28 Mart 2022 Pazartesi

HASANKÖY-HASANALİLİ'DE SOSYAL YAŞAM

 


13 Temmuz1951 Cuma, Hasanköy…

Toprak İskan Müdürlüğü tarafından iskan edilmek üzere gönderildiğimiz Hasanköy, bazılarına göre yaklaşık 400-500 yıl önce, Hasanalili deresi olarak adlandırılan derenin iki yamacında, Hasan ve Ali kardeşler tarafından, kurulmuştu.

Bazılarına göre de Hasan adındaki yerleşimcinin baba adı Ali olduğundan, Hasan Ali diyarı olarak anılır olmuş zamanla. Hasanalili olarak devlet kayıtlarına geçmişti. Sonraki yıllarda Kürtçe adının Hesenelî olduğunu öğrenecektim.

Köy bekçisinin anlattıklarına göre yerleşimci Hasan’ın üç oğlu tarafından oluşturulan üç aşiret üç mezranın oluşumunu sağlamıştı.

Hasanalili yerine, kısaltılarak, daha çok Hasanali ya da Hasanköy olarak adlandırılıyordu. Benim hafızamda da yıllarca Hasanköy olarak kalacaktı.

Aşiret ya da kabile örgütlenmesi, kan bağı ve akrabalık yoluyla ilişkide bulunan insanları içine alırdı.

Aşiret, varlığını akraba evliliği yoluyla sürdürürdü. Zaten yok denecek kadar az olan tarım arazisi mülkiyetinin parçalanmaması ve aile içinde kalması için akraba evlilikleri gerekli görülmekteydi.

Akraba evliliklerini destekleyen bir uygulama da eve kuma getirilmesi olayı idi. ‘’Kuma’’ olarak bilinen, eş üzerine ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü bir eşin getirilmesi ailenin işgücü yönünden önemliydi.

Diğer taraftan feodal topluluklarda kız çocuklarının adı pek olmazdı. İllaki erkek evlat olacaktı zürriyetinin devamı için. Sürekli kız çocuk doğuran kadının, sanki kabahat onunmuş gibi, üzerine kuma getirilerek erkek çocuk doğurması beklenirdi.

Evler birbirinden oldukça uzakta, aralarındaki uzaklık en az 500 metre olacak şekilde, köy altı bir yerleşim olarak biliniyordu Hasanköy.

Köyde yaşayanların tamamı Kürt ve Alevi idi. Mezra tipi yapılanmasından ötürü dere kenarında çok büyük bir alana yerleşilmiş olmasına rağmen az nüfuslu fukara bir köydü. Hayvancılık yapmakta olan üçte ikisi, köy muhtarının da dediği gibi, hayvanlarıyla içiçe olan evlerde yaşıyorlardı.

Hem mezra tipi yapılanmış olmasından hem de Alevi Kürtlerden farklı bir inanış biçimi olan Hasanköy sakinleriyle, Sünni Mezhebini kabul etmiş Akıncı ailesi uyum sağlayamadığı gibi, adeta kendini köy ve köylülerden yalıtılmış hissetmişti.

Yok denecek kadar az olan Tarım arazisi zaten birkaç ailede toplanmış olduğundan ailemiz çiftçilik yapamayacağı gibi vasıfsız beden işçiliği de yoktu köyde.

Tarım ve hayvancılık yapamayan Hasanköy sakinlerinin yaşlıları, zorunlu olarak, sürekli köyde kalmak zorundalardı. 

Gençler, yaz aylarında Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak gidiyorlardı. Biz de gitsek Çukurova’ya diye düşünmeye başlamıştı babam.

Diğer taraftan, Mevsimlik işçi olarak gidenlerin bir bölümü geri dönmediğinden, köyün nüfusu her yıl biraz daha azalıyordu.

Bu azalmaya, demografik yapıyı biraz da olsa değiştirmek için gönderilen bizler de, katkıda bulunmalıydık…


26 Mart 2022 Cumartesi

AKINCI AİLESİ ELBİSTAN HASANKÖY'DE



Temmuz 1951 Cumartesi, Hasanköy…

Yaklaşık 2 ay sonra da olsa, Edirne’den gelen anamla babama kavuşmak harika bir duyguydu. Özellikle, ailenin 3 numaralı çocuğu olan 2 yaşındaki kardeşim Şaban için daha iyi bir ilaç olamazdı anasının gelmesinden.

Boşuna dememişler di ”analı kuzu, kınalı kuzu” diye…

Her ne kadar Cemile Teyzem ile Fatma Nenem Şaban ile ilgilenseler de analar bir başka türlü oluyordu ki ”Anam da anaaammm…” diye sıkça ağlama krizlerine girmiş, öksürükleri artmış ve haliyle alabildiğine huysuz bir çocuk olmuştu.

Karahasanuşağı Köyündeki Halil dedemlerde bir gece konaklayıp, hasret giderdikten sonra, ”yolcu yolunda gerek” dedi babam. Bir an önce Hasan Köye ulaşalım ki ailemizi neler bekliyor, görelim…

Edirne’den Halil dedemlerle birlikte getirebildiğimiz yatak yorgan, kap kacak gibi eşyalarımızı yükleyecek bir araba bulmanın telaşına düşüldü. Karahasanuşağı köyünün yaklaşık 3 km doğusundaki Hasanköy’e gidilecekti.

Ulaşım konusunda Karahasanuşağı köylüleri öküzlerin çektiği bir araba ile bize yardımcı oldular. Öküz arabası da olsa, en azından eşyaların yanı sıra anamla birlikte 2 yaşından gün almış kardeşim Şaban’ın taşınmasını sağladı.

Hasanköy, Karahasanuşağı köyünün yaklaşık 3 km doğusundaydı ama aralarındaki yüksek platolar, derin vadiler ve geçit vermez boğazlardan ötürü yol uzadı. Önce yaklaşık 5 km kuzey-doğu, sonra da yaklaşık 5 km güneye inerek toplamda 10 km’lik yolculuktan sonra Hasanköy sınırlarına girdik.

Ortasından dere akan V şeklindeki yamaçlar üzerine kurulmuştu Hasanköy…

Babam, Maraş Toprak İskân Müdürlüğü’nce düzenlene evraklarla köy muhtarını aramaya gitti. Uzunca bir süre sonra da muhtar ve köy bekçisiyle birlikte geldiler.

Muhtarın yüzünden ve tavrından, başta kendisi olmak üzere, Hasanköy sakinleri tarafından da pek sıcak karşılanmayacağımız anlaşılmıştı.

Ne çare ki devletin resmi evraklarını gören muhtar bize ev yeri göstermek zorundaydı. Gösterdi de…

Yamaçlardan biri üzerinde, patika demenin bile zor olduğu bir yoldan, yamaçta bir hayli yükseldik. Her tarafı dökülen bir hayvan ağılının yanında durduk.

Giriş kapısı sallanan ve avlusu olmayan bu hayvan ağılının yanında arabayı durduran Muhtar, ”burada konaklayacaksınız” dedi.

