30 Temmuz 2022 Cumartesi

CUMHURİYET İLKOKULU YARIYIL TATİLİ

 


23 Ocak 1955 Cumartesi, Osmaniye…

Bulgaristan’dan gönüllü olarak ayrılıp, serbest göçmen olarak geldiğimiz Anavatan’da dördüncü yılımızdı.

Oldukça zorlu geçen 4 yıl…

Yine de mutlu sayılırdık. Sayılırdık çünkü kardeşimle ben, yalınayak başıkabak da olsak, okuma olanağına kavuşmuştuk.

Üstelik başarılı öğrenciler olmuştuk.

İlkokul ikinci sınıfa başladığımız Osmaniye Cumhuriyet İlkokulu’nda birinci yarıyıl sona ermiş, dün karnelerimizi almıştık.

Kardeşimle ben sınıfın en iyi öğrencileri olmuştuk. Olmuştuk, olmak zorundaydık hayata tutunabilmek ve Anavatan'da kök salabilmek için.

Sevgisini pek belli etmeyen ve kendisine göre oldukça katı kuralları olan babam, karnelerimizi gördükten sonra, belki de ilk kez ikimizi de öperek kutlamıştı.

Arkasından da ‘’Hep böyle olun. Olun ki ben taş taşır, tırpan sallar, odun kırarken başarılarınızı düşünerek güçleneyim.’’ Demişti.

Sınıftaki başarılı sonuçlarımız ve fukaralığımız öğretmenlerimizden bazılarını da etkilemişti. Kitap kırtasiye konusunda bize oldukça yardımcı olmuşlardı.

Kendilerini şükranla anıyorum her zaman.

Ne var ki aradan 68 yıl geçmesine rağmen hiç unutamadığım, her zaman hüzünle andığım bir anımdan da söz etmek istiyorum.

Öğretmenlerimden bir beni çağırmış ve sağ elinin üstüne 10 kuruşluk bir madeni bir parayı koyarak bana uzatmıştı.

Neden eliyle vermemişti?

Geri çevirememiş, almıştım. Almıştım ama aşağılandığımı hissetmiştim.

Isparta Sanat Enstitüsü ve Teknisyen okullarında çalıştığım sonraki yıllarda, köylerden gelip ev kiralayan fakir aile çocuklarına yardım etmek isterken, bana yapılan bu davranışı anımsadım hep.

Okulun döner sermayesi aracılığıyla, öğrencilerimize, öğlenleri birer tas çorba verilmesini sağlamıştım.

Böylelikle ben devre dışı kalmıştım.

Çorbayı veren okul döner sermayesiydi çünkü…

29 Temmuz 2022 Cuma

OSMANİYE CUMHURİYET İLKOKULU

 


26 Eylül 1954 Pazar, Osmaniye…

İlkokul ikinci sınıfa başlayalı bir hafta oldu.

17 Eylül Cuma günü, kiralık evimize en yakın okul olan Osmaniye Cumhuriyet İlkokulu’na kaydımız yapıldı, 20 Eylül Pazartesi günü de 1954-55 Eğitim ve Öğretim yılı başladı.

Bu kez kayıt sırasında babamız da yanımızdaydı.

Misli’ de, kuraklık nedeniyle, buğday hasadında hüsrana uğrayınca aç kalma tehlikesi belirmişti. Bu nedenle, Misli de başlayan ilkokul birinci sınıfın devamı burada gerçekleşecekti.

Babam boynunu bükerek okulun başöğretmenine durumumuzu anlattı. Zorluk çıkarılmadan kaydımız yapıldı.

Ne var ki, dersler başladığında, ayaklarımızda babamın Misli ’de bir önceki yıl yaptığı, oldukça yıpranmış çarıklarımız vardı.

Eğitim ve Öğretimin başladığı gün çarıklarımızla gittik okula. Önlüklerimiz de yoktu. Üstelik arkadaşımız da yoktu. Yoktu çünkü birinci sınıfı Misli’de okumuş, arkadaşlarımız orada kalmıştı. 

Çarıklarımız sınıf arkadaşlarımız tarafından ilgiyle karşılandığı gibi, bazıları tarafından da alaylı bakış ve söylemlere neden oldu.

Biraz üzgün biraz da şaşkınlıkla başladık 1954-55 Eğitim ve Öğretim Yılına.

