17 Nisan 2023 Pazartesi

KEMAN ÖĞRETMENİM EKREM ZEKİ ÜN

27 Eylül 1961 Çarşamba, Çapa…

Keman Öğretmenimiz Ekrem Zeki Ün Çapa Öğretmen Okulu Müzik semineri oluşumunu sağlayan kişiydi. Olağanüstü disiplinli olduğunu, en ufak hataları affetmediğini öğrenmiştik eski öğrencilerinden.

Haftada 10 saat müzik dersinin 2 saati Resim Semineri öğrencileriyle ortak yapılıyordu. Bugün yalnız Müzik Semineri öğrencilerine yönelik 4 saat dersimiz vardı.

 Çok yoğun bir çalışma temposu olduğundan, dersleri Çarşamba sabahına toplanmıştı. İlk iki saat müzik teorisi ve kompozisyon üzerine konuşma yaptığını öğrenmiştik üst sınıflardan. Sonraki iki saat uygulamalı ders olup, keman tutma, yay çekme ve parmakları kullanma üzerine çalışılacaktı. 

Resim Seminerindeki arkadaşlarımızın da Selahattin Taran ile 4 saat dersleri vardı. Onların da ilk iki saati kuramsal olup, son iki saati uygulamalıydı.

Müzik Seminerindeki 17 arkadaşımla birlikte, alt kattaki müzik odasına girdiğimizde, üzerinde bir keman bulunan piyanonun başına oturmuş bizi bekliyordu Ekrem Zeki Ün.

Bir süre bizi süzdükten sonra ''teori bilinmeden kompozisyon yazamazsınız.'' Diye başladı konuşmasına. 

İnsanlar yaşadıkları çeşitli toplumsal olayları, acıları, sevinçleri, duygu ve düşüncelerini birbiriyle uyumlu ses ve söz kalıplarıyla ifade etme yolunu tercih etmiş ve bu yolla da olayları anlatmada en etkili ifade yöntemini, müziği bulabilmiştir. İnsanlık tarihi ne kadar eskiyse, müzik tarihi de o kadar eskidir. İnsanlık geliştikçe, müzik de gelişmiştir. 

İnsan varoluşuyla birlikte, toplu olarak yaşamayı tercih etmiş, hayatın tüm zorluklarında birbirine destek olmuştur. Bu toplu yaşama içgüdüsünün sonucunda, müziksel faaliyetler de gruplar halinde yapılmış, korolar ve fasıl grupları oluşturulmuştur. 

Başlarda haberleşme amacıyla kullanılan tahta ya da kemikten yapılmış borular, giderek toplu icralarda kullanılan müzik aletleri haline gelmiştir. Buna bağlı olarak, toplu icra tarihinin insanın varoluş tarihi kadar eskilere dayandığı da açıkça görülmektedir.

Müzik Teorisi araştırmaya, çözümlemeye, yeni teoriler oluşturmaya ve bunları bir sistematik içinde bilimsel metotlarla değerlendirmeye dayalı bir alandır. Kompozisyon ise eldeki verilerden yola çıkar ve yeni eserler üretir. Yeni eser üretiminde tarihsel ve güncel teorik bilgi sahibi olmak, eldeki verileri yorumlamada ve yaratıcılık sürecinde önemli bir rol oynamaktadır.

Anlattıklarını can kulağı ile dinlediğimiz Ekrem Zeki Ün Çapa Öğretmen Okulu Müzik semineri oluşumunu sağlayan kişiydi. 23 Kasım 1910 tarihinde İstanbul’da doğan Ekrem Zeki Ün İstiklal Marşımızın bestecisi olan Osman Zeki Üngör’ün oğluydu. 

Babası Osman Zeki kültürel müzik alanında Batı uygarlığına yönelen ilk kemancı ve Saray Orkestrası’nın şefiydi. Dedesi ise Osmanlı Askeri Bandosu bünyesindeki Fasl-ı Cedît’in kurucusu, 1820-1895 yılları arasında yaşamış olan, Santurî Hilmi Beydi.

Müzisyen bir ailede doğup büyüyen Ekrem Zeki Ün, dört yaşında ilk keman derslerini babasından alarak müziğe başlamıştı. 

İlk ve orta öğretimini İstanbul’da tamamlayan sanatçı, 1924 yılında 14 yaşındayken Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yurt dışı müzik öğrenimi için açılan sınavı birincilikle kazanarak Fransa’ya gönderilmişti. Altı yıl boyunca kaldığı Paris’te Ecole Normale de Musique’de keman eğitimi görmüştü.

Öğrencilik yıllarında özellikle izlenimci ressamların tablolarına ilgi duymuş ve resim ile müzik arasındaki ilişkiyi incelemişti. İlk beste çalışmalarına başladığı bu dönemde, doğadaki unsurların kişide oluşturduğu izlenimleri yansıtmayı amaçlayan izlenimciliğin etkilerini yansıtan eserler yazmıştı.

1930 yılında yurda dönen Ün, babasının müdürlük yaptığı Musiki Öğretmen Okulu’na öğretmen olmuştu. 1936 yılında devlet Konservatuvarı olan Ankara Mamak’taki bu okul 1924 te Atatürk'ün önerisiyle, müzik öğretmeni yetiştirmek amacıyla kurulmuştu. Tiyatro, müzik ve opera bölümleri bulunan okul bünyesine 1950’de bale bölümü de eklenmişti.

1934 yılında İstanbul’a yerleşerek öğretmenliğini sürdürmüştü. 1938 yılında ünlü piyanist Verda Ün ile evlenmişti. 1945 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı’nda keman öğretmenliğine getirilmiş ve konservatuar öğrenci orkestrasını yönetmeye başlamıştı. Ayrıca İstanbul Şehir Orkestrası konuk şef olarak yöneten Ekrem Zeki Ün,  Cemal Reşit Rey’in çalışmalarına destek olmuştu.

Hayatını çalışmaya ve üretmeye adamış, yaratıcı ve besteci, eğitimci ve yorumcu, öncü bir sanat adamıydı Ekrem Zeki Ün. Yapıtlarını sürekli bir arayışın ürünleri olarak veren Ün, bestelediği her yeni yapıtında kendini yenilemeyi öngörerek önceki yaratılarını beğenmediğini açıklamış, özeleştirel yaklaşımdan güç almıştı.

Ekrem Zeki Ün kendini; düşünen, entelektüel öğrenciler yetiştirmeye adamış Türkiye'nin en önemli keman üstatlarından ve kompozitörlerinden biriydi. Onun amacı sadece kemancı yetiştirmek değildi. Kemanın yanı sıra zihni ve kişiliği aydın güçlü bir kişilik yetiştirmekti. Tam da Atatürk’ün istediği gibi…

Bir eser üzerinde çalışırken eseri sadece teknik kapasitesi ya da ne kadar zor olduğuyla değerlendiremezsiniz. Sadece o eseri ya da notaları çalmanız onu yorumlamaya yetmez. Demişti daha sonraki kuramsal derslerinde. Donanımınız mükemmel olmalı. Bir eseri yorumlayabilmemiz için onun yazıldığı koşulları bilmelisiniz.

Sosyolojik ve politik açılardan o devirde neler olduğunu, bestecinin hayatını, besteleme tarzını ve hatta aynı devirde yasayan diğer bestecilerin eserlerini, giyim-kuşam, edebiyat vd. gibi konularda tam bilgiye sahip olmalısınız. Bütün bu bilgileri sentezleme biçiminiz, yeteneğinizle de birleşince bir yorumcu olarak sizi üstat yapar.

Bitmek tükenmek bilmeyen çalışma azmi, yorumcu, eğitimci, besteci, araştırmacı ve yenilikçi kimliği, Türk müziğine hizmet tutkusu ile müzik kültürü ve tarihimize eşsiz katkılarda bulunmuştu. 

Müzik sanatı ve eğitimimizi şekillendirmiş en önemli sanatçılardan biri olan Ekrem Zeki Ün, ardında çok sayıda eser, izinde ilerleyen yetiştirdiği pek çok sanatçı ve eğitimci bırakarak 24 Mart 1987’de Dublin’de, 77 yaşında hayata veda etmişti.



9 Nisan 2023 Pazar

İSTANBUL ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU İLK HAFTA

 
24 Eylül 1961 Pazar, Çapa İstanbul…

Akşam yemeğini yedik, bir süre oldukça uzun koridorumuzda volta attık. İkinci etüt zilinin çalmasıyla birlikte, sınıf başkanı olarak, sessizliği ve düzeni sağladım.