Yüzüne hayret ve hüzünle baktığımızı gören Muhtar ”ne bekliyordunuz ki, bu dağ köylerinde hemen herkesin evi böyledir. İnsanlarla hayvanlar birlikte yaşar. Hali vakti yerinde olan birkaç kişinin evleri biraz farklıdır.” Dedi.

Köyle ilgili biraz da bilgi verdikten sonra ‘’bir şeye ihtiyacınız olursa bekçiyi arayın.’’ Diyerek gitti. Arkasından baka kaldık…

Ev olarak gösterilse de ev diyemeyeceğim hayvan ağılının yanına eşyalarımız indirildi. Karahasanuşağı köyünden bizi getiren öküz arabasının sürücüsüne şükran duygularımızı bildirerek, geri gönderdik.

Ardından, babam harabe ağılı gezdikten sonra; keser, kürek ve süpürge bulmak için köy bekçisini bulmak üzere gitti. Yüreklerimiz sıkışmış olarak, anamla birlikte üç çocuk, babamı bekledik.

Kısa sürede dönen babam ‘’Hadi çocuklar, şu ağılı hep birlikte hale yola koyalım.’’ Dedi.

Atom Karınca gibiydi babam. Birlikte, kısa sürede, hayvan ağılı temizlendi. Sallanan kapı sağlamlaştırıldı ve eşyalar olabildiğince yerleştirildi.

Yorulmuştuk ama meraklı bir çocuk olarak yakın çevremi görmek ve tanımak istedim. Bulunduğumuz yamaç üzerinden aşağı baktım dikkatlice. Bütün Elbistan köylerinde olduğu gibi Hasanköy de içinden ırmak geçen V şeklinde bir vadinin yamaçlarına kurulmuştu.

Yaklaşık 100 metre aşağıda, sonraki günlerde adının Hasanalili Deresi olarak öğrendiğim, bir akarsu bulunuyordu. Köy sakinleri derenin iki yamacına yerleşmişlerdi. Mezra tipi bir yerleşim vardı. Her ev arasında en az 500 metre uzaklık olacak şekilde yapılanmışlardı.

Hasanalili deresinin iki yamacında yer alan ağaçların dışında yeşillik yoktu.

Köyün iki yamacında yükselen tepeler ve ardında ortaya çıkan dağlar bozkır olarak tabir edilen yapıdaydı. Köyün arazi yapısı belki hayvancılık için elverişli olabilirdi. Ancak tarım arazisi yok denecek kadar azdı.

Bu görüntü hüznümü biraz daha arttırdı. Yedi yaşındaki çocuk aklımla, Çiftçilikten başka bir mesleği olmayan, yani vasıfsız beden işçisi olan babam ve ailesi için burada ekmek yok diye düşündüm.

Pasaportumuzda uğraşımız çiftçi olarak belirtilmiş olmasına rağmen, neden buraya verilmiştik?

Sorusuna yanıt bulamamıştım…

Karahasanuşağı Köyü’ndeki Halil dedemin dediği gibi, Elbistan köylerinde bize iş, aş, ekmek yoktu…

Ne diye Elbistan köylerine verilmiştik.

Yedi yaşında bir çocuk olarak bu tür sorulara yanıt bulamıyordum…



AKINCI AİLESİ BİRLEŞİYOR

 


6 Temmuz 1951 Cuma, Karahasanuşağı…

Ağıldan bozma evin penceresinden giren sabah güneşi gözüme vurmuştu kalk dercesine. Uykum bitmişti ama yataktan çıkmak istemiyordum.

Dün güzel, güneşli bir gündü. Bahar gelmiş, her tarafta çiçekler açmıştı. Yine, ‘’Anam niye gelmedi, anamı isteriiiim.’’ Diye tutturan üç numara, 2 yaşındaki kardeşim Şaban’ı sırtıma alarak çevre gezisine çıkardım.

Ardımda 5 yaşındaki Mustafa da vardı.

Yaklaşık 50 metre aşağıdaki Söğütlü Çayı’na gittik. Çağlayanlar oluşturarak akan deredeki balıklar ve çağlayanların sesi ile dikkatini dereye odaklamıştım. Ağlamayı kesmiş, biraz da neşelenmişti.

Ardından, köye panoramik bir bakış için tepelere de tırmandık. Yorulmuştum açıkçası…

Rüyamda anamı görmüş, Edirne Muhacir Misafirhanesi hastanesinde anamı ziyarete gitmiştim. Yüzü aydınlanmış, ''yakında beni taburcu edecekler Mehmet'' demişti. Heyecandan rahat uyuyamamıştım.

Tekrar gerinip diğer tarafıma dönmek üzereydim ki yandaki odadan gelen mırıltılara odaklandım. Alçak seslerle konuşanlardan birinin sesini babamınkine benzettim…

Acaba? Dedim… Anamla babam gelmiş olabilir miydi?

Hızla kalktım ve yan odaya geçtim…

Gözlerime inanamıyordum, gelmişlerdi gerçekten. Gece gördüğüm rüyam gerçekleşmişti.

Halil Dedem başta olmak üzere 7 kişilik Kurtuldu Ailesi anamla babamın etrafını sarmış, heyecanla babamın alçak sesle anlattıklarını dinliyorlardı.

Edirne Göçmen Misafirhanesi sağlık birimlerinde iki ay tedavi gören anam taburcu edilmiş ve Karahasanuşağı Köyünde bizi bulmuşlardı. Ellerini öpüp, hoş geldiniz dedikten sonra anama sarıldım.

Babam içinden seven birisiydi, sarılmayı sevmezdi pek. Babasından öyle görmüştü çünkü. Bu nedenle çocukluğumuzda anamıza daha yakındık.  

Anamla   hasret giderdikten sonra   kardeşlerimi uyandırdım. 

Ana hasreti çeken 2 yaşındaki Şaban koşarak anama sarıldı. ”Anam da anam” deyip, tekrar anasına sarılıyor, dizinin dibinden ayrılmıyor, bir taraftan da sürekli öksürüyordu.

Şaban’ı bağrına basıp sevip, okşayan anamı Şaban’ın öksürükler telaşlandırmıştı. ‘’Acaba oğlum da mı kaptı hastalığı? Dedi…

Yanılmadığı da bir süre sonra anlaşılacaktı.

Babama baktım uzun bir süre. Durgun, yılgın ve moralsiz görünüyordu… 

Önce Maraş’a gelmişlerdi. Bizi soruşturmuşlar Maraş İl yetkilileri Elbistan’ı adres göstermişlerdi. Maraş Elbistan hattında her daim yolcu otobüsü olmadığından, Elbistan’a ulaşmaları oldukça maceralı ve zor olmuştu…

Yardım istedikleri bazı kişi ve kuruluşlar Bulgaristan’dan gelmiş olmamızı pek hoş karşılamadıkları gibi, geldiğiniz yere dönün de demişlerdi.

