.

Anam hastanede ve babam da sürekli bir iş bulamamıştı. Çukurova’daki Pamuk tarlalarında mevsimlik işçilik dönemini yaşamıştık 1951 yılının yaz aylarında. 

Bu kez, sürekli bir işi olmayan babamın ‘’günübirlik işçilik’’ dönemi başlamıştı.

Başta Gümrük Meydanı olmak üzere, Mersin’in birkaç meydanında her sabah ‘’amele pazarları’’ kuruluyordu.   Günlük işlerde çalışmak isteyen babam gibi işçiler/ameleler sabahın erken saatlerinde bu pazarlarda yerini alıyordu.

Günlük işçiye ihtiyaçları olanlar da, yaptıracakları işe göre, ameleler arasından seçim yapıyorlardı.

Ortadoğu ve uzak doğudan kaçak gelenlerin çokça rağbet ettiği amele pazarlarında, sabah 06.00’da kaldırımlara dizilen yaklaşık 100-150 yabancı ve 10-15 Türk işçi kendilerini alacak ‘’elçi ‘’arabalarını bekliyordu. 

Saat 10.00’a kadar iş çıkmazsa tekrar evin yolunu tutuyorlardı. Babam da bunlardan biriydi.

Çiftçilik dışında bir becerisi olmadığı gibi doğru dürüst okuma yazmasının da olmaması genelde işsiz kalmasını sağlıyordu.

Sonraki yıllarda en azından adını soyadını yazıp, okuyacak ve imzasını atacak kadarı öğrendi. Giderek, genelde bizim okuyup anlayabileceğimiz mektuplar da yazmaya başladı.

Anamın hastanede olduğu bu dönemde, babamın da sürekli bir işinin olmaması, kardeşimle beni para kazanacak yeni arayışlara götürdü.

Sabahları simit satmaya devam ediyorduk. Ancak yeterli değildi. 

Babamın yaptığı derme çatma bir ayakkabı boya sandığı ile ayakkabı boyamaya başladık. 

Ne var ki yılın 300 günü güneşli geçen Mersin’de ayakkabı boyacılığı pek para getirmiyordu.

Sonunda Halka tatlısı yapıp satmaya karar verdik kardeşimle… 

Halka tatlısı yapımı için önce tatlı hamuru hazırlamasını öğrendik. 2 çay bardağı ılık süt içinde 3 adet yumurtayı iyice çırptıktan sonra içine kabartma tozu ve irmik ilave ediyorduk.

Bu üç malzeme iyice karıştırıldıktan sonra üzerine 3 su bardağı unu da ilave edip, hafif cıvık bir kıvam alan tatlı hamurunu oluşturup sıkma torbasına koyuyorduk.

Sıkma torbasının küçük bir deliğinden, önceden hazırlanmış kızartma tenceresine, halkalar halinde hamur bırakılıyordu. İyice kızaran halkalar da şerbet içinde bir süre bekletiliyor ve satışa hazır hale getiriliyordu.

Simit satışlarımızın dışında Halka tatlısı satışı da rağbet görmüş ve para kazanmaya başlamıştık.

Başarılı olmak ve kazanmak yaşama sevincimizi arttırıyordu.

7 Ekim 2022 Cuma

NATİLUS VE KAPTAN NEMO

 



18 Mart 1956 Pazar, Mersin sahili…

Okul ödevlerim bitmiş, sabahın erken saatlerinde aldığım 50 simidin tamamını da satmıştım. İnce hastalıktan sürekli hastanelerde kalan anamın beslenmesine katkısı olur diye almış olduğumuz keçiyi otlatmaya çıkarmadım, yanına dün topladığım otlarla suyunu koydum.

Babam erkenden iş bulmaya gitmişti. Evi derleyip toparladıktan sonra İl Halk Kütüphanesine geldim. Bir hafta önce ödünç aldığım Jules Verne’inin Denizler altında Yirmi Bin Fersah adlı kitabını geri verip, yeni bir kitap alacaktım.

Bana uygun yeni bir kitap bulamayınca elimdeki kitabı bir kez daha gözden geçirmeye karar verdim sahildeki bir iskelede. Yürüyerek ulaştığım iskelelerin birinden ayaklarımı suya daldırıp, ileri geri sallarken okumaya başladım hayal kurmamı sağlayan kitabı.

1800’lü yıllarda, bazı ticaret ve savaş gemilerinin denizlerde batmasına neden olan garip bir nesnenin varlığı denizcileri ve doğa tarihçilerini heyecanlandırmıştı.