Ödevlerimi de bitirmiş olduğumdan, anı defterimi açarak, geçen haftanın özetini yapacağım.

18 Eylül Pazartesi günü başladığımız Eğitim ve Öğretim yılının ilk haftası göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Ya da bana öyle geldi.

Sınıf başkanı olarak, bir taraftan sınıfımızdaki arkadaşları tanımaya çalışırken diğer taraftan da dersimize giren öğretmenleri tanımaya çalıştım.

Resim Seminerinde 18, Müzik Seminerinde 16 olmak üzere sınıfımızda 34 öğrenci bulunuyor. 14 erkek öğrenciye karşılık 20 kız öğrencinin bulunduğu sınıfımız oldukça renkli ve edepli. Kız öğrencilerin çoğunlukta olmalarının yanı sıra 8 kız öğrenci de gündüzlü.

Gündüzlü öğrencilerden Gülay Medetgil ve Betül Öztop çabuk ısındığım kız arkadaşlarım oldu. Emel Yıldırım, Lütfiye Başer, Beyhan Ağca, Nezahat İncesulu, Güler Bahçeci, Sema Tirit, Aysel Bozkurt, Sema Güleray, Nevin Hepşen, Şadiye Kaya ve sarışın saçlarıyla dikkat çeken Yıldız Aygen kız arkadaşlarımızı oluşturuyordu.

Muhsin Eryılmaz, İbrahim Kazan, Halit Armutlu, Kadir Karkın, Şekip Oğuz, Ali Özocak, İbrahim Demirel, Eşref Aykan, Aydın Denizkuşu, Erol Güven. İzzet Mehmet, Alaattin Harput, Muammer Tomris ve Mehmet Akıncı erkekler grubunu oluşturuyorduk.

Öğretmenlerimize gelince; Okul Müdürümüz ve Tarih öğretmenimiz Niyazi Akşit olmak üzere Keman öğretmenimiz Ekrem Zeki Ün, Piyano öğretmenimiz Halil Bedii Yönetken, Resim öğretmenimiz Selahattin Taran’dı. 

Türkçe ve Türk Dil Edebiyatı öğretmenimiz Enver Naci Gökşen olurken Fizik öğretmenimiz Meziyet Çağlayan, Kimya öğretmenimiz Münevver Baç, Biyoloji öğretmenimiz Sema Berk. Coğrafya öğretmenimiz Muzaffer Danışman, Matematik öğretmenimiz Tevfik Aras ve diğerleri…

Öğretmenlerimizin tamamı İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu mezunu oldukları gibi Avrupa’da kendi dallarında uzmanlık eğitimi de almışlardı. Şanslı öğrencilerdik.

Buluğ çağındaki bizlerin hangi motiflerle yönlendirilebileceğimizin, hangi örneklerin bizlerin ilgisini yürekten çekeceğinin hesabını yapabilmek ve bunu gerçekliğe dönüştürebilmek büyük bir yetkinlik ve birikim isterdi.

Öğretmenlerimizde bu nitelikler fazlasıyla vardı.  Bizlere sahip çıktılar. Kıt olanaklarımızın yolunu açmak için, kimliklerimizi zedelemeden yaptıkları uyarılar ve rehberlikleriyle bizleri hem sosyalleştirdiler hem de kariyer derslerinde yetiştirdiler.

Gerçek eğitim ve öğretim buydu.  Aktif öğretmenlik dönemlerinde hep onları örnek almıştım.

Diğer taraftan, Çapa Öğretmen Okulu Resim ve Müzik Semineri uygulaması bizlerin yaşam öyküsü olmaktan öte çok yönlü anlamlar taşımaktaydı.

İnsana-öğrenciye verilen önemin, ilgi ve tutkular yaratmanın, bu doğrultuda öğrencileri yönlendirmenin ve olanaklar hazırlayarak yollar açmanın ilginç örnekleriyle karşılaşmış ve mutlu olmuştuk deneyimli öğretmenlerimizin elinde.

Üç yıl okuma şansını yarattığım İstanbul Çapa Öğretmen Okulu anıtsal binası geniş saçaklı çatıları, yukarıdan aşağı inen aydınlık pencereleri, mavi çinileriyle ön cephesi, muhteşem giriş kapısı, büyük boy aynaları ve kırmızı halılarıyla bizim masal dünyamız oldu.

Bu masal dünyasında bizi geleceğe hazırlamamakta olan öğretmenlerimizi hep şükran duygularıyla anımsamak amacıyla anı defterime notlar alıyorum.

Bu arada, etüt bitiş zili çaldı. Yatma ve ikinci haftaya zinde kalkma zamanıdır. Diyerek yatakhaneye çıktık...

4 Nisan 2023 Salı

İSTANBUL ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU 1961-62 EĞİTİM YILI

 

18 Eylül 1961 Pazartesi, Çapa…

Her geçen gün hayranlığımızın biraz daha arttığı, anıtsal mavi çinili, İstanbul Öğretmen Okulu’nun ön bahçesinde 1961-1962 Eğitim ve Öğretim yılının açılış merasimi için toplandık.

İstanbul'da okuma ayrıcalığını elde etmiş biri olarak büyük bir heyecan ve coşku içindeyim.

Perşembe günü yetenek sınavları sonlanmış, kazananlar üç yıl süreyle bu çatı altında eğitim görme hakkını kazanmışlardı. Bunlardan biri de bendim.

Bayrak merasimine üç sınıf katılmıştı. Birinci sınıfı oluşturan bizler yetenek sınavları nedeniyle geçen hafta gelmiştik. İkinci ve üçüncü sınıflar pazar günü gelmişlerdi.

Aynı çatı altında barınmakta olan Eğitim Enstitüsü ve Yüksek Öğretmen Okulu öğrencilerinin eğitime başlamaları daha sonraki günlere denk gelmişti.

Birinci sınıfı oluşturan arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu değişik öğretmen okullarından gelmiş olmakla birlikte İstanbullu ve gündüzlü olan arkadaşlarımız da vardı.

Adana Osmaniye Düziçi Öğretmen Okulu’ndan Kadir Karkın, Isparta Gönen’den Şekip Oğuz, Erol Güven, Malatya Akçadağ’dan İbrahim Demirel, Dicle Öğretmen Okulu'ndan Muhsin Eryılmaz, İvriz Öğretmen Okulu'ndan benimle birlikte Akif İken, Halit Armutlu, Alaattin Harput ve diğerleriyle tam bir mozaik oluşturmuştu sınıfımız.

Farklı İlköğretmen okullarından gelen arkadaşlarla tanışma amaçlı sohbet ederken okul müdürümüz Niyazi Akşit yardımcıları ve gün boyunca dersi olan öğretmenleriyle mavi çinili anıtsal kapıdan göründüler.

Herkes yerini aldıktan sonra Okul Müdürü Niyazi Akşit ‘’Günaydın arkadaşlar, yeni eğitim ve öğretim yılı hepimize hayırlı olsun.’’

Dedikten sonra bir el işaretiyle, okul bandosunun eşliğinde, önce İstiklal Marşı’nı sonra da eski öğrencilerden birinin yönetiminde andımız söyledik.

Ardından Okul Müdürümüz Niyazi Akşit, eğitim ve öğretimin temel amaçları konusunda bir süre konuştuktan sonra; müzik ve resim seminerlerinde kazanacağımız bilgi ve becerilerle vurguladıktan sonra, ülkemizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün ”Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Özdeyişini hatırlattı. 

Sonra da ‘’ Sanat, en genel anlamıyla, yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olduğuna göre…’’ hayal gücünüzü okulumuzun Resim ve Müzik Seminerlerini yöneten yetkin öğretmenlerimizle geliştireceğiz dedi.

Bayrak merasiminden sonra sınıflarımızda yerimizi aldık. İlk dersimize, aynı zamanda Müdür Yardımcısı olan, Coğrafya Öğretmeni Muzaffer Danışman geldi. Kendini tanıttıktan sonra ‘’ İdare ile sınıfınız arasındaki ilişkileri sürdürecek bir sınıf başkanı seçmelisiniz, aday var mı?’’ Dedi.

Bir süre kimseden ses çıkmayınca parmak kaldırarak ‘’Ben adayım öğretmenim.’’ Dedim. ''Kendini tanıt lütfen'' Deyince, İvriz Öğretmen Okulu'ndan geldiğimi, Müzik Semineri öğrencisi olduğumu, İvriz'de de sınıf başkanlığı yaptığımı anlattım.