Elbistan’da önce kaymakamlık makamına uğramışlar, kaymakamlık Toprak İskân Müdürlüğü’ne göndermiş. İlgililerin yaptığı araştırmalardan sonra Halil dedemlerin Karahasanuşağı köyünde olduklarını öğrenen babam, Akıncı Ailesi’nin de Hasanköy’e yerleştirileceğini öğrenmişti.

Asıl zorlu olanı da Elbistan Hasanuşağı Köyü arasındaki 50 km’lik ulaşım olmuştu. Elbistan ile köy arasındaki haftada bir olan ulaşım olanaklarından ötürü, yaya çıkmışlardı yola. Rastlayabildikleri her araba ve araçtan yardım istemişler. Bazılarında yardım alabilirken, bazıları da yüzlerine bile bakmamıştı…

Babamda ilk kez ”gelmekle hata mı yaptık?” duygusunu sezdim. Sözlü olarak söylemese de moralsiz hali onu gösteriyordu.

Yorgun olmalıydılar…

Cemile Teyzem, bir taraftan babamı dinlerken bir taraftan da kahvaltı hazırlamıştı. 7 kişilik Kurtuldu Ailesi ile 5 kişilik Akıncı Ailesi yer sofrası çevresinde sessizce kahvaltısını yaptıktan sonra Halil Dedem kısaca köydeki ekonomik ve sosyal yapıyı özetledi.

Karagözlülerin dağıtım yapıldığı köyler için de geçerliydi anlattıkları. Bulgaristan Muhacirlerine verilecek tarım arazisi yoktu. Hayvancılık yapamazlardı, bu konuda deneyimleri olmadığı gibi satın alacak paraları yoktu.

Okuma yazmaları da olmayan Karagözlüler vasıfsız beden işçisi konumuna düşmüşlerdi Türkiye'de. Buralarda vasıfsız beden işçileri için iş yoktu.

Kalırsak aç kalırız… Dedi Halil dedem…


25 Mart 2022 Cuma

KARAHASANUŞAĞI KÖYÜNDE SOSYAL YAŞAM

 


16 Haziran 1951 Cumartesi…

Karahasanuşağı Köyüne geleli yaklaşık 40 gün oldu. Köyde yaşayanları, 7 yaşındaki çocuk aklımla, tanımaya ve anlamaya çalışıyorum. Başka bir deyişle, köydeki sosyal yaşamı anlamaya çalışıyorum.

Edindiğim ilk izlenimlerimden biri, Alevi Kürtlerinde haremlik selamlık yoktu. Üstelik akraba evlilikleri baskın çıktığından, herkes birbirini yakinen tanıyor ve teklifsizce evlerine girip çıkıyorlardı.

Sünni gelenekte haremlik selamlık uygulaması vazgeçilemez bir gelenekti. Teklifsizce gidip gelmek olmazdı. 

Hele evin erkeği evde yoksa, muhtar dahil olmak üzere hiçbir erkek bu eve giremezdi. 

Oysa haremlik selamlık uygulamasının olmadığı köyde, kadınlarımız ve gelinlik kızlarımız bu durumdan oldukça rahatsız olmuşlardı.  

Aşiretlerde ve feodal topluluklarda akraba evlilikleri yoğun olarak kendini gösterirdi. Kan bağı ve akrabalık yoluyla ilişkide bulunan insanları içine alırdı. 

Aşiret, varlığını akraba evliliği yoluyla sürdürürdü. Mülkiyetin parçalanmaması ve aile içinde kalması için akraba evlilikleri gerekli görülmekteydi. 

Ülkemizdeki akraba evlilikleri, birçok Ortadoğu toplumuyla benzerlikler taşımaktaydı. Bu tür evlilikler ailelerin, savunma birimini de güçlendirmektedir.  

Aşiret ve feodal topluluklarda, akraba evliliklerinin yanı sıra ‘’kuma’’ olarak bilinen, eş üzerine ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü bir eşin getirilmesi ailenin işgücü yönünden önemliydi.  

Diğer taraftan feodal topluluklarda kız çocuklarının adı pek olmazdı. İllaki erkek evlat olacaktı zürriyetinin devamı için. Sürekli kız çocuk doğuran kadının, sanki kabahat onunmuş gibi, üzerine kuma getirilerek erkek çocuk doğurması beklenirdi. 

Oysa Bulgaristan Muhacirlerinde akraba evlilikleri olmadığı gibi kuma getirme de yoktu. Haremlik selamlık uygulamaları vardı. Nereden bakarsak bakalım Karahasanuşağı köylüleriyle hiçbir ortak yönümüz yoktu.




24 Mart 2022 Perşembe

ELBİSTAN KARAHASANUŞAĞI KÖYÜ



18 Mayıs 1951 Cuma, Karahasanuşağı…

Halil dedemin köy muhtarından öğrendiğine göre Moğol istilasından kaçan Karahasanlıların ilk yerleşim yeriydi Karahasanuşağı. Elbistan'ın merkez köylerinden biriydi.

Köy, karasal iklimin etki alanı içerisinde olup, ekonomisi büyük ölçüde hayvancılığa dayalıydı. Ceyhan Nehrinin kollarından biri olan Söğütlü Çayı’nın iki yakasına kurulmuş olan köyün arazi yapısı, hayvancılık için elverişli ancak yok denecek kadar az olan tarım arazisi çiftçilik için uygun değildi. Sulu alanlar dışında kayda değer bir bitki örtüsü yoktu.

1951 yılında bu köylerin görüntüsü köy altı yerleşimler olarak bilinen mezralar tipindeydi. Mezralar genellikle küçük ve az nüfuslu olup, su kaynaklarına yakın olurlardı.

Dağınık dokulu yapıya sahiptiler. Evler arasındaki uzaklıklar 500 metre ile 1500 metre arasında değişirdi.

Elbistan köylerindeki Sosyo-ekonomik yapı bizlere her yönüyle çok yabancıydı… Kapana kısıldık duygusuna kapılmıştık.

İlk günlerde biraz meraktan biraz da Elbistan İlçe yetkililerinin direktiflerinden olacak, Karahasanuşağı köylüleri bize olabildiğince sahip çıkıp, yardımcı olmaya çalıştılar.

Ne var ki kendilerine bile yardımcı olacak durumları yoktu. Fukara köylülerdi. Bir süre sonra herkes kendi işine döndü.

Köyde yaşayanların büyük çoğunluğu hayvancılıkla geçimlerini sağlamaktaydı. Söğütlü Çayı yakalarındaki sınırlı tarım arazisi birkaç ailenin elindeydi. Yok denecek kadar hayvanları olan ailelerin yetişmiş çocukları yaz aylarında Çukurova'ya mevsimlik işçi olarak gidip, kışlık nafakalarını çıkarıyorlarmış.