Canavar olduğunu düşündükleri yaratığın peşine düşen Paris Doğa Tarihi Müzesi öğretim üyesi Prof. Aronnax ve ekibi, kaza sonucu kendilerini Kaptan Nemo’nun yönettiği Natilus adlı gemide buluyordu. Bir canavarla değil, denizaltı ile karşılaşmışlardı.

Böylece, denizler altında 20 bin fersahlık maceraları başlamış oluyordu. Bu macerada, derin denizlerde zengin bir yaşamın varlığını da kanıtlayan bir araştırma başlıyordu.

Okumaya ara verip, sahildeki iskelede ayaklarımı denize daldırmış Akdeniz’in derin maviliklerine bakarken, kendimi Kaptan Nemo’nun denizaltısı Natilus’ta hayal ediyordum. 

Birden bire denizde bir kabarmanın ardından, ortaya çıkan dev bir ahtapotun kollarından biri iskeleden beni kavrayıp denizin derinliklerine götürdü. Kurtulmak için debelenirken, hayalimdeki Kaptan Nemo’nun Natilus adlı gemisinin hızla bize yaklaşmaya başladı.

Tam ahtapot tarafından yutulmak üzereyken Kaptan Nemo’nun tayfaları ahtapotun beni kavrayan kolunu bir balta ile keserek kurtulmamı sağladılar. Ardından, Natilus’a, Kaptanın güvertesine götürüldüm.

-Hoş geldin genç adam. Adın nedir? Nasıl oldu da gemimle buluşmayı sağladın?

Dedi Kaptan Nemo. Bir süre şaşkınlıkla kendisine bakıp, toparlandıktan sonra,

-Ben ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi Mehmet Akıncı. Jules Verne’in ”denizler altında yirmi bin fersah” adlı kitabını okurken kendimi geminizde hayal etmiştim efendim.

-Denizler sürprizlerle doludur Akıncı.  Hiç beklemediğin bir anda bir ahtapotla karşılaşma olanağı milyonda bir olsa da, bu gün gerçekleşti. Öyle sanıyorum ki doğanın sürprizlerinden biriydi ahtapota rastlaman.  Böylelikle gemim ve hâkimi olduğum denizler konusundaki sorularının yanıtlarını öğrenme fırsatı yakaladın.

-Teşekkür Ederim Kaptan Nemo. Çok merak ediyorum. Jules Verne sizin arkadaşınız mıydı? Sizi, geminizi ve sahip olduğunuz ormanları bu kadar yakından tanıdığına göre öyle olmalı.

-Jules Verne’inin hayal gücünde olsam da şu anda karşında bir gerçek olarak duruyorum. Anladığım kadarıyla kitap okumayı ve hayal kurmayı seviyorsun. Denizler altında Yirmi Bin Fersah adlı kitabı birçok kez okuduğun anlaşılıyor. Okuman yetmemiş, daha fazlası için Natilus’ta olmanın halini kuruyordun. Benden yanıtını isteyeceğin bir hayli soru olmalı.

-Gerçekten de kafamı karıştıran, bir türlü çözemediğim sorularım var. Bunlardan ilki, geminiz hangi enerjiyle, günlerce deniz altında kalabiliyor?

Kaptan Nemo gülümsedikten sonra,

-Deniz suyu bitmez tükenmez bir enerji kaynağıdır. Fen Bilgisi derslerinde tuzlu suyun içine daldırdığınız bakır ve çinko elektrotlarla yaptığınız deneylerde az miktarda elektrik enerjisi üretmiş olmalısınız. Biz bu uygulamayı çok büyük boyutlardaki elektrotlarla gerçekleştirdik. Yüzlerce elektrik pili oluşturduk.

Deniz suyunda yüzde doksan üç buçuk su, yüzde iki ile üç arası sodyum klorür, yani deniz tuzu vardır. Geri kalan yüzde beşlik bölümünde ise daha birçok madensel tuzlar, asitler vardır. Fakat en bol olan Sodyum Klorür’ dür. Deniz suyundan sodyumu ayırarak elektrik gücü elde etmekte kullanıyorum.”

-Sodyum mu? Diye şaşkınlıkla sordum.

-Evet, genç adam, sodyum cıva ile karıştırıldığında Bunsen pilindeki çinkonun yerini tutan bir alaşım meydana getirir. Böyle bir pilde cıva hiçbir zaman bitmez. Harcanan hep sodyumdur. Bunu da denizden bol bol elde edebilirim.