Başkaca aday çıkmadığından oy birliği ile sınıf başkanı seçildim. Çapa’da kaldığım iki yıl süresince de bu görevimi sürdürecektim.

Genelde sınıf başkanlıkları angarya olarak görünse de olumlu sonuçlarını görmüştüm İvriz'de. Her şeyden önce okul idaresinde, başta okul müdürü olmak üzere, müdür yardımcılarını ve çalışanlarını tanıma fırsatı bulmuştum.

Bu kazanımlarımı burada da sürdürebilir, Resim ve Müzik Semineri öğretmenlerinin yanı sıra Eğitim Enstitüsü öğretmenlerini de yakından tanıma fırsatı bulacaktım.

1961-62 Eğitim ve Öğretim yılına başlangıcımız mükemmel olmuştu. Burada bulunmaktan çok mutluydum…

29 Mart 2023 Çarşamba

TÜRKİYE'DE YÜKSEK ÖĞRETMEN OKULLARI GERÇEĞİ

 

Yüksek Öğretmen Okulları, lise ve dengi okullara öğretmen yetiştiren eğitim kurumlarıydı. İlklerden biri olan İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunun tarihi, Darülmuallimin ya da Öğretmenevi adlı okulun açılış tarihi olan 16 Mart 1848’e kadar uzanmaktadır. Demişti okul müdürümüz ve aynı zamanda tarih öğretmenimiz Niyazi Akşit.

Benim çatısı altında okuduğum 1961-1963 dönemlerinde, bu tarihi ve anıtsal binamızda; İlköğretmen Okulu, Eğitim Enstitüsü ve Yüksek Öğretmen okulu barınıyordu.

Yüksek Öğretmen Okulu öğrencileri de bizim gibi yatılı olup, meslek derslerini okul bünyesindeki sınıflarda, dönemin en ünlü öğretmenlerinden alırken, kariyer derslerini İstanbul Üniversitesinin Fen Edebiyat Fakültesinden görmekteydiler.

Eğitim Enstitüsü öğrencileri de yatılı olup, bütün derslerini, okul bünyesindeki sınıflarda ve devlet kitap yazarı olan öğretmenlerden almaktaydılar.

Niyazi Akşit öğretmenimize göre, 1839’da Tanzimat’la başlayan batılılaşma hareketi en çok eğitime ihtiyaç gösteriyordu. Çünkü Osmanlı coğrafyasında ve giderek kurulacak olan Cumhuriyetin çeşitli alanlarında düşünülen köklü değişim ve dönüşümler ancak eğitim yoluyla sağlanabilirdi.

16 Mart 1848’de açılan İstanbul Öğretmen Okulu bu amaçla kurulmuştu. Başlangıçta Erkek Öğretmen Okulu olarak kurulmuş olan yapı zamanla geliştirilerek bünyesinde ilk, orta ve liselere öğretmen yetiştiren kurumları da içine alan Yüksek Öğretmen Okulu adlı kuruma dönüşmüştü.

Türkiye’deki Yüksek Öğretmen Okullarının asıl çekirdeği olan bu kurum, Cumhuriyete kadar sıkça yapı değiştirmiş ve 1915 yılında da yeni kurulan Cumhuriyete devrolunmuştu.

İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu

Henüz Cumhuriyet İlan edilmeden, 15 Temmuz 1923 tarihinde, Birinci Bilim Kurulu toplantısında okulun durumu ele alınarak, “Ecole Normale Superieure” adlı Fransız Yüksek Öğretmen Okulu’nun model olarak seçilmesi kabul edilmişti.

Bu tarih okulun, Cumhuriyet dönemindeki kuruluşu kabul edilerek, 16 Ağustos 1934 tarihinde, Yüksek Öğretmen Okulu’nun onuncu kuruluş yıl dönümü kutlanmış ve adındaki Arapça kökenli sözcüklerden arındırılmıştı.

İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu 1930’lu yılların ortalarında, okulun hedefi olan Fransız Yüksek Öğretmen Okulu niteliğindeki yapıya çok yaklaşmıştı.

1930 ve 40’lı yıllarda, tıp fakülteleri dâhil, üniversitelerin pek çok bölümüne sınavsız öğrenci alınırken, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu, sınavla öğrenci alan bir-kaç okuldan biri durumundaydı.

Yüksek Öğretmen Okulu’nun altın dönemini yaşadığı bu yıllarda, sonraki yılarda Türk Millî Eğitimine yön verecek mezunlar vermişti.

Arif Akçabay, Mesut Talaslıoğlu, Kamil Günel, Selman Erdem, Hasan Erk, Behçet Necatigil, Orhan Dengiz, Nuri Kodamanoğlu ve Turan Birinci bunlar arasında yer almaktaydı.

Ne var ki, 12 Haziran 1946 tarihinde çıkarılan üniversiteler yasası, öğretim üyelerinin dışarıda görev almasını yasaklamıştı. Okulda eğitimin niteliğinin artmasında önemli rolü bulunan müzakereci akademik kadronun bu yasa ile okulla ilişkisi kesilmişti.

Bu gelişmenin ardından okul bir öğrenci yurduna dönüşme sürecine girmişti. Gelişen olumsuzluklar, 1949-1950 yılı başında okulun kapatılmasına kadar uzanmıştı.

Kapalı kaldığı iki yıl içinde önemli ölçüde saygınlık kaybetmiş olan okul, 2 yıl sonra, 1 Mart 1951’de, tarihi ve görkemli bir mekân olan Çapa’daki binada eğitime yeniden eğitime başlamıştı.

Lise Öğretmeni yetiştiren tek kaynak durumundaki Yüksek Öğretmen Okulu’nun verdiği mezun sayısındaki gerilemenin tersine, 1950’li yıllarda, sanayileşmenin hız kazanması ve köyden kente göçün başlaması nedeniyle lise ve lise öğrenci sayısında önemli bir artış başlamıştı.

Bu gelişme, dönemin eğitimcilerini, lise öğretmeni yetiştirmede yeni bir öğrenci kaynağı aramaya yöneltmişti.

Köy Enstitüleri’nin devamı niteliğindeki 52 öğretmen okulunda eğitim gören üstün meslek motivasyonu kazandırılmış, yetenekli, daha da önemlisi öğretmenlik mesleğinin erdemleri küçük yaşlarda kavratılmış büyük, heyecanlı bu gür kaynaklar vardı.

Yüksek Öğretmen Okullarına yeni bir öğrenci kaynağı olabilirler miydi?

Olabilecekleri düşünüldü. Ne var ki İlköğretmen Okulu öğrencilerinin Yüksek Öğretmen Okuluna gönderilebilmeleri, dolayısıyla üniversiteye girebilmeleri için önemli bir engel bulunmaktaydı. O dönemde İlköğretmen Okulu öğrencileri lise mezunu sayılmadıkları için üniversite sınavlarına girememekteydi.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, lise öğretmeni yetiştirmede bu dinamik kaynak göz ardı edilemezdi, edilmedi de. 1950’li yılların ortalarında, Millî Eğitim Bakanlığının üst kademelerinde İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun olmuş ve bu kaynağı çok iyi bilen eğitimciler bulunmaktaydı.

Ankara Yüksek Öğretmen Okulu

İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunu 1945 yılında bitiren, 1950’li yılların ortalarından itibaren Millî Eğitim Bakanlığı’nda Talim ve Terbiye Kurulu Üyesi olarak görev alan Nuri Kodamanoğlu adlı genç bir eğitimci soruna çare bulmuştu.

Yüksek Öğretmen Okulu bünyesinde lise bitirme kursları ve sonrasında da hazırlık liseleri açılacak, İlköğretmen okullarından gelen seçme öğrenciler bu liseleri bitirerek üniversitelere girmeye hak kazanacaklardı.

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, kendisine açıklanan bu modelden etkilenmişti. Bakanın çabaları ile hükümet de projeyi benimsemişti.

Nuri Kodamanoğlu ve ekibi 1959 yılında yeni projeyi yürürlüğe koymayı kararlaştırmış, 03.07.1959 tarih ve 209 Sayılı Talim Terbiye Kurulu Kararı ile Ankara Yüksek Öğretmen Okulu fiilen açılmıştı.

Henüz bir mekânı bile bulunmayan okulun kurucu müdürlüğüne de eski yıllarda İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun olan Hasan Erk atanmıştı.