Atalarımız ve babalarımızın çiftçilikten başka özel bir becerileri yoktu. Çevreyi gezdikten sonra, durum değerlendirmesi yapan Halil dedem” buralarda geçinemeyiz, aç kalırız” Dedi. İlk bir hafta içinde buralara uyum sağlayamayacağımız anlaşılmıştı…

Buralardan gitmenin, bu köylerden kaçmanın bir yolunu bulmalıydık. Bulmalıydık ama önce Edirne’deki hastanede kalan anamla babamın bizi bulması gerekiyordu bu kapandan kurtulmak için…

Edirne’deki Göçmen Misafirhanesinden ayrılalı neredeyse iki haftaya yakın bir zaman olmuştu. Halil dedemlerle geldiğimiz Elbistan’ın Karahasanuşağı Köyüne uyum sağlamaya çalışıyorduk.

Bu arada iki yaşını yeni bitirmiş olan kardeşim Şaban yolculuk boyunca iyice üşütmüş olduğundan öksürük nöbetleri de artmıştı. Her geçen gün durumu daha da kötüleşiyordu. ‘’ anamı isteriiiim, ille de anamı isteriiiim’’ diye tutturuyor, debeleniyor ve ağlıyordu…





KURTULDU AİLESİ KARAHASANUŞAĞI KÖYÜNDE

 


14 Mayıs 1951 Pazartesi, Elbistan… 

Elbistan’ın Alevi Kürt köylerinden biri olan Karahasanuşağı (Qeresenon) köyündeyiz…

Pazar günü öğleden sonra Toprak İskan Müdürlüğü yetkilileri tarafından yerleştirileceğimiz köyler açıklandı. Her köye birer aile olarak dağıtılmıştık. Dedem Halil Kurtuldu, 7 kişilik ailesi ve 3 torunuyla Elbistan’ın yaklaşık 50 km doğusundaki Karahasanuşağı köyüne gönderiliyorduk.

Bugün sabah kahvaltısından sonra, saat 08:30 civarında, Elbistan Kaymakamlığı tarafından sağlanan bir araçla yolcu edildik. 

Elbistan’dan yaklaşık 50 km doğudaki Karahasanuşağı Köyü’ne ulaşmak, doğa koşulları ve ulaşım araçlarının yetersizliği nedeniyle, 6 saatten fazla zaman almıştı.

İki tarafında yükselen yüksek bozkır tepeler arasında dağınık bir yapılanma oluşturan Karahasanuşağı Köyü’ne, öğleden sonra 14:30 civarında girdik.

Geçmiş yüzyıllarda Alevilerin Saklı Payitahtı olduğunu öğrendiğimiz Elbistan’ın Alevi-Kürt köylerinden biriydi Karahasanuşağı ya da Kürtçe adıyla Qeresenon .

Köy sakinlerinden bazıları biraz hayret biraz da tedirginlikle karşılamışlardı bizleri. 

Demografik yapının değiştirilmesi amacıyla gönderildiğimiz biçimde algılamışlardı gelişimizi.

Davetsiz misafirler olarak bizi karşılayan Köy Muhtarı, Maraş Toprak ve İskân Müdürlüğü yetkilileri ve resmi evrakları görünce, yamaçta bulunan hayvan ahırlarından birini konaklayacak yer olarak gösterdi.

Ağıldan bozma bir evdi, ev denilebilirse. 

Kış koşullarında, hele Maraş bölgesinde, yaşama uygun bir yer değildi. Yine Dedem  nenem, dayılarım ve Cemile Tetem (teyzem) le birlikte hayvan ağılını kısa sürede yaşanacak hale getirdiler…

23 Mart 2022 Çarşamba

ALEVİLERİN PAYİTAHTI ELBİSTAN

 


12 Mayıs 1951 Cumartesi, Elbistan…

Elbistan’da ikinci günümüz…

Erkenden kalktık, verilen kahvaltıdan sonra, her şeyi öğrenmek isteyen bir çocuk olarak çevreyi kolaçan ettim. Kışkulu gözlerle bizlere bakanlar,  bizden farklı bir şive ve aksanla konuşuyorlardı. Konuşmalarını anlamakta zorlandım.

Bulgaristan’daki köyümüzle uzaktan yakından hiçbir benzerliğin olmadığı bir bölgenin yanı sıra dilleri, inanışları, gelenek ve görenekleri bizlerden çok farklı olan bir sosyal topluluk içindeydik.

Soran ve endişeli gözlerle kendisine baktığımı gören Hüseyin dayım,

-Buranın halkı Kürt ve Alevi yeğenim.

Dedi. Kürt ve Alevi ne demek ti? 

Sorusu kafama takılmıştı. Zamanla öğrendim kavramların hangi anlama geldiğini…

*****

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, Müslümanları kimin yöneteceği konusunda çıkan anlaşmazlıklar, Kerbela Savaşı’na neden olmuştu. Savaşta Hz. Muhammed’in torunu Hüseyin ve yanındakiler Muaviye’nin oğlu Yezid birliklerince kılıçtan geçirilmişti.

Müslümanlar arasındaki bu savaş Sünnilik, Şiilik ve Haricilik şeklinde, ilk mezhepsel ayrışmayı beraberinde getirmişti. Bu ayrışma Anadolu’da, özellikle Elbistan havalisinde yaşayan Müslümanları da etkilemiş ve özgür düşünceyi temsil eden Hz. Ali taraftarlarının ortaya çıkışını sağlamıştı.

Bugün Maraş olarak telaffuz edilen, ama tarihi geçmişi ile Elbistan olan bu bölge Alevilerin, özellikle de “Anadolu Alevileri” diye betimlenen Aleviliğin, özgürce örgütlenip, hükmünü sürdürmüş olduğu son yerleşkesiydi.

Bazı düşünür ve tarihçilere göre Elbistan, Alevi homojen bölgesinin merkezi, payitahtıdır.

1522 yılına kadar Elbistan, bu merkezi yapısını ve amaçlarını sürdürmüştür. Sonrası isyanlarla geçmiş, Osmanlı’ya karşı varlığını koruma savaşları sonunda günümüze kendisini virane olarak taşımıştır.

Özellikle Yavuz Sultan Selim 1522’de bölgedeki askeri hâkimiyetiyle birlikte, Alevilerin homojen olarak yaşadığı bu yerleşkesi dağıtılmaya başlanmış, Elbistan geri itilmiş, Maraş ön plana çıkarılmıştı.

Yine bazı Alevi düşünür ve tarihçilerine göre Elbistan, Yavuz Sultan Selim’den günümüze kadar katliamlara uğramıştı.

Elbistan, Alevi ayaklanmalarında merkezi bir rol üstlenmiş, bildik tüm direnişlerde yerini belirgin bir biçimde almıştı. Onun içindir ki Osmanlı tarihçileri tarafından kayıtlara “fitne ve fesatın merkezi” olarak geçmişti Elbistan.

*****

Sünnilik, Şiilik ve Haricilik şeklindeki mezhepsel ayrışmalar İslam Cemaatini bölmüştü. Modern İran’ın kurucusu olan Safevi Devleti tarihte ilk kez Şiiliği kabul etmiş olan bir Şii İslam devletiydi…

Akkoyunlu Devletinin mirası üzerinde yükselen Safevîlerin, diğer bir ifade ile Şah İsmail’in, İran’da oluşturduğu Şii İslam Devleti Osmanlı Devleti ile sınırdaş olmuştu.