Haklıydı Kaptan Nemo. Geçtiğimiz hafta Fen Bilgisi öğretmenimiz böyle bir deney yapmıştı. Bakır (+), Çinko (-) kutup olarak düzenlenmişti. Öğretmenimiz ‘’ Metalik özellik gösteren elementlerin aktifliği elektron verme ve alma isteği ile doğru orantılıdır. ‘’ Demişti. Farklı aktif metaller arasında potansiyel farkı oluşuyordu.

Bu arada oldukça büyük daire şeklindeki camdan ormanı andıran deniz dibine bakma fırsatım oldu. Natilus mürettebatından bazılarının çok özel kıyafetlerle uzaklaşmakta olduklarını gördüm. Ellerinde zıpkınlar ve ağlar vardı. Tekrar Kaptan Nemo ’ya dönerek,

-Kaptan! Önümüzde muhteşem bir orman görüyorum. Bir an için Bulgaristan’daki köyümüzün kuzeyinde yer alan Sakar Balkanı anımsadım. Mürettebatından bazılarını tuhaf kıyafetler içinde gördüm, ormanda bir şeyler mi arıyorlar?

Kaptan Nemo, kendi malıymış gibi camdan ormana baktı. Gerçekten de şu anda denizlerin altında bulunan bu orman üzerinde ondan başka hak iddia edecek tek bir insan yoktu.

Bir insanın asla kucaklayıp saramayacağı kadar kalın gövdeli, olağanüstü uzunlukta dalları olan ağaçlardan oluşan bu orman, denizaltı bitkilerinin büyüyüp gelişmesiyle meydana gelmişti. Gururla ormanına bakan Kaptan Nemo,

-Sahibi olduğum ormanlar güneşten ne ısı; ne de ışık alırlar. Orada aslanlar, kaplanlar yoktur. Hiçbir dört ayaklı orada barınamaz. Bu ormanları bilen tek kişi benim. Şimdilik yalnızca benim için yeşerirler. Size kara ormanlarından değil; deniz ormanlarından bahsediyorum. Natilus ve mürettebatının bütün ihtiyaçlarını bu ormandan karşılarız.

Denizden elektrik üretebilme özelliği ve suda nefes alabilen kıyafetleri olan mürettebatı ile eşsiz bir denizaltıydı Natilus…

Kaptana tam başka sorular soracaktım ki şiddetli bir çarpışma ile sarsıldım. Gözlerimi açtığımda Mersin İl Kütüphanesinin önündeki iskeleden suya düşmüştüm. İskeleye çarpan bir kayık denize düşürmüştü beni…



5 Ekim 2022 Çarşamba

DERS ANLATTIĞIM SÜT KEÇİMİZ

 


11 Mart 1956 Pazar, Mersin…

1955-1956 Eğitim ve Öğretim Yılının ikinci yarıyılı başlayalı bir aydan fazla oldu.

Birinci yarıyıl tatilinde asıl uğraşlarımızdan biri simit satmak olmuştu. Tatil olması nedeniyle fırınlardan aldığımız simitlerin tamamını satarak eve dönüyorduk. Ayrıca hangi bölgelerde daha kolay satacağımızı da öğrenmiştik.

Bundan 15 gün öncesine kadar anamızı evde bulabilmek büyük mutluluktu. Hastaneden çıkalı bir aydan fazla olmuştu. Ne var ki hastanede uygulanan beslenme evimizde pek geçerli değildi.

Her ne kadar sokaklarda kesilen büyükbaş hayvanların sakatatlarını ücretsiz alıyorsak da, her zaman denk gelmiyordu. Günübirlik işçi olarak çalışmakta olan babam ise haftanın ancak birkaç günü iş bulabiliyordu. Bulduğu işlerden alınan ücret ise oldukça düşüktü.

Yine de mutluyduk başımızı sokacak bir barakanın yanı sıra anamızın de evde oluşundan. Kardeşimle birlikte eve dönünceye kadar keçiyi otlatıyordu barakaların kuzeyinde kalan yeşillik alanlarda.

İkinci yarıyıl başladıktan 15 gün sonra anam tekrar hastaneye yatmak zorunda kaldı. Halk arasında ince hastalık olarak tanımlanan verem tedavisi için yaşamakta olduğumuz Göçmen barakalarının ortamı pek uygun değildi. Hem temizlik yönünden hem de beslenme yönünden yeterli değildi. Yine anasız kalmıştık evde…

Anam tekrar hastaneye yatınca, keçinin beslenme görevinin yanı sıra sütünü sağmayı da öğrenmek zorunda kaldım. Barakaların kuzeyi alabildiğine boş ve hayvan beslemeye uygundu.