İlk dersimize giren öğretmenimizin de dikkatini çekmiş olmalı ki başöğretmene anlatmışlardı.

Kardeşimle beni odasına çağıran Başöğretmen çarık giyme döneminin geçtiğini söyledi. Kundura alacak paramızın olmadığını söyledik biz de…

Başöğretmen, Okul Aile Birliği’ni devreye sokmuş olmalı ki, aile birliği başta ayakkabı olmak üzere, önlük, defter, kalem ve diğerlerini  sağladı bize.

O yıllarda Okul Aile birlikleri bizim gibi fukara çocuklarının eksiklerini tamamlamayı görev edinmişlerdi. 

Kendilerine olan minnet borcumu hiç unutmadığım gibi, öğretmenlik dönemlerinde ben de, geçmişte benim gibi olan öğrencilerimi kolladım.

Günümüzde bile ‘’Fakirlerin çocuklarına bırakacakları en büyük miras yine fakirliktir.’’  Deyimi genelde doğruydu.

Babam bu deyimin dışına çıkılabileceğini düşünen, en azından ekonomik yönden orta halli duruma geçmemiz için eğitime olan inancı hiç bitmeyen birisiydi.

Babamızın eğitime olan bu inancı bize de aşılanmıştı. Kardeşimle ben de bu inançla var gücümüzle çalışıyorduk, çalışmıştık. Başarmıştık da.

Bu başarmanın özünde, o günlerde bulabildiklerimizle yetinmeyi öğrenmiş olmamızın da payı vardı. Çarık da bunlardan biriydi.

Bulgaristan’da ayaklarımızı dış etkilerden korumak için büyükbaş hayvan derilerinden yapılmış çarıklar kullanılırdı.

Pahalı Çarıklar, ustaları tarafından, iyi terbiye edilmiş manda ve sığır derisinden kesilen dikdörtgen biçimindeki derinin topuğu da kapatacak biçimde ayağa sarılması ve kenarlarından kesilen sırımlarla bağlanmasıyla oluşturulurdu.

Uygun derilerle yapılan Çarık yemeni, sandal ve kunduraya kıyasla hem ekonomik, hem dayanıklı hem de sağlık yönünden ayakları terletmemesi gibi nedenlerle her mevsimde giyilen bir ayakkabı türü olmuştu.

Göç sonrası, Türkiye’de büyükbaş hayvan derisi bulamadığı için, her türlü deri ve posttan çarık yapmaktaydı babam…

Çok eski tarihlerden beri Türkler, İranlılar, Gürcüler ve başka Kafkas ulusları tarafından ayakkabı olarak kullanılmaktaydı Çarık.

Tanrı Dağları, Ural İdil bölgesi, Anadolu ve Şap Denizi ile çevrili geniş alanda yaşayan çeşitli toplulukların ortak giyim eşyalarından biriydi.

Kışın kar yağışının yoğun olduğu bölgelerde karın üzerinde batmadan yürünebilir olması, özellikle ekin-hasat döneminde ve harman işlerinde ayağı rahat ettiren çok hafif kıvrak oluşu nedeniyle tercih edilen bir ayakkabı türü olmuştu. 

Çarığın Türkiye genelinde, özellikle köylerde, ayakkabı olarak kullanıldığı 1950’li yıllardan sonra gelişen teknoloji ile birlikte çarık üretimi azalmış, Beykoz Kundura Fabrikası’nın üretimleri çarığın yerini almaya başlamıştı.

AKINCI944 : BULGARİSTAN GÖÇ ANILARINA GİRİŞ

AKINCI944 : BULGARİSTAN GÖÇ ANILARINA GİRİŞ: Rahmetli babamın, 1 Mart 1951 tarihinde, Bulgaristan yetkililerine pasaport başvurusuyla başlayan Türkiye’ye göç ve Türkiye’deki göç yılları...