Şah İsmail’in İran’da 1500’lerin başında resmen Safevi Devleti’ni kurmasını müteakip, Anadolu’ya yolladığı halifeleri aracılığı ile başlattığı propaganda hoş karşılanmamıştı.

Bu arada Osmanlının Merkezi gücü artarken, Hanedan ailesi ile birlikte toplum üzerinde baskı kuran bir zümre oluşmuştu. Halk üzerinde siyasi ve dini baskı artarken, Devlet Sünni bir ideolojik modele evrilmeye başlamıştı. Diğer mezheplere yaşama hakkı tanınmamış, karşı çıkanları da ya sürgüne göndermiş ya da bir biçimde icabına bakılmıştı.

Diğer taraftan, halk üzerindeki siyasi ve dini baskıya karşı çıkan Şeyh Bedreddin eserlerinde açıkça görülmemekle birlikte, başta Börklüce Mustafa olmak üzere, taraftarları özel mülkiyeti reddetmişler, her türlü mülkün halkın ortak malı olduğunu savunmuşlar, kadın erkek bir arada sazlı içkili ayinler düzenlemişler ve İlahiliği savunmuşlardı.

Sünni ve Hanedan bir devlet yapısı içinde olan Osmanlı için bunlar son derece tehlikeli görüş ve davranışlardı.

Osmanlı, Fetret döneminde, üç kardeşten Musa Çelebi’nin Kazaskeri olan Şeyh Bedreddin, Mehmet Çelebi’nin Osmanlının tek hâkimi olması sonrasında, İznik’te gözetim altına alınmıştı. Şeyh Bedreddin 1416 yılında İznik’ten kaçarak, Deliorman civarında etrafına topladığı büyük kalabalıkla Osmanlı Devleti’ne karşı isyan bayrağını açmıştı.

Mehmet Çelebi isyanı bastırmak için Beyazıt Paşa’yı görevlendirilmiş, İsyanı çok kanlı bir şekilde bastırmıştı. Şeyh Bedreddin yakalanmış ve Peygamberlik iddiasında olduğu gerekçesiyle asılarak idam edilmişti.

24 Nisan 1512’de Osmanlı tahtına Yavuz Sultan Selim geçmişti. Bu arada Şiî propagandası saraya kadar girmiş ve Şehzade Ahmet’in oğlu Murat İran’a iltica etmişti. Sultan Selim bu şehzadeyi şahtan geri istediyse de şehzade geri gönderilmediği gibi giden elçi de öldürülmüştü.

Yavuz Sultan Selim bir an önce Safevi meselesini kesin olarak çözmeye karar vermişti. Sefere çıkmadan önce de Anadolu’da Şah İsmail’e taraftar olduğunu sandığı 40.000 Kızılbaşı ortadan kaldırmıştı.

Kızılbaşlar bu olayı Kerbela’dan sonraki en büyük ikinci Alevi katliamı olarak algıladılar. Bu olaydan sonradır ki yüzyıllar boyunca kendilerini saklama gereğini duydular.

Osmanlı siyasi yaklaşımının devamı olarak Cumhuriyet dönemi, Alevi politikasında pek fazla değişime gitmemiş, bölge insanına aynı gözle, olumsuz olarak yaklaşılmıştı.

*****

Alevi Kürtler tarafından, Balkanlar ve diğer ülkelerden gelen göçmenlerin Maraş ve özellikle Elbistan bölgesine yerleştirilmesi yoluyla, bölgenin etnik-kültürel yapısı değiştirilmek isteniyor. Biçiminde algılanmıştı. Öyleydi de zaten.

Sünni muhacirler ile Alevi Kürtler nasıl uyum sağlayacaklardı birbirine?

Sorusunun yanıtı kısa sürede ortaya çıkacak ve bizlere Yaşar Kemal’in Çukurovası’na mevsimlik işçi olarak gitmek zorunda kalacaktık.

Bulgaristan Karagözler Köyünden ayrıldığımız 23 Nisan 1951’den bu yana 19 gün geçmişti. İki haftada ne çok şey değişmişti! Değişmeye de devam edecekti…

22 Mart 2022 Salı

ŞARDAĞI ETEKLERİNDEKİ ELBİSTAN

 

11 Mayıs 1951 Cuma, öğleden sonra…

Bin bir zorlukla ulaştığımız Sardağı eteklerindeki Elbistan, denizden yaklaşık 1200 metre yükseklikte olan bir havzada kurulmuştu.

Havzanın etrafı, yüksekliği yer yer 2000-3000 metreyi geçen dağlarla çevrilmişti. 

İlçenin en geniş ovası, kendi adıyla anılan Elbistan ovasıydı. 

Elbistan Ovasının yer aldığı bu havza 3000 metreye varan yüksek dağlarla çevrilmiş olup, derin, uzun geçitler ve boğazlarla kaplıydı. Bu nedenle, bir yerleşim yerinden diğerine geçilmesi çok zordu.

Havzanın Batı ucu, yüksekliği zaman zaman 2.500 metreyi geçen Binboğa Dağları ile sınırlanmıştı. Güneyinde ise 3050 metre yüksekliğinde Berit ve 3090 metre yüksekliğinde Nurhak dağı havzanın en yüksek noktalarını oluşturuyordu.

Bizim yolculuğumuzdaki felaket yolu olarak tanımlanan bölüm, Gâvur Dağı olarak anılan, aslında Nurhak Dağları içindeydi. Gâvur dağlarını zorlukla aşarak ulaştığımız Elbistan hakkında ilginç bilgiler edinmiştim Maraş’ta…

Elbistan 13. Yüzyılda Dulkadiroğluları Devletinin merkeziydi. Anadolu Beyliklerinden biri olan Dulkadiroğluları 1298-1522 yılları arasında Anadolu’nun güneyinde, Elbistan merkez olmak üzere kurulmuştu.

Bir Türkmen Devleti olan Dulkadiroğluları Oğuzların Bozok kolundan olup, ilk reisleri de Zeyneddin Karaca Bey’ di.

Bazı tarihçilere göre Antik Ablasta, zamanla Elbistan adına evrilmiş. Köken bilim, Ablasta adının ‘’gür su akıntısı’’ ya da ‘’su geçidi akıntısı’’ olabileceğini söylemektedir.

Gerçekten de Elbistan’ın içinden Ceyhan’ın başlangıç kollarından biri, Söğütlü Çayı geçmekteydi.

Yıllar sonra, yörenin demografik yapısını değiştirmek amacıyla Balkan Muhacirlerinin gönderildiğini öğrenecektim.

Geçmişte, bazı tarihçilere göre, Alevilerin Saklı Payitahtı olduğu söylenen Elbistanlılar da bunun farkındaydılar.