Boynuna geçirdiğim oldukça uzun bir iple, geniş bir alanda otlanmasını sağlarken, kitap okuma ve ders çalışma olanağı da buluyordum. Tarih coğrafya derslerini keçiye anlatıyordum. Bazen kulaklarını kabartarak bana bakardı.

Keçiye ders anlatırken önemli bir şeyin farkına varmıştım. Çalıştığım konuları pekiştirmenin yolu birilerine anlatmaktı. Önemli olan anlatmaktı, kimin dinlediği pek önemli değildi. Sonraki yıllarda, anlatmanın yanı sıra Matematik, Fizik ve Kimya derslerinden, arkadaşlarıma yardım bahanesiyle, konulara hakimiyetim artacaktı.

Edindiğimiz arkadaşlar, okuldaki başarılarımız ve simit satmaktaki becerilerimiz anamın yokluğunu unutturuyordu. Bir süre sonra da evdeki yokluğuna alışmıştık zaten. Her şeye rağmen hayat güzeldi.

Gelecekteki hayallerime ulaşabilmek için bilgi dağarcığımı doldurmalıydım. Öğleden sonraları Mersin Halk Kütüphanesine gidiyordum. Kardeşim bazen bana katılmaz, arkadaşlarıyla sahilde gezintiye çıkardı.

Evin bir numarası olarak kendimi daha çok sorumlu hisseder, daha çok okur ve çalışırdım. Kardeşim Mustafa’nın arkasını topladığım da olurdu. Mustafa’yı çok sever, kendimden daha zeki bulurdum.

İkinci yarıyılda okula daha kolay uyum sağlamış ve öğretmenlerimizin de dikkatini çekmiştik. Bize biraz daha özenli davranmaya başlamışlar ve bilgimizi arttıracak kitaplar da vermişlerdi.  Mutlaka hazırlıklı gidiyordum okula. Hazırlıklı olduğumdan, bütün sorular için parmak kaldırıyordum.

Başarılı olmanın yolunun hazırlıklı olmaktan geçmenin yanı sıra anlatmaktan da geçtiğinin farkına varmıştım. Ders aralarında da bazı arkadaşlarıma o günkü konularla ilgili bilgilerimi aktarıyordum.

Geçtiğimiz günlerde İl Halk Kütüphanesinden ödünç aldığım Jules Verne’inin ‘’Denizler altında yirmi bin fersah’’ adlı kitabını, sanki ben de denizlerin altına gidebilir mişim gibi, sahildeki bir iskelede ayaklarımı denize sarkıtarak okumaya başladım.

Kitap ve denizle özdeşleşmeye çalıştım. Bu kitapla birlikte engin denizlerin altında bambaşka bir yaşam biçimi bulacaktım. Okuduğum her kitap dünyaya yeni pencereler açmamı sağlıyordu.

Okumak, öğrenmek, bilgilenmek, geleceğe yönelik pozitif hayaller kurmak güzeldi…

                                         

2 Ekim 2022 Pazar

BİRİNCİ YARIYIL TATİLİ 1956

 




22 Ocak 1956 Pazar, Mersin…

Dün karnelerimiz dağıtıldı.

Mersin Kuvayi Milliye İlkokulu 1955-56 Eğitim ve Öğretim yılının birinci yarıyılını başarıyla tamamladık.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da notlarımız mükemmeldi. Bütün derslerden iki kardeş de Pekiyi almıştık. Düzenli çalışmamızın meyveleri ortaya çıkmıştı.

Okul aile birliği yardımlarını aldığımızda verdiğimiz sözler yerine getirilmişti. Mutluyduk, kendimize olan güvenimiz bir kez daha kanıtlanmıştı.

Bayrak merasiminde İstiklal Marşı okunduktan sonra okulumuzun Başöğretmeni Mustafa Kirazcı kısa ve öz konuşmasında, tatillerin biraz da eksiklerin tamamlanma fırsatı yarattığını vurgulayarak,

-Dinlenmeyi ve kendinize zaman ayırmayı, arkadaşlarınızla oynamayı hak ettiniz. Ancak gelecekteki hayallerinizi gerçekleştirebilmek için üretime ve çözüme yönelik bilgilere ihtiyacınız var. Hayallerinizin ufkunu geliştirecek kitaplar okumalısınız. İyi tatiller.

Dedi. Böylece birinci yarıyıl tatili başladı. 6 Şubat 1956 Pazartesi günü başlayacak olan ikinci yarıyıla kadar 15 gün tatil yapacaktık.  