TOPRAKKALE DE GÜNÜBİRLİK İŞÇİLİK

 


19 Ağustos 1954 Perşembe, Osmaniye…
Osmaniye, ilçeleriyle birlikte, yer fıstığı üretiminin yanı sıra domates, biber, turp, karpuz kavun da üreten bir şehirdi.
Osmaniye’nin yaklaşık 30 km kuzeydoğusunda Düziçi, 15 km batısında Toprakkale ve 45 km kuzeyindeki Kadirli mevsimlik işçi yatağı olduğu gibi, hasat dönemlerinde günübirlik işçiye de ihtiyacı olan ilçelerdi. 
Özellikle Ağustos aylarının ikinci yarısıyla Eylül ayı içerisinde günlük tarım işçisine ihtiyaç fazlasıyla aranırdı.
Babam sormuş, soruşturmuş, 15 km batıdaki Toprakkale’ de çalışmamızın iyi olacağına kanaat getirmişti.
Günübirlik işçi pazar yerleri olurdu. Babamın anlaştığı Elçi-Çavuş bizi sabah 06:30’da alacak, akşam 19:00’da aynı yerde bırakacaktı. Geceleri evimizde olacaktık.
Günübirlik işçi olarak çalışacağımız Toprakkale adını kendi sınırları içerisinde bulunan kaleden almıştı.
M.Ö. 2000 yılına tarihlenen kale, ovaya göre 75 metre yükseğe konuşlandırılmış olup Osmaniye, Adana ve İskenderun yollarının kesişim noktasında bulunmaktadır.
Yığma bir tepe üzerine kurulan Toprakkale Kalesi, 8’inci yüzyılda Abbasi Halifesi Harun Reşit zamanında siyah taşlarla yeniden yapılandırılmıştır. Dikdörtgen planlı kalenin 12 burcu ve dış avlu surları bulunmaktadır.
Güneybatısı dağlarla çevrili olan Toprakkale’nin kuzey ve doğu yönleri göz alabildiğince, alüvyonca zengin bir ovaydı. Çeşitli meyve ağaçları ve doğal bitki örtüsüyle şirin bir ilçe olan Toprakkale’ nin toprağından bolluk ve bereket fışkırıyordu.
Zamanla tarih fışkırdığını da öğrenecektim.
Kiralık evimizi önünden geçen Karaçay Deresi Toprakkale’ nin en önemli ve tek akarsuyu idi. 
Kış aylarında bol suyundan ötürü geniş bir yelpaze çizerek akmış ve evimizden yaklaşık 50 metre uzaktan geçerken adacıklar da oluşturmuştu. 
Renkleriyle gönlümüzü ferahlatan dikenli alıç ağaçlarına bu adacıklarda rastlamış ve toplamıştık.
Okullar açılıncaya kadar kardeşimle ben de, gücümüz oranında ailemize katkıda bulunduk.
Ekonomik yönden, Misli Köyü’ne göre, daha iyi konumdaydık. 
Kiralık da olsa başımızı sokacak evimiz, bizi bir ölçüde korumaya almış olan ev sahibimiz Halil amcamız vardı.

28 Temmuz 2022 Perşembe

OSMANİYE KARAÇAY MAHALLESİ

 


17 Ağustos 1954 Salı, Osmaniye…

Osmaniye’nin Karaçay Mahallesi; Karaçay Deresi kıyısında kendi halindeki insanların huzur içinde yaşadığı, komşusuna güvenip evinin kapılarını açık bıraktığı, dayanışmanın öneminin bizlere aktarıldığı yoksul fakat yoksun olmayan bir mahalleydi.

Ev sahibimiz Halil amca gönlü zengin insanlardan biriydi. Alınmayalım ve ezilmeyelim diye ayda 15 Lira ev kirası almıştı babamdan.

Unutulmazlarım arasına girecekti Halil amca ve ve ailesi. Diğer taraftan pamuk tarlalarında toprağa verdiğimiz Halil dedemi anımsatıyordu bana.

Rahmetli Dedem gibi kültürlü birisiydi.

1951 yılının Mart ayında Bulgaristan’ın Karagözler Köyünden başlayan göç maceramızı da öğrenince bize daha bir sevecen davranmış, korunması gereken bir aile muamelesi yaptı Halil Amca ve eşi Ayşe Teyze.

Ayşe Teyze, bahçesinde yetiştirdiği sebzelerden domates, biber, salatalık veriyordu bize.

Verdikleri sebzelerden biri de ilk kez gördüğümüz mor renkli Patlıcandı.

Anam patlıcanları dilimler halinde kesip, kızarttıktan sonra bize biftek niyetine yediriyordu.