Kızılbaşlar olarak da bilinen aleviler, demografik yapının değişmesini istemediklerinden, aleviler dışında yapılacak yeni iskanlara pek sıcak bakmamışlardı, bakmadılar da…



21 Mart 2022 Pazartesi

MARAŞ GÖKSÜN ARASINDA FELAKET YOLU

 


11 Mayıs 1951 Cuma , Elbistan…

Dün öğleden sonra muhacir kağıtlarımızla birlikte dağıtım yapıldığımız köyleri gösteren belgeler de verildi…

Elbistan köylerine, birer aile olarak, dağıtım yapılmıştı. Halil Kurtuldu ailesi Elbistan Karahasanuşağı Köyü’ne gönderiliyordu. Halil dedem, Fatma ninem, Cemile teyzem, dayılarım Hüseyin, Kerim, Yusuf ve Mustafa ile birlikte biz üç kardeşi de kattığımızda 10 kişilik bir aile olmuştuk.

İnce hastalık teşhisi konulan anam Edirne Göçmen Misafirhanesi hastanesine yatırılmış, babam da refakatçi olarak kalmıştı. Anamın iki ay sürecek bir tedavi dönemi olacaktı. Kardeşlerimden 2 yaşındaki Şaban bu ayrılığa nasıl dayanacak tı, dayanabilecek miydi?

Bu şekilde bir dağıtım hiç iyi olmamıştı. 600 yıllık topraklarımızdan koparıldığımız gibi şimdi de Karagözlüler birbirinden koparılıyordu. Bu şekildeki bir dağıtım bütün aileleri çaresiz ve perişan bırakmıştı. 

Yapılan itiraz ve yalvar yakarışları yetkililer, köylerin birbirine yakın olduğunu söyleyerek, geçiştirmişlerdi.

Çaresiz, umutsuz ve gurbetlik duygumuzun alabildiğine kabardığı bir gündü.  Ne var ki çıkmıştık bir kere Bulgaristan’dan…

Bugün, sabahın erken saatlerinde, bize tahsis edilen bir yük kamyonu ve külüstür bir otobüsle, Elbistan’a ulaştırılmak üzere yolcu edildik. Maraş’tan ayrılırken, Maraş Göksun arasındaki yol için uyarıldık ayrıca. İyi ki uyarıldık, sürprizlerle karşılaşmamış olduk.

Doğa koşullarının beklenmedik derecede zorlaştırdığı, aşılması oldukça güç derin vadiler, karşılıklı gelen iki aracın birbirini geçemeyeceği dar yollarda başladı yolculuğumuz. Maraş-Göksun arası şimdiye kadar sürücülerin karşılaştığı en zorlu yol olarak tanımlanmıştı.

Yol güzergâhı coğrafi yapı olarak çok kötüydü. Bu yüzden yöre köylüleri Maraş ile Göksun arasındaki bu sarp dağlara “Şeytan dağları”, bu dağlardaki yola da “Felâket yolu” adını vermişlerdi. Şeytan dağları dediklerinin, Amanoslar’ ın bir parçası olan Nurhak Dağları olduğunu öğrenecektim sonraki yıllarda

İki aracın yan yana geçemeyeceği darlıkta olan bu felaket yolunda iyi ki karşıdan gelen bir araçla karşılaşmadık. Bazı dönemeçleri tek seferde dönemeyen kaptanımız uzun süre manevra yapmak zorunda kalıyordu. En ufak bir hatada derin vadiye uçmanız işten bile değildi.

Böyle bir manevradan sonra eğimi oldukça büyük, dar ve yanları uçurum olan yola girdi. Zirveye tırmanırken, fazla zorlanmış olacak ki, birden motoru stop etti. Sürücü tekrar çalıştırıp harekete geçmek istediyse de kamyon ileri gitmek şöyle dursun, geriye doğru kaymaya başladı. Büyük bir panik havası yaşandı. Kamyonun yandaki uçuruma kayması an meselesiydi. Çok korkmuştuk…

Başta Halil dedem, birkaç yaşlı ve küçük çocuklar kamyon kasasında kaldı. Diğerleri ile birlikte ben de kamyondan aşağı atladım.

Harekete geçmekte zorlanan kamyonun kaymasını engellemek için arka tekerleklerin arkasına büyükçe taşlar koyduktan sonra hep birlikte ittik. İtme gücümüzle harekete geçen kamyon hızını arttırdı, kazandığı hızını kesmeden zirveye tırmandı ve gözden kayboldu. Kamyonun gözden kaybolması hepimizi telaşlandırdı. Paniğe kapılan sürücü bizi buralarda bırakmış olabilir miydi?

Bırakmamıştı… Yarım saatlik bir zorlu yürüyüşten sonra bizi beklemekte olan kamyonun üzerindeki yerimizi aldık.

Coğrafi olarak Maraş’ın 80 km kuzeyinde olmasına rağmen Amanos dağlarının geçit vermez yapısından ötürü Maraş Elbistan yolu 140 kilometrenin üzerine çıktı. Kâbus gibi 5 saatlik bir yolculuktan sonra, dağlar arasına sıkışmış, Elbistan’a ulaştık.




MONDROS MÜTAREKESİ'NDE MARAŞ


 

7 Mayıs 1951 Pazartesi, Maraş...

Dört gün süren Edirne-Maraş yolculuğu süresince trendeki görevlilerden edinilen bilgiler bu kadim şehir hakkında bizleri aydınlatmıştı.

1914'de başlayıp 1918'de sona eren Birinci Dünya Savaşı'na Osmanlı Devleti, İttifak Devletleri yanında katılmıştı. Savaş İttifak Devletlerinin yenilgisiyle sonuçlanmıştı.

30 Ekim 1918'de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması'nın 7.Maddesi;

"İtilaf Devletleri güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik noktayı işgal hakkına haiz olacaktır.'' biçiminde düzenlenmişti.

Bu maddeyi kendi çıkarlarına göre yorumlayan İtilaf Devletleri, ülkenin stratejik ve ekonomik bakımdan değeri büyük ve önemli bölgelerini işgale başladılar.

Maraş da bu işgal sahaları içinde yer aldı.

İngilizlerin 7. Maddeyi çıkarları doğrultusunda değerlendirmesi üzerine ilgililer, silah ve cephaneleri batı köylerinin ormanlıkları arasına sakladılar.

Şehirdeki Ermenilerin olayı öğrenmesi üzerine, İngilizlerin Maraş'a geldiğinde silahlara el koyacakları kaygısıyla silahlar, Kayseri' ye taşındı.

İşgalcilerin kadınlara saldırdığını ve onları korumak için harekete geçen Çakmakçı Sait’i şehit ettiklerini dükkânından gören Sütçü İmam, hemen harekete geçmiş, bir an bile tereddüt göstermeden tabancasını çekip düşman askerlerine ateş etmişti.

Sütçü İmam, Fransız üniforması giymiş olan askerlere peş peşe sıktığı kurşunların Anadolu’daki milli direnişin ilk kıvılcımı olacağını bilmiyordu.