Lise bitirme sınavları için düzenlenecek kurslar 10 Ağustos 1959 ile 5 Ekim 1959 tarihleri arası düzenlenecekti.

Henüz kendine ait bir binası bile bulunmayan Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nun açılış töreni, 12 Ağustos 1959 günü eğitimin yapılacağı Atatürk Lisesi bahçesinde yapılmıştı.

Törene, Millî Eğitim Bakanlığını vekâleten yürütmekte olan Tevfik İleri, Millî Eğitimin üst kademe yöneticileri ve İlköğretmen okulu müdürleri katılmıştı. Böylece Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’nun doğumu gerçekleşmişti.

1964-65 yılında İzmir Yüksek Öğretmen Okulu’nun açılmasıyla birlikte sayı üçe çıkmıştı.

Model tutmuştu. Köylerden, kasabalardan seçilen zeki, yetenekli, kavrayışlı, sorgulayan, irdeleyen, eleştiren, birey-toplum çıkarlarında önceliği daima topluma verecek şekilde yetiştirilmiş idealist topluluk bu yeni modelle üniversite ortamına dâhil edilmişlerdi.

Yeni model ile ilgili bunca olumlu gelişmeye rağmen durumdan hoşnut olmayan birileri de bulunmaktadır. Bunlar, Amerikalı eğitim danışmanlarıdır. Danışmanlar, yeni modelle başarılı köy çocuklarının Yüksek Öğretmen Okulları kanalı ile lise öğretmeni yapılmasından her nedense pek mutlu olmazlar.

Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na bina yapılması için 1960 yılında 28 milyon lira yardım yapmayı kararlaştıran Amerika’nın Eğitim Müşavirleri tarafından Bakanlığa muhtıra gibi bir yazı verilir.

Bu yazıda özetle şu can alıcı cümleler yer alır: “Ankara’da açılmış bulunan Yüksek Öğretmen Okulu, şimdiye kadar öğretmen yetiştirmede yetersiz kalmış bulunan İstanbul’daki Yüksek Öğretmen Okulu’nun tamamen bir benzerini açmaktan ibaret kalmıştır. Yüksek Öğretmen Okulu bu statüde devam ettiği takdirde, biz Amerikalılar olarak bütün yardımları keseceğimizi üzülerek bildiririz. Ancak bu yoldan dönüldüğü takdirde, yardımların kesilmesi sözkonusu değildir.”

Dönemin Millî Eğitim Bakanı Hilmi İncesulu, bu yazıya şu yanıtı verir: “Ben bağımsız bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Bakanıyım. Görevlerimin ne olduğu, neyi yapmam gerektiği hakkında başkalarından emir alacak değilim. Bu memleket, bir Yüksek Öğretmen Okulu binası yapmaktan aciz değildir. Biz İstiklâl Savaşlarından çıktıktan sonra bile neler yaptırdık. Bunu da yaptırırız. Amerikalılar yardımlarını kessin”

Bu kararlı tutum, danışmanları susturmaya yeter ve model gelişmesini sürdürür.

İşte bu Yüksek Öğretmen Okulları gerçeğidir.

26 Mart 2023 Pazar

İSTANBUL ÇAPA MÜZİK VE RESİM SEMİNERLERİ GERÇEĞİ


 Eylül 1961, Çapa İstanbul…

1961-63 yılları arasında Eğitim ve Öğretim görme ayrıcalığına eriştiğim İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim ve Müzik seminerleri gerçeği üzerinde biraz yazmak gerekir diye düşünüyorum.

Resim ve Müzik, diğer uluslarda olduğu gibi, ulusumuz kültürünün de önemli bir parçası. Kültür, bir toplum ya da ulusun zamanla edinmiş olduğu maddi ve manevi edinimler olarak da tanımlanmaktadır. 

Eflatun, ulusların sosyal ve ekonomik yapısını değiştirmek isterseniz savaş yerine kültürünü değiştirmelisiniz. Demektedir. Gerçekten de Müzik ve Sanat dalları bu tür değişiklikleri yapmak için kullanılan en etkin araçlardır.

1839’da Tanzimat’la başlayan batılılaşma hareketi en çok eğitime ihtiyaç gösteriyordu. Çünkü çeşitli alanlarda düşünülen köklü değişimle Türk toplumuna getirilecek Yeni Dünya görüşü ancak eğitim yoluyla sağlanabilirdi. 16 Mart 1848’de açılan İstanbul Öğretmen Okulu bu amaçla kurulmuştu.

İstanbul Öğretmen Okulu zamanla geliştirilerek bünyesinde ilk, orta ve liselere öğretmen yetiştiren kısımları da içine alan Yüksek Öğretmen Okulu adlı kuruma dönüşmüştü. Türkiye’deki Yüksek Öğretmen Okullarının asıl çekirdeği olan bu kurum, Cumhuriyete kadar sıkça yapı değiştirmiş ve 1915 yılında yeni kurulan Cumhuriyete devrolunmuştu.

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çocukların, gençlerin ve halkın sanat eğitimi önemli bir devlet sorunu olarak ele alınmasını istemişti. Atatürk’ün söylev ve demeçleri bu yaklaşımın izlerini taşır. 

Atatürk’ün eğitim ve sanat eğitimi ile ilgili sözleri incelendiğinde; onun çok güçlü bir eğitimci ve eğitim bilimci kişiliğe sahip olduğu, çağının eğitsel gelişmeleri konusunda bilgili olduğu açıkça görülür. 

O, bir ulusu bütünleştiren ve güçlü kılan temel öğenin kültür olduğu; kültür birliği amacı çevresinde bütünleşen ulusların, ekonomik, politik ve toplumsal alanlardaki sorunları daha kolay çözebilecekleri inancındaydı.

Atatürk “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” Sözleriyle sanatın önemini vurgulamıştı. 

Sanatın her dalı ile ilgili gelişmeleri yakından takip eden Atatürk, müzik konusunda daha ayrı bir özene sahipti. Görevli olarak Sofya’da bulunduğu dönemlerde çok sesli müziğe ilgi duyan Mustafa Kemal, burada klasik müzik ve opera konserlerine gidip bu müzik türleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olmuştu. 

Cumhuriyetin ilanı ve yeniliklerin ardından müzik alanında ülkenin gelişmesine katkı sağlamak için çok sayıda yeni düzenleme ve çalışmalar yapılmıştı. Atatürk bu çalışmalarında başında da bizzat kendisi durup ülkemizde müzik alanında gelişmeleri destelemişti.

Mustafa Kemal Atatürk, Türk halkının güzel sanatların önemli kollarından resim ve heykeltıraşlıkta da ilerlemesi için birtakım çalışmalar yapılmasını sağlamıştı. 

Cumhuriyet Döneminde tüm Türk ressamların cumhuriyet ve devrimlerini resmetmelerini sağlayarak, millî birliğin sanat alanına yansıması hedefine ulaşmıştı. 

Tüm Türkiye’de heykel ve anıt dikilmesine başlanması da onun getirdiği yeniliklerden biriydi. Büyük Önder’in bu çalışmaları sonucu, Türkiye’de resim ve heykel sanatları önemli ölçüde gelişme kaydetmişti.

Müziğin insan hayatındaki önemine işaret eden ve dinlenecek müziğin çeşidine dikkati çeken Atatürk, her konuda olduğu gibi Türk Müziği konusunda da yenilikler yapmak istemişti. 

Bu çalışmalar ölümünden sonra da sürmüştü. Atatürk’ün sanat ve sanatın önemli kollarından ikisi olan Müzik eğitimiyle Resim eğitimini en iyi anlayanlardan biri Ekrem Zeki Ün olup diğeri Nevide Gözaydın’dı.

Büyük gayretleri ve etkin girişimiyle 1947 yılında kurulan ve müzik öğretmenliği eğitiminde bir ilk olan İstanbul Öğretmen Okulu “Müzik Semineri”, Ekrem Zeki Ün’ün ülkemiz müzik yaptığı en önemli hizmetlerden biriydi. Ün’ün İstanbul’da başlattığı bu öncü girişim, daha sonraki yıllarda diğer Öğretmen Okulları’ndaki benzer yapılanmalara model olmuştu.

Resim Seminerinin kurucularından biri olan Türk ressamı ve grafikçisi Profesör Doktor Nevide Gökaydın Selanik 1923 doğumluydu. İlkokul tahsilini, Edirne Alience Francis’te, Fransızca olarak, tamamlamıştı. Cağaloğlu Kız Ortaokulu’nda eğitim görürken, buradaki resim öğretmeni, değerli sanatçı, Feyhaman Duran ve eşi Güzin Duran, kendisini resim sanatına yönlendiren isimler olmuştu. 