Karnelerimiz ellerimizde büyük bir coşkuyla Göçmen barakalarına, evlerimize geldik.

Anam akıtma yapmıştı yine. Az daha unutuyordum, yaklaşık bir ay önce anam hastaneden çıkmış, babam da sütünden yararlanalım diye bir keçi almıştı daha önce.

Çevremizde yeşillik ve ot boldu. Bir taraftan keçiyi otlatırken bir taraftan da okumaya dayalı derslerimizle ilgili ödevlerimizi yapmıştık.

Anamın yaptığı akıtmalara-kreplere keçi sütü de eşlik edince bir ziyafete dönüşmüştü tatilin ilk anlarında kardeşimle yediklerimiz.

Akşam geç vakitlerde gelen babamın da günü verimli geçmişti. Bir haftadır çalıştığı iş yerinden ücretlerini almış ve elleri dolu gelmişti. Karnelerimizi de görünce gülümsedikten sonra,

-Başardığınız her şey kendiniz için çocuklar, bizim sizlerden beklediğimiz başarılı ve ülkemize faydalı kişiler olmanızdır.

Dedi, sonra her ikimizi de alnımızdan öptü.

Akşam yemeğinden sonra, babamın da izniyle, Göçmen barakalarındaki arkadaşlarla buluşarak sinemaya gittik. Sinemayı hak etmiştik.

Günümüzdeki Belediye binasının karşısında Güneş Sineması vardı. Üstü yazlık sinema olarak kullanılırdı.

Güneş Sinemasında, senaryosu Hüseyin Peyda’ya ait olan ‘’Mezarımı Taştan Oyun’’ adlı film oynuyordu. Yapımcılığını da üstlenen Hüseyin Peyda ile birlikte Atıf Yılmaz, Tekin Akmansoy, Sabiha İzer ve Nurhan Nur diğer oyunculardı.

Hüseyin Peyda 1952 yılında Urfa’da çevirdiği bu filmle bir efsane olmuş ve Hintli Raj Kapoor’ un ulaştığı şöhreti yakalamıştı. Tam da birinci yarıyıl tatiline girdiğimiz günlerde Güneş Sinemasında gösterime girmesi bizim için bir şans olmuştu.

Film Urfa’nın daracık taş sokaklarında eşeğe ters binmiş, ağasını arayan biriyle başladı. İçkili dansözlü bir hamam sefasında filmin başkahramanı Abdo Ağa ile devam etti.

Abdo Ağayı canlandıran Hüseyin Peyda başında örtüsü, sırmalı giysileri ve çizmeleriyle hamamda gerçek bir ağa görünümündeydi. Yardımcısının babası tarafından istendiğini belirtmesi üzerine hamamdan ayrıldı.

Abdo, eşraftan Bekir Efendinin sefahat düşkünü oğluydu. Ailesinin evlendirmek istemesine rağmen aklı fikri içki, kadın ve dansözlü hamam sefalarındaydı.

Bir düğünde tanıştığı kız kardeşinin arkadaşı Mircan, genç adamın bütün dünyasını değiştirmişti.

Birbirlerine âşık olan gençler evlilik planları yapmaya başlar. Ancak, Abdo’nun amcasının oğlu Zülfikar da genç kadını sevmektedir.

Amcasının oğlu Zülfikar ve babası sevgililerin peşini bırakmaz. Abdo’yu aradan çıkarmak isterler. Abdo ’ya kurulan tuzağın tetiklediği olaylar gençlerin felaketine neden olur.

Filmin son sahnesini asla unutmadım. Kıskançlık uğruna öldürülen Abdo Ağa’nın tabutu omuzlarda mezarlığa götürülürken, fon müziğini oluşturan keman acıyla inliyordu.

Sinemada gözyaşları sel olmuştu. Ben de ağlarken bulmuştum kendimi. Sadece ben mi, birlikte geldiğimiz arkadaşlarımın hepsi ağlıyordu.

Sinemadan çıkıp evlerimize giderken gözlerimizi silmiş ve birbirimize ”amma da yufka yüreklisin” diye takılmaya başlamıştık. Bu film sonrasında, ağlamanın da güzel bir yanının farkına varmıştık. Vicdanlı olmanın bir göstergesiydi  ağlayabilmek…          



AYÖO ÜNİVERSİTE HAZIRLIK KURSLARI

  17 Haziran 1964 Çarşamba, Ankara... İstanbul Zeytinburnu'nda, güneş ışınları yattığımız odanın perdeleri arasından sızarken uyandı...