Fransız askerinden birisini vurup öldüren bir diğerini de yaralayan Sütçü İmam, kadınları düşman tecavüzünden kurtardığı gibi Çakmakçı Sait’in de intikamını almıştı.

Sütçü İmam’ın Uzunoluk Hamamı önünde Fransız işgal kuvvetlerine sıktığı ilk kurlun, Maraş Milli Mücadele’sinin başlangıcı olmuştu.

Anadolu’daki kurtuluş mücadelesinin ilk kıvılcımı olan bu olaydaki kahramanlığı ile Sütçü İmam’ın adı tarihe altın sayfalarına yazılacaktı.

22 gün 22 gece süren Maraş İstiklal Mücadelesinde Evliya Efendi çetesinin cesareti ve kahramanlığı dillerde destan oldu.

“Maraş Bize Mezar Olmadan Düşman Maraş'a giremez!”

Diyen Maraşlılar, düşmana teslim olmak yerine kendi evlerini yakarak yurtlarını düşmana dar ettiler. Açlık ve soğuğa rağmen teslim olmayan Maraş halkı, “Ya İstiklal Ya Ölüm!” parolasıyla başlattığı kurtuluş mücadelesini 11 Şubat 1920 tarihinde gerçekleştirdi.

Maraş halkının -20 derecede yaklaşık bir metre yüksekliğindeki karda, tipide açlık ve yokluğa rağmen devrin en iyi silah ve cephanesiyle donanmış Fransız kuvvetlerine karşı kazandığı büyük zafer, mazlum milletlere örnek oldu.

Anadolu’da başlatılan Kurtuluş Mücadelesinin ilk zaferi olan Maraş’taki kahramanlık destanı, diğer şehirlere de örnek olmuştu.



20 Mart 2022 Pazar

ANTİK MARAŞ MARKASİ

 


5 Mayıs 1951 Cumartesi, Maraş…

İki gün oldu Maraş'a geleli. Bizim için yabancı olduğu gibi tarih kokan bir şehir Maraş. 

Oldum olası öğrenmeye aç, meraklı bir çocuktum. Konuşulanları dikkatli dinlediğim gibi, soru işaretleri varsa bıkıp usanmadan dayılarıma ve diğer büyüklere sorardım.

Edirne’den Maraş’a kadar yaptığımız 4 günlük yolculuk sırasında gönderildiğimiz yerler hakkında anlatılanları can kulağı ile dinlemiştim.

Güneydoğu Toroslarının uzantılarından biri olan Ahır Dağları’nın güney eteklerindeki alçak tepeler üzerine kurulmuş olan Maraş’ın Antik adının Markasi olduğunu öğrendim.

*****

Hititlerin dağılma döneminde kurulan Hitit Kent devletlerinden Gurgum’un merkeziydi Markasi…

Gurgum kent devleti aralıklarla Urartular, Asurlular, Medler, Persler, Romalılar ve Pontus arasında el değiştirmişti. Bizans döneminde Marasion adıyla anılmış olan Markasi 16. Yüzyıl başlarında Osmanlı topraklarına katılmış ve 1831’de adı Maraş olarak değiştirilmişti. 

1898’de Halep vilayetine bağlı bir sancak merkezi olan Maraş Mondros mütarekesinin imzalanması ile 22 Şubat 1919 da İngiliz işgali altına girmişti.

İngilizler kısa bir süre sonra Musul’a karşılık Anadolu’nun güney kesiminden çekilmiş, 30 Ekim 1919 da Fransız birlikleri Maraş’a girmişti.

21 Ocak 1920’de başlayan Maraş kent savaşları sonunda Fransızlar çekilmişti.

Kurtuluş Savaşı sırasında halkın gösterdiği direnişten dolayı şehre TBMM tarafından 5 Nisan 1925 tarihinde İstiklal Madalyası verilmiş ve 7 Şubat 1973’te adı Kahramanmaraş olarak değiştirilmişti.

*****

Topraklarının yaklaşık yüzde 60’nın dağlarla, yüzde 24’ü plato ve yaylalarla ve ancak yüzde 16’sının ovalarla kaplı olduğunu tren görevlilerinden öğrendiğimiz bu bilinmeyen şehirde ailelerimiz tarımla uğraşabilecekler miydi?

Sorusu yolculuk boyunca aile reislerini oldukça düşündürmüştü. Düşündürmüştü çünkü çiftçilik dışında yapabilecekleri herhangi bir becerileri olmadığı gibi okuma yazma da bilmiyorlardı.

Bu olumsuz koşullardır ki Maraş’ta konakladığımız iki gün boyunca gurbetlik duygusu iyice içimize çökmüştü…

18 Mart 2022 Cuma

MARAŞ DEDİKLERİ YER NERESİ Kİ

 


3 Mayıs 1951 Perşembe, Maraş…

Uzunca çalan tren düdüğü ile gözlerimi açtım... Konuşmalardan, Maraş garına girmekte olduğumuzu anladım.

Gelenek ve göreneklerini bilmediğimiz, zorunlu olarak geldiğimiz, gurbetlik duygumuzun ağırlaştığı Maraş’taydık sonunda.

Köyümden, anam ve babamdan beni koparan Maraş’ı sevmemiştim çocuk aklımla…

İnsanların doğup büyüdükleri yerler, akrabalar, arkadaşlar ve anılarla kopmaz bağları vardır.  Yerinden, evinden ayrılan kişi kendini gurbette hisseder. Kalbi hasretle dolar. Doğduğu yere, anılarına, topraklarına dönmek ister.  Maraş’a inince aynen bu duyguları yaşadık Karagözlülerle.

Üstüne üstlük ‘’İnce hastalık teşhisiyle’’ anamın ve ona eşlik edecek babamın da Edirne’de kalmış olması katmerleştirmişti içimdeki gurbetlik duygusunu.

*****

Bilinemeyenlenler... Gizemli 0lanlar, gizemli yerler korkutur insanları... hakkında hiçbir şey bilmediğimiz Maraş dedikleri yere gelirken biz de korktuk.

Maraş yolculuğunda geriye, geçmiş yıllara gitmişti Halil Dedem. Güngörmüş biriydi... Balkanlar hakkında dinledikleriyle bilgi sahibi olanlardandı. 

Bulgaristan, Türklerin en yoğun yaşadıkları Balkan ülkesiydi. Savaştan, yani 93 Harbinden önce, Tuna vilayeti ile Edirne vilayetinin Filibe ve İslimye sancaklarında yaşayan Türklerin sayısı 1 milyon 500 bin ila 1 milyon 700 bin civarındaydı ve toplam nüfusun yarıya yakınını oluşturuyordu. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde gerçekleşen en büyük felaketlerden birisi, ’93 Harbi’ ydi.  Bu savaş, Osmanlı İmparatorluğu’na toprak ve itibar kaybettirdiği gibi İmparatorluğu da büyük bir göç dalgası ile karşı karşıya bırakmıştı.  

Sonra da arkası gelmiş, Şumnu ve çevresinde yaşayan Balkan Türklerinin göç hareketini başlatmıştı. Biz de onlardan bir gruptuk.