Çapa Kız Öğretmen Okulu’nda, eğitimini tamamladıktan sonra, kısa bir süre, Güzel Sanatlar Akademisi, Çallı Atölyesi’nde çalışmıştı. Daha sonra, Gazi Eğitim Enstitüsü’ne geçerek, Resim Bölümünden mezun olmuştu. 

Göreve, kendi isteği üzerine, Savaştepe Köy Enstitüsü’nde, başlamıştı. Bunu takiben, sırasıyla Kızılçullu Köy Enstitüsü ve İstanbul Resim Semineri’nde görev yaptıktan sonra, Gazi Eğitim Enstitüsü, Resim Bölümü’ne, öğretmen olarak atanmıştı.

1958'de Devlet Resim ve Heykel Sergilerine katılmaya başladı. Yurt içi ve dışında ortak sergilerde, devlet müze ve galerilerinde eserleri yer aldı.

2017 yılında vefat eden sanatçının eserleri İstanbul Grafik Sanatları Müzesi'ne bağışlanmıştır.

Nevide Gökaydın ve Ekrem Zeki Ün’e şükran duygularımızla…

25 Mart 2023 Cumartesi

İSTANBUL ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU'NU KAZANDIM


 14 Eylül 1961 Perşembe, Çapa İstanbul…

Salı ve Çarşamba günleri okulun bize ödünç verdiği kemana uyum sağlamaya çalıştım. Ne de olsa farklı bir kemandı. Daha önce birlikte olduğu kişinin ruhundan bir şeyler almış olabilirdi.

Ben kemanımı keman da beni tanımalıydı. Uyum böyle sağlanabilirdi.

Öncelikli olarak teller üzerinde yay çekme çalışması yaptım. Pürüzsüz ve akıcı bir ses böyle sağlanabilirdi.

İvriz’deki Müzik Öğretmenim İmdat Halvaşi’ nin uyarıları kulaklarımda çınlıyordu. Hazırladığım Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertosu giriş bölümü İlkbahar parçasını pürüzsüz bir biçimde seslendirinceye kadar  çalışmaya devam ettim.

İvriz’de iyi hazırlanmıştım. Daha doğrusu Kemal Çuhalılar ve İmdat Halvaşi beni iyi hazırlamışlardı. Yine de heyecanlı iki gün geçirmiştim.

Nihayet sınav tarihi olan Perşembe günü gelip, çattı. Sınava ilk alınan öğrenci oldum, heyecanlanmama gerek kalmadı.

Müzik odasındaki masanın arka tarafında, ortalarında Ekrem Zeki Ün olmak üzere, yanlarında Halil Bedi Yönetken ile Tahir Sevenay yer almışlardı. Güler yüzle karşıladılar. Hangi okuldan geldiğimi, kimlerle ne kadar süre çalıştığım konusunda sorular sordular.

İvriz ve çalışmalarım hakkında konuşmamı sağlayarak benim rahatlamamı sağladılar, sonra da hazırladığım parçayı dinlediler.

Parçayı bitirip, kemanı indirdiğimde Ekrem Zeki Ün’e baktım. Halinden başarılı olduğum izlenimini edindim. Diğerleri de gülümsüyorlardı.

Piyanonun başına geçen Halil Bedii Yönetken akorlarla ilgili sorularından sonra solfej tekniğimi ölçtü.

Tahir Sevenay Vivaldi ile ilgili sorular sordu. Vivaldi’yi sosyal yönüyle tanımış olmamdan mutlu olduğu görülüyordu.

Sınavdan çıktığımda kesin kazandım dedim kendi kendime.

Öyle de olmuştu.

Bu anıtsal ve muhteşem okulda üç yıl okuma şansımı yaratmıştım. Çok mutluydum…

24 Mart 2023 Cuma

ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU'NDA SINAVA SON HAZIRLIK

 

12 Eylül 1961 Salı, Çapa…

Gün ışırken gözlerimi açtığımda, tek kişilik karyolada, bembeyaz çarşafların içindeydim. Üstelik başucumda bir de elbise dolabı vardı.

Bir an için nerede olduğumu anımsayamadım. Acaba hastanede miydim? Oysa oldukça sağlıklı hissediyordum kendimi.

Sessizce kalktım, çevreme bakındım. Hastanede değildim. Pencerelere doğru yürüdüm ve dışarı baktım. Güneş doğmak üzereydi ve ben oldukça yüksekten caddeye bakıyordum.

Boynuzlu otobüsler caddede çift yönlü gidip gelmekteydiler. Birden anımsadım. İstanbul’da, Çapa Öğretmen Okulunun en üst katındaki yatakhanesindeydim.

İvriz’deki alışkanlıklarım devam etmiş ve sabah güneş doğmadan uyanmıştım.

Tuvalette ihtiyaçlarımı giderip, tıraş olduktan sonra sessizce giyinip, tahta bavulumda bulunan sınavla ilgili bir iki kitap alarak sınıfların bulunduğu giriş katına indim.

Sınavlarda keman için hazırladığım parçanın yanı sıra kuramsal bazı sorular da sorabilirler demişti İvriz’deki Müzik Öğretmenim İmdat Halvaşi. 

Hazırladığım parçanın bestecisi Vivaldi ile ilgili sorular sorulabilirdi. Neden müzik bölümünü seçtiğimin yanı sıra toplumu yönlendirmede müziğin önemi üzerine sorular da sorabilirlerdi.

Sonraki günlerde birinci sınıftaki dersliğim olacak odada bir süre çalıştıktan sonra yemekhaneye, sabah kahvaltısına indim. Zeytin ve peynir vardı kahvaltıda. Üstelik çaylarımız karavana ile dağıtılmıyordu. Her masada altı kişiye yetecek kadar çayın bulunduğu termoslar vardı.

Kahvaltımı yaparken bir taraftan da sınava gelmiş arkadaşlarla tanıştım. Yetiştirme yurdundan gelen İbrahim Kazan, Isparta Gönen Öğretmen Okulu’ndan gelen Şekip Oğuz, Malatya Akçadağ Öğretmen Okulu’ndan gelen İbrahim Demirel, Muhsin Eryılmaz, Ali Özocak tanıştıklarım arasındaydı.

İvriz’den Akif İken, Halit Armutlu ve Alaattin Harput de gelmişti.

Okul Müdürlüğü tarafından yapılan bir duyuru ile, kahvaltıdan sonra notlarımı gözden geçirdiğim sınıfta toplanmamız istendi.

Saat 10,00 civarında toplandığımız sınıfa gelen müdür yardımcılarından biri  sınavların 14 Eylül 1961 Perşembe günü saat 10,30’da yapılacağını bildirdi.

Müzik seminerine gelen öğrencilerin sınav jürisinde Ekrem Zeki Ün, Halil Bedi Yönetken ve Tahir Sevenay bulunacaktı. Duyurudan sonra son hazırlıklarımız için yer gösterilip keman verildi…

İSTANBUL ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU SINAVI İÇİN ÖN KAYIT

 

11 Eylül 1961 Pazartesi, Çapa İstanbul…

Öyle sanıyorum ki, benim gibi birçoğunuz girmekte olduğunuz bazı binalara hayran hayran bakarken bulursunuz kendinizi.

1848 yılından bu yana dimdik ayakta duran İstanbul Çapa Öğretmen Okulu binası da bunlardan biriydi. Hayranlıkla seyrettim bir süre.

Cephesindeki göz alıcı Çinileri ise, okulun önündeki Millet Caddesi’nden geçen herkesin “bu heybetli bina hangi kuruluşun köşkü acaba?” diye meraklanmalarına neden olmaktaydı.

Okul olabileceği kimsenin aklından geçmiyordu sanırım.

Hayranlıkla bir süre baktığım 170 yıllık bu anıtsal binanın bahçesine girer girmez kendimi tarihe bir yolculuk yaparken bulmuş ya da öyle hissetmiştim.

Güllerle sarılı kapıcı kulübesindeki görevliye kendimi tanıttıktan sonra bahçeye girip, anıtsal okulun giriş kapısına doğru yürüdüm.

Çam ağaçlarının, güllerin, okulun kurucusu ile Atatürk büstünün bulunduğu önündeki bahçeden sonra mermer merdivenler, kocaman bir giriş kapısı ve sizi karşılayan kırmızı halılar ve büyük yaldızlı aynalar…

Millet Caddesi’nden geçenlerin de hayranlıkla baktığı anıtsal binanın kapısından girince kendimi Osmanlı dönemlerinden birindeki bir sarayda yaşıyormuş gibi hissettim.

Çok şanslıydım ya da kendi şansımı kendim yaratmıştım Müzik Seminerinin sınavlarına katılmayı istemekle.

Burada okuyacak olmanın bir ayrıcalık olacağını düşündüm. Nitekim öyle de olmuştu.

Oldukça ilginç olan mimari yapısıyla geçmişten günümüze izler taşımakta olan bu anıtsal yapının kocaman kapısından girdiğimde uğradığım şaşkınlık görülmeye değerdi. Oldukça yüksek tavanları, kırmızı halıları ve büyük yaldızlı aynalarıyla bir sarayı andırıyordu.

Şaşkınlığım geçince sağ tarafta müdür odası, karşımda Atatürk Köşesi, iki yanında kırmızı halılarla bizi üst katlara çıkaracak olan merdivenlerle her iki tarafında sınıflar ve atölyelerin yer aldığı koridorlar olduğunu gördüm. 

Şaşkınlığım geçtikten sonra sağ taraftaki müdür odasına, kapıyı tıklatarak biraz da çekinerek girdim.

Okulun tarihi ve görkemli yapısına uygun bir masanın arkasındaki okul müdürü ki sonraki günlerde Niyazi Akşit olduğunu öğrenmiştim, hafifçe koltuğundan kalkarak beni karşıladı. Okul müdürünün bu nazik davranışı sonrasında çekingenliğim ortadan kalktı, kendime olan güvenim yerine geldi.

İvriz Öğretmen Okulu’ndan Müzik Semineri sınavları için geldiğimi söyledim. ‘’Hoş geldiniz’’ Deyip beni dinledikten sonra görevlilerden birini çağırarak kaydımın yapılmasını ve yatacak yer gösterilmesini istedi.

Kaydımla ilgili gerekli işlemler yapıldıktan sonra, elimdeki tahta bavulumla okuldaki görevlilerden birinin arkasında, kırmızı halılar döşenmiş merdivenlerle yatakhaneye çıkmaya başladık.

Yatakhaneler okulun en üst katındaydı. Son derece konforlu bir yatakhane karşıma çıktı. Ranzaların olmadığı yatakhanede, başında giysi dolabının bulunduğu bembeyaz çarşaflarıyla tek yataklar vardı.

Görevliye teşekkür ettikten sonra tahta bavulumdaki eşyalarımı karyolamın ucundaki dolaba yerleştirip, elimi yüzümü yıkadıktan sonra da aşağı inerek yeni okulumu tanımaya çalıştım.

Mimar Kemalettin imzasını taşıyan anıtsal bina 1900 yılında yapılmış. Bir koridor üzerinde tek taraflı dizilmiş sınıfların yer aldığı, doğal aydınlanması çok iyi çözümlenmiş olan yüksek tavanlı betonarme yapı ülkemizde türünün ilk örneklerinden biridir. Diyecekti sonraki günlerde Niyazi Akşit. 

Dediğim gibi, normal bir yapıya göre oldukça yüksek tavanlara, biraz abartıyla da olsa, öğrencilerin bir uçtan bir uca teneffüste yürüyemeyeceği uzun koridorlara sahip olduğunu görecektim sonraki günlerde. 

Yemekhane bodrum katındaydı. Okul normal eğitim döneminde olmadığından, yemekhanedeki öğrenciler benim gibi sınavlara gelenlerdi.

Tertemiz örtülü masalara yemek servisi okuldaki görevliler tarafından, karşılıklı üçer kişinin oturduğu masalara servis yapılmaktaydı. Masalardan biri dolmadan diğer masaya geçilmiyordu.

Masadakilerle selamlaştıktan sonra ellerimiz ekmek sepetine uzandı. İvriz’de asker tayını gibi verilen çeyrek ekmek yemeye alışmıştık. Oysa burada dilimlenmiş ekmeklerin bulunduğu ekmek sepetlerinden dilediğiniz kadar ekmek alabiliyorduk.

Gözümüz aç olmalı ki ilk akşam yemeğinde sürekli ekmek alma gereğini duymuştum masadaki diğer arkadaşlarımla. Önce gözümüzü, sonra da karnımızı doyurmuştuk.

Akşam yemeğinden sonra yeni gelen diğer arkadaşlarla tanışma faslımız başladı.

Tanışma faslı bitip, giriş katındaki koridorları ve sınıfları gezdikten sonra, Çapa Öğretmen Okulu’nda bulunmanın mutluluğu ile yatakhaneye çıkıp derin bir uykuya dalmış, uykumda keman çalıyordum…

23 Mart 2023 Perşembe

İSTANBUL TARİHİ YARIMADA GİRİŞ KAPISI EMİNÖNÜ

 

11  Eylül 1961 Pazartesi, Eminönü…

İstanbul ‘a gelen insanların ilk uğrak yerlerinden biriydi Eminönü ve Sirkeci. Sirkeci Garı çevresi Anadolu’dan ‘’taşı toprağı altın’’ diye İstanbul’a gelenlerin sığındıkları ucuz otellerle doluydu.

Eminönü Meydanına girdiğimde ilk dikkatimi çeken yapı, devasa boyutlarıyla ve merdivenlerindeki güvercinleriyle, Yeni Cami oldu. Yeni Camii Haliç kıyısında alçak bir yerde kurulduğu için, oldukça yüksek bir su basmanın üstüne inşa edilmişti. Haliç dalgalarından korunması gerekiyordu.

Camiye merdivenlerle çıkılmakta ve cümle kapılarından içeriye girilmekteydi. Ben de çıktım merdivenlerden. Geriye dönüp baktığımda Haliç, Eminönü’nü Karaköy’e  bağlayan Galata Köprüsü, Karaköy ve  karşı yakada ben buradayım diyen Galata Kulesi vardı.

Eminönü Meydanı güvercinleriyle, işportacılarıyla iç göç filmlerinin ve kan davalarından İstanbul’a kaçan taşralıların öykülerini işleyen filmlerin ana mekânıydı bir zamanlar. Önceki yıllarda İstanbul’da çevrilen filmlerde görmüştüm bu manzaraları.   

Gördüklerimi hayranlıkla seyrettim bir süre. Her geçen dakika şaşkınlığım ve hayranlığım artıyordu bu kadim şehre.

Bir ara kendime geldim, Çapa Öğretmen Okulu’na gitmeliydim. Cami önündeki orta yaşlı bir beyden, Eminönü-Topkapı güzergâhında çalışan troleybüslerin Sirkeci Garı karşısından kalktığını öğrendim.

İstanbullulara her iki yakada uzun yıllar hizmet veren elektrikli tramvayların 1950’li yılların sonunda kentin ihtiyacını karşılayamaz hale gelmesi üzerine; otobüslere oranla daha ekonomik olması ve elektrik enerjisiyle çalışması dolayısıyla çevreci özelliği de göz önüne alınarak troleybüs sisteminin kurulmasına karar verilmişti.

Elektrik motorlarının güç beslenmesi çift havai elektrik hattından sağlanan troleybüsler için ilk hat Topkapı-Eminönü arasında döşenmişti.

Boynuzlu otobüs olarak da bilinen troleybüse arkadan binilir, sol tarafta oturmakta olan biletçiden alınan biletle ön tarafa geçilirdi. İnişler önden olurdu.

Şehir içi ulaşımında; sessizliği ve hava kirliliği konusundaki cimriliği ile çevre dostu olarak ünlenen, aynı zamanda ekonomik olan bu araçların, sürücüleri de yetenekli, sabırlı ve olabildiğince beyefendilerdi. Trafik karmaşasında havai hattan ayrılan boynuzları sabırla yerlerine yerleştirir ve yolculuk devam ederdi.

Eminönü-Çapa arasında ilk kez gerçekleştirdiğim yolculukta, yarım saat  sonra, tam da okulun önündeki Çapa durağında indim.

Troleybüsten inip şaşkınlığım geçtikten bir süre sonra kafamı kaldırdığımda, anıtsal bir yapı olan İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu binası göz alıcı mavi çinileriyle kendini gösterdi.

Önceki yıllarda Çapa Öğretmen Okulu’na gelmiş olan abilerimizden edindiğimiz bilgilerden, bu anıtsal binanın çatısı altında Yüksek Öğretmen Okulu’nun yanı sıra misafir olarak Eğitim Enstitüsü de bulunmaktaydı.  