*****

Edirne Karaağaç Garından hareketle, dört gün süreyle bilinmeyene yapılan bir yolculuktan sonra, yaklaşık 1300 km kat yol alarak ulaşmıştık Maraş İline.

29 Nisan 1951 Pazar günü Edirne Karaağaç Garından başlayan yolculuğumuz süresince, İstanbul Sirkeci Garına ulaşıncaya kadar, kardeşim Şaban sıkça ağlama krizlerine girdi ‘’anamı isteriiiim, anamı’’ Diye. Bereket Cemile teyzemin yanı sıra 4 tane de dayım vardı kardeşimi oyalayabilecek.

Sirkeci tren garından, araba vapurlarının bir benzeri olan ama sadece tren vagonu taşıyan vapurlardan biriyle Haydarpaşa Garı’na geçtik.

Görevlilerden biri Sirkeci ile Haydarpaşa arasında yapılan bu tür seferlerin tarihi epeyce eskilere uzanmaktadır demişti Hüseyin dayıma. Söylediğine göre İstanbul'un iki yakası arasında gerçekleşen ilk tren vapuru seferi 5 Ekim 1926'da gerçekleşmişti.

Hayatımızda ilk kez deniz görmenin heyecanıyla bütün Karagözlüler, hava oldukça soğuk olmasına rağmen, Marmara Denizi’ni seyrederek geçtik Anadolu yakasındaki Haydarpaşa’ya.

Avrupa kıtasından Asya kıtasına geçerken üşüdüğümüzün farkına bile varmamıştık. Vapurumuz Haydarpaşa iskelesine yanaştı ve vagonlar gardaki demiryoluna aktarıldı. Maraş yolculuğu başladı.

Trendeki görevliler yaklaşık 1300 km’lik yolumuz olduğunu söylemişlerdi Halil dedeme.

Halil dedem ve diğer aile reislerinin trendeki görevlilerle yolculuk boyunca yaptıkları konuşmalarından anladığım kadarıyla, 1948 yılında faaliyete geçen Maraş Tren Garına kadar gidilecek ve Maraş İli emrinde ne olacağımıza karar verilecekti.

Trendeki 4 günlük yolculuğumuzda, başta Halil dedem olmak üzere, aile büyüklerimiz tren görevlileriyle haşır neşir olmuştu. Üstelik görevlilerden biri de Maraşlıydı.

Onlar Bulgaristan’ı ve göç hareketine neden olan asimilasyonu sormuşlar, büyüklerimiz de Maraş ve Elbistan köyleri hakkında bilgi edinmek istemişlerdi. Maraşlı olan tren görevlisi oldukça ayrıntılı bilgiler de vermişti.

Kulak misafiri olduğum bilgilerden Maraş, Elbistan ve köylerinin coğrafi koşullarının yaşama pek elverişli olmadığı duygusuna kapılmıştım. Her ne kadar dedem, ninem, teyzem ve dayılarımla birlikte olsak da küçük iki kardeşle anasız babasız nasıl yaparım? Sorusu beynimi burgu gibi delmeye başlamıştı.

Kömürle çalışan buharlı lokomotifimiz astımlı bir hasta gibi soluyarak ve düdüğünü çalarak, bütün heybetiyle girdiği bazı garlarda kömür ve su takviyesi yapmak amacıyla duruyordu. Diğer taraftan, eğimi oldukça büyük yerlerde de adeta nefesi tükeniyordu. Yürümekte zorlanan astımlı hasta gibi oluyordu.

Böyle zamanlarda dayılarımdan bazılarıyla akranlarının vagonlardan inerek trenle yan yana yürüyorlardı hareketsizliklerini gidermek için. Bu nedenle ancak yolculuğumuzun 4. gününde Maraş tren garına giriş yaptık.

Görevlilerce eşyalarımız indirildi, gardaki depolara yerleştirildi. Aileler de korunaklı sayılabilecek bazı çadırlara yerleştirildi. Kişi sayısına göre ailelere kumanya dağıtıldı.

Zorunlu bazı ihtiyaçlarımız giderilip, bir süre dinlendikten sonra muhacir ve doğum kâğıtları toplandı...

MARAŞ İL EMRİNE GÖNDERİLİYORUZ

 


29 Nisan 1951 Pazar sabahı, Edirne…

Birden acı bir çığlık kopmuştu. 

‘’Anamı isteriiiim… Onsuz bir yere gitmeeem… Anamı isterim anamııı.’’ 

Diye. Çığlık çığlığa ortalığı birbirine katan iki yaşındaki üç numara olan kardeşim Şaban’dı…

Maraş yolculuğu başlamadan önce ‘’ince hastalık’’ teşhisi konularak revire yatırılmış olan anamı ziyarete gitmiştik. Birkaç ay tedavi görmesi gerektiğini söylemişti doktorlar. Babam da anamla Edirne Muhacir Misafirhanesi hastanesinde kalacaktı.

Ne olur ne olmaz diye anam Şaban’ı kucağına almadığı gibi öpmek de istememişti. Kucağa alınmayan ve öpülmeyen Şaban huysuzlanmış, ayrılma saati geldiğinde anasının yatakta kalmasını kabullenememiş ve basmıştı çığlığı.

İki yaşındaki kardeşim Şaban’ın tepkisi anasız yollara çıkacak olmasınaydı…

Çığlık çığlığa tepinmekte ve ağlamakta olan kardeşimizi Cemile teyzemle anneannem güçlükle yatıştırdılar. Çocuklarla arası oldukça iyi olan Kerim dayım da ilgisini dağıtmakta teyzeme yardımcı oldu.

Bu arada anam ağlamaya başlamış, babam da gözyaşlarını göstermemek için bize arkasını dönmüştü.

Gözlerim yaşarmış, haykırarak ağlamak üzereydim ki kendi kendime ‘’Metin ol Mehmet, babam anamla kalacağına göre aile reisliğini sen üstleneceksin. Ağlamamalısın.’’ Dedim ve gözyaşlarımı sildim.

Bir hafta içinde hayatımız nasıl da değişmişti…

Yaklaşık bir hafta önce Karagözler‘ deki komşularımız ve çocukluk arkadaşlarımızla hüzünlü vedalaşmalardan sonra şimdi de anam ve babamla vedalaşmak zorunda kalıyorduk.

Üstelik Halil dedemlerle hiç bilmediğimiz bir yere, Maraş Elbistan’a gitmek üzere ayrılacaktık Edirne’den.

Halil dedem, dayılarım ve kardeşlerim ve bazı köylülerimizle birlikte Maraş İli Elbistan kazası köylerinden birine yerleştirilmek üzere yola çıkarılacaktık.

Amcamla ailesinin Antalya taraflarında bir yere, halamların da Tokat taraflarında bir yere gönderildiğini öğrenecektim sonraki yıllarda.

Yolculuğumuz bilinmeyen yerlere ve bilinmeyen bir geleceğe doğru başlıyordu…



BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...