Bu anıtsal yapıda üç yıl öğrenim görmek ayrıcalıktır diyerek bahçesine girdim…


ASYA KITASINDAN ÇIKIŞ KAPISI HAYDARPAŞA


11 Eylül 1961 Pazartesi, Haydarpaşa…

İlk kez 1951 yılın Nisan ayının 26’sında, Bulgaristan'dan göç sırasında, Edirne’den Maraş Elbistan köylerine giderken görmüştüm Haydarpaşa Garını. 10 yıl sonra Üç imparatorluğa başkentlik yapmış bu tarihi ve gizemli kentle buluşmamı sağlayacaktı Haydarpaşa Garı.

Köyden kente göçün sembolü haline gelen Haydarpaşa Garı, henüz otobanların tam anlamıyla hayatımıza girmediği günlerde gurbetçilerin İstanbul’a varış noktasıydı.

Sıralanmış peronlar onlarca yıldır coşkulu kavuşmalara sahne olduğu gibi, sessiz ayrılıklara ve hayallerin yıkılmasına da tanıklık etmişti.

On yıl önce hüzünlü ayrılıklara sahne olan Haydarpaşa Garı bu kez benim için, İstanbul ile, coşkulu bir kavuşma sağlamıştı.

Kara trenden inip, elimdeki tahta bavulla Haydarpaşa Garı’na girdim. Bu anıtsal binanın içinde bir süre dolaştım. Garı’nın tavanlarındaki sanat eserlerini hayranlıkla gözden geçirdikten sonra dışarı çıkarak merdivenlerin üstünden Marmara Denizi ve Tarihi Yarımada’ya baktım.

Yıllar sonra farkına varacaktım. Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları şiirindeki ‘’Bir adam’’ gibi ‘’ben de, merdivenlerde duruyordum, bir şeyler düşünerek…’’

Haydarpaşa Garında

 1941 baharı saat on beş

 merdivenlerin üstünde güneş

yorgunluk ve telaş 

Bir adam

       merdivenlerde duruyor

                                  bir şeyler düşünerek   

                                                          (Nazım Hikmet)

Düşündüğüm şey, Çapa semtine ve Çapa Öğretmen Okuluna nasıl gideceğim konusuydu.

Bir süre Marmara denizi ve Tarihi Yarımada’yı seyrettikten sonra, Marmara kıyısına giderek geri döndüm ve beni İstanbul’la buluşturan tarihi ve anıtsal binaya baktım.

Benim gibi yolculuk etmiş çoğu insanın, İstanbul’un o muhteşem manzarası ile ilk tanıştığı yer olan gar binasının aslında klasik bir Alman mimari örneği olduğunu öğrenecektim sonraki günlerde. 

Haydarpaşa Garı’na kuş bakışı bakıldığında, bir bacağı uzun, diğer bacağı kısa bir “U” harfi şeklinde olduğu görülür.  Demişti sonraki günlerde Çapa İlköğretmen Okulu’ndaki tarih öğretmenimiz.

Haydarpaşa Garının içinde, kısa ve uzun bacakların arasında, geniş ve yüksek tavanlı odalar yer alıyordu. Zamanında bu odaların tavanları da ayrı bir sanat eseriydi.

Her bir odanın tavanında el işi göz nuru nakışlar vardı. Ama daha sonra üstleri sıvanmış ve bugün bu kalem işi nakışlardan bazılarını gardaki odaların sadece birinde görmek mümkünmüş. Mümkünmüş diyorum, herkes gibi ben de göremedim.

Odanın tavanının dört köşesine, TCDD’nin amblemi olan kanatlı tren tekerlekleri orijinal hâli ile resmedilmişti.

Haydarpaşa Garı 1906 yılında, İstanbul-Bağdat Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak düşünülmüş ve yapımına başlanmıştı.

İki Alman mimar ve 1 500 İtalyan taş ustasının iki yıllık çalışması sonucu, 1908 yılında tamamlanan ve aynı yıl 19 Mayıs’ta hizmete açılan binada Hereke’ den getirilen açık pembe renkli granit taşlar kullanılmıştı. 

Padişah III. Selim, kendi adını taşıyan Selimiye Kışlası’nın yapımında çok emeği geçen Haydar Paşa’ya jest olarak, bu binanın bulunduğu semte ve civarına Haydarpaşa denmesine karar vermişti. 

Zemin kat ve asma katlarda Lefke-Osmaneli taşından cephe kaplaması kullanılmış. Bu kaplama yeni yapıldığında açık sarı renkteymiş. Binanın Selimiye tarafına bakan yanının bazı kısımları taş kaplama, bazı kısımları da sıvalı.

Saçak kornişiyle, ikinci ve üçüncü kat kornişleri içinde kalan bölümde ahşap dikdörtgen pencereler bulunduğunu öğrenmiştim sonraki yıllarda.

Pencereler arasında dikdörtgen süs kolonları yer alıyordu. Ayrıca dış cephe çeşitli geometrik desenler ve çiçek desenleriyle süslenmişti.

Binanın denize bakan tarafında ise binanın her iki ucuna denk gelen yerlerde dairesel kuleler var ve bu kuleler tabandan çatıya doğru daralıyordu.

Çok sağlam inşa edilmiş olan gar binasının şiddetli bir depremde bile zarar görme ihtimali yok denecek kadar az olduğu söylenmişti.

Binanın çatısı ahşap ve klasik Alman mimarisinde çok sık kullanılan bir tarz olan ‘dik çatı’ şeklinde yapılmıştı.

İstanbul’la ikinci kez buluşmamı sağlayan tarihi ve Anıtsal Haydarpaşa Garı’nı içselleştirdikten sonra Haydarpaşa Vapur İskelesi’nde, beni Eminönü’ne götürecek olan şehir hatları vapurlarından birini beklemeye başladım.

Yarım saat sonra gelen vapura binerek, Asya Kıtasından Avrupa Kıtasına geçtim...

16 Mart 2023 Perşembe

ELVEDA İVRİZ VER ELİNİ ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU


 

10 Eylül 1961 Pazar…

İçim içime sığmıyor…

Hayallerimin şehri İstanbul yolundayım.

Bu sabah ailemle vedalaşıp, Tarsus Yenice İstasyonu’ndan bindiğim Toros Ekspresi ile Ulukışla’ya ulaştıktan sonra aktarma yaparak Konya Garına girdim. Gar yabancı değildi. Bitişiğindeki Konya Maarif Koleji’ne iki yıl önce kardeşim Mustafa’nın kaydını yaptırmak için gelmiştim.

Gar gişesinden Konya ile İstanbul Haydarpaşa arasında hizmet veren Meram Ekspresi için en ekonomik kompartımanlardan birine bilet aldım. Gişedeki memur 13-14 saat sonra Haydarpaşa’da olabileceğimizi söylemişti. 

Alışmıştım tren yolculuklarına. Çok zaman alıyordu. Ara istasyonlarda gecikmesiz kalktığı görülmemişti, ancak ucuzdu. Öğrenci milleti için ‘’ucuz’’ kelimesi bir tercih meselesi değil hava gibi, su gibi bir zorunluluktu.

Yediyi yirmi geçe kalkacaktı Meram Ekspresi. Tren çuf çuf sesleriyle dumanını savurarak garda yerini aldığında ilk binenlerden biri oldum.

Kompartımanlar dörder, altışar ve sekizer kişilik olurdu. Altı kişilik kompartımandaydı yerim. Bavulumu üstümdeki rafa yerleştirdikten sonra pencere kenarına oturdum. Anılarımı yazdığım defterime ‘’Elveda İvriz Ver Elini İstanbul’’ diye yazdıktan sonra pencereden gar peronlarına baktım.

Bir elinde sapı az evvel kopmuş valizi, diğer elinde annesinin yolda yesin diye yaptığı yolluk torbasıyla, uçuk pembe sütunların arasından, işlemeli kemerlerin altından ilerledi kendime benzettiğim bir öğrenci. Peronlara çıkarken etrafına bakındı şöyle bir, sonra bineceği vagonu aramaya başladı.

Öğrenciler ve batı kentlerinin yoksulları bu trenlerin ağırlıklı yolcularıydı, onlar da vagonlarını arıyorlardı.

Ana babalarıyla vedalaştıktan sonra vagonların kapılarına koşanlar, inenlerle binenlerin çarpışmaları... Nefes nefese kompartımana girenlerin bavulları aceleyle raflara konuluyor, nedense treni kaçırma korkusu yaşanıyordu. Sanki tren kendi kendine hareket ediyor, inenleri binenleri kimse görmüyor gibi...

Ucuz olmalarının yanı sıra trenlerin memlekete has bir havası vardı. Geçtiği yerlerin rengine ve kokusuna bürünürdü. Gideceği yerlere de bu koku ve rengini götürdü. Halk edebiyatında kara tren imgesi bu yüzdendi. Anadolu da tren istasyonlarının da edebiyatımızda ayrı bir yeri vardı.

Tren yolculukları, kendine has bir yalnızlık duygusu ve hüzün taşırlardı. Bir yolcu bilmediği bir yere giderken bir diğeri özlemle andığı evine gidiyordu… Her ne şekilde olursa olsun, yollarda geçen zaman yabancıların arasında geçen zamandı... Gurbet zamanıydı... Özlem zamanıydı...

Beklenen düdük sesiyle hareket ediyoruz. Pencerelerden başını çıkarıp el sallayanlar, aşağıda trenin yanında koşanlar... Hiçbir şeyle ilgilenmeyenler, banklarda başka yerlere gitmeyi bekleyen yorgun bakışlı insanlar...

Kompartıman henüz dolmadı derken, son gelen birkaç kişiden biri selam vererek yanıma oturdu. Toparlandım. Gülümsedi hafifçe, oturdu ve çantasından bir dergi çıkararak okumaya başladı. Sevindim.

O günlerde pek konuşkan biri değildim. Daha doğrusu yolculuk boyunca çenesi düşen ve ahret soruları soran birisini istemiyordum yanımda.

Tren hareket ettikten yaklaşık bir saat sonra herkes trendeki yerini bulmuştu.  Herkes yerini bulup yerleştikten sonra koridorlarda dolaşmaya çıkılırdı. Trenlerin en güzel yanı buydu. Efkar dağıtmak için koridorda dolaşıyorsunuz, tuvalete gidebiliyorsunuz.

Otobüslerden farklı olarak trenlerin içinde apayrı bir dünya vardır. Kondüktör, makinist, temizlik görevlileri, ateşçiler, yemekhane bölümünde hizmet verenler yolcuları ile bir bütündür.

Sağımızdaki kompartımanda kız öğrenciler, solumuzda erkek öğrenciler bulunuyor. Öğrenciler hemen hemen aynı vagonlara toplamışlar. Böyle olunca yolculuk eğlenceli geçiyor. Başka vagonlardan sohbete katılmaya gelenler oluyor. Yeni dostlar, arkadaşlar ediniliyor. Hiç bilmediğimiz memleketler öğreniliyor, yeni yerler görülüyor bu yolculuklarda. Karşılıklı adresler alınıyor, evlere davet ediliyordu yeni edinilen arkadaşlar. Hikâyeler uçuşuyor havada, insanlar gönülden ve korkusuzca paylaşıyor keder ve sevinçlerini. Sohbetler, Muhabbetler daha bir tatlı, içten, sıcak ve duygusaldı.

Meram Ekspresi, özel bir durum olmazsa, küçük istasyonlarda durmazdı. Hızını keser, şehre yavaş yavaş girer ve yavaş yavaş çıkar. Hızlanıp yavaşlama hâlleri çok hoştur. Nasıl naz yapar, nasıl homurdanır, bacasından nasıl dumanlar çıkarır bir bilseniz. Dedi yanımdaki Beyefendi okumakta olduğu dergiden başını kaldırarak. Hızına ulaşınca da bir türkü tutturur ve hep nakaratını söyler. Tekerlekler bir raydan diğerine geçerken çıkardığı tiki tak tiki tak sesleri bazı yolculara ninni gibi gelir.

Köylerden, kasabalardan geçerken çocukları, çobanları görüyoruz. Gazete, kitap istiyorlar, soğan kabuklarıyla kaynatılarak renklendirilmiş yumurta satıyorlardı. Yörenin meyvelerini satanlara da rastladık bazı istasyonlarda.

Mersin’deki ilkokul dönemindeki simitçilik günlerimi anımsadım. İvriz Öğretmen Okulu’ndaki üç yıllık öğrencilik dönemim bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmeye başladı.

Tekerleklerin raylardan geçerken çıkardığı sesler bana da ninni gibi geldi, uykuya dalmıştım ki çok uzaklardan geldiğini sandığım bir sesle irkildim.

Oysa ses yanım oturmakta olan 50’li yaşlardaki kompartıman arkadaştan geliyordu. Çeyrek ekmek içinde köfte uzatarak, yemez misin? Diyordu. Tereddüt ettiğimi görünce ısrar etti. Teşekkür ederek aldım.

Ekmeği bitirdiğimde, tekrar teşekkür edip, sormasına fırsat bırakmadın adımı ve İstanbul’a sınavlar için gittiğimi anlattım. Biraz da İvriz ve Köy Enstitülerinden söz ettim.

Başarılar dileyip, adının Sabri olduğunu söyledikten sonra çantasından çıkardığı bir kitabı okumaya başladı. Ben de Charles Dickens’in Oliver Twist adlı kitabını okumaya başladım. Bir süre sonra gözlerim kapanmış, oturduğum yerde uykuya dalmıştım.

Derken şiddetli bir sarsıntı ile kendime geldim. Pencereden dışarı baktım, güneş batmak üzereydi. Yerimden kalkarak tuvalete gittim. Tren koridorunda yaklaşık 10 dakika dolaştıktan sonra yerime döndüm ve kaldığım yerden kitabımı okumayı sürdürdüm.

Kitap Charles Dickens’in eserleri içinde ilk akla gelen romanı Oliver Twist. Romanda yoksul insanların hayatının derinliklerine iniliyor kaygı, korku ve mücadele gücü ortaya konuluyordu. Roman kahramanı Oliver’i biraz kendimle özleştirmiştim. Hayallere dalmış, pencereden giren rüzgarlarının etkisiyle gözlerim kapanmış ve derin bir uykuya dalmıştım.

Derinden gelen ‘’Hoşça kalın delikanlı, başarılar dilerim. Ben burada iniyorum.’’ Sesleriyle uyandığımda ‘’Neredeyim acaba?’’ Diye etrafıma bakınırken İstanbul’a gitmekte olan kara trende olduğumu fark ettim.

İzmit’e gelmiş, gün ağarmaya başlamıştı. Bir buçuk iki saat sonra Haydarpaşa Garında olacağımı düşünerek, mutlulukla gülümsedim.



14 Mart 2023 Salı

YÜKLENME SENEDİ İÇİN MERSİN'DEYİM

 Mersin Tarsus

29 Ağustos 1961 Salı, Mersin…

Yüklenme senedi için dün Mersin’e geldim. Ninem çok seviniyor beni görünce. Kucaklaşıyoruz. Ellerinden öpüyorum. Kerim dayımla Ayşe Yengem işte, Yusuf dayımla Kerime yengem evdelerdi. 

Her zaman olduğu gibi Yusuf dayım coşku ile karşıladı beni. Kardeşim ve benimle gurur duyduğunu hissediyordum. Okumakta olduğumuz için ikimize de ayrı bir özen gösteriyordu. Ailede ilk okullu olan çocuklardık çünkü.

Hoşbeşten sonra ‘’anlat bakalım yeğenim. Yaz tatilinde okuldaydın, neler yaptın?’’... İstanbul’da üç yıl okuma fırsatı yakaladığımı anlatıyorum. Üç yıl İstanbul’da okuyacak olmam Yusuf dayımı heyecanlandırmıştı. Gözlerinin içi gülüyordu. Yüklenme senedini istediklerini söyledim. Çözeriz yeğenim dedi.  Öyle de oldu. Bugün de kefilim oldu, noterde yüklenme senedi düzenlendi.

Noterden çıktıktan sonra ‘’Hadi yeğenim, sahile inip birer çay içelim.’’ Dedi Yusuf Dayım. Önce sahilde biraz dolaştık sonra da eski günleri yad edercesine, yanında birer simitle çay içtik. Ardından Mersin Garı’na kadar gelip, cebime de biraz harçlık koyarak, beni Tarsus’a uğurladı.

AYÖO ÜNİVERSİTE HAZIRLIK KURSLARI

  17 Haziran 1964 Çarşamba, Ankara... İstanbul Zeytinburnu'nda, güneş ışınları yattığımız odanın perdeleri arasından sızarken uyandı...