1954’lü yıllar koyun, kuzu ve danaların sokaklarda kesilerek satıldığı dönemlerdi. Kesilen hayvanların sakatatları isteyenlere bedava verilirdi.

Sakatat deyip geçmeyin...

Sakatat, kesimi yapılan hayvanların kasları dışında kalan yenebilir kısımlarına verilen isimdi.

Küçük ve büyükbaş hayvanların yenilebilir tüm iç organları sakatat sınıfına giriyordu. Bunlar yürek, ciğer, böbrek, dalak, işkembe, koç yumurtası, kuzu gömleği, ince ve kalın bağırsaktı.

Ayrıca hayvanın baş kısmından elde edilen kelle, dil ve beyin de sakatat sınıfına girerdi.

Bunların dışında koyunlardan elde edilen kuyruk yağı, sığır kuyruğundan elde edilen pöçük eti, koyun ve sığırların ayaklarından elde edilen paça da sakatat çeşitlerindendi.

Sakatat protein açısından zengin olmanın yanı sıra, başta D vitamini olmak üzere, tüm yağda eriyen vitaminleri ve yağ asitlerini içermesi bakımından da önemli birer besin seçeneğidir demişti ev sahibimiz.

Küçükbaş hayvanların arka ayakları daha büyük ve etli oluyordu.

Sakatat yönden oldukça zengindik…

Protein ihtiyaçlarımız bedava sakatatlarla karşılanıyordu.

Sakatatların her parçasını çok iyi değerlendiren anam sabah kahvaltılarında ayak paça çorbası hazırlardı.

Küçükbaş hayvanların, özellikle kuzunun ayaklarının özel işlemlerden geçirildikten sonra kaynatılıp terbiye edilmesiyle hazırlanan ayak paça çorbası, sabahları şifa niyetine içiliyordu.

İçerdiği jelatin sayesinde sağlığa faydalı olduğunu öğrenmiştik.

Paça çorbası tüketilmez ve bekletilirse, içindeki jelatin soğudukça katılaşıyor ve donuk bir kıvam alıyordu.

Bu oluşum hayvanın doğal beslendiğine dair önemli bir ipucuydu.

Çünkü doğal beslenen hayvanların kolajen yapısı gelişmiş oluyor ve bu da ondan elde edilecek ürünlerin suyunda jelatin oranının yüksek olmasını sağlıyordu.

Ev sahibimizin ikram ettiği sebze ve meyveler ile Karaçay Deresi adacıklarıyla kıyılarındaki yabani meyve ağaçlarından edindiklerimizin dışında diğer zorunlu giderlerimiz için paraya da ihtiyacımız vardı.

Babam dışında Aile bireylerine de iş bulunmalıydı.

Bulundu da...




23 Temmuz 2022 Cumartesi

YERLEŞKEMİZ OSMANİYE KARAÇAY MAHALLESİ

 

8 Ağustos 1954 Pazar, Osmaniye...

Niğde Misli Köyü’nden Osmaniye’ye geleli bir hafta oldu. İkinci kez Osmaniye kasabasındaydılk.

İlk gelişimiz ya da tanışmamız, Çukurova’da Mevsimlik İşçilik dönemi olan 1951 yılının ekim ayında olmuştu.

Pamuk tarlalarındaki hasat sonrasında, Osmaniye kasabasının dışındaki yer fıstığı ambarlarından birinin çevresinde çadırlar kurmuştuk.

İki ay sonra, fıstık hasadının da sona ermesiyle, Düziçi Yeşilova Köyünde kışı geçirdikten sonra Misli’ye gitmiştik.

Döndük dolaştık yine Osmaniye’ye gelmek zorunda kaldık.

Babam, Karaçay Mahallesi’nde, Karaçay Nehri kıyısında, iki katlı bir ahşap evin arkasından ahşap merdivenle çıkılan üst katı kiralamıştı.

Ev sahibimiz Halil Amca bizi güler yüzle karşılamış, ikinci sınıfa geçmiş öğrenciler olduğumuzu öğrenince de adeta sahiplenmişti.

Cana yakın, güler yüzlü gönlü zengin olan ev sahibimizi sevmiştim.

İki odası olan kiralak evimizin zemini tahtaydı. Gezindikçe gıcırdayan tahtalar üzerinde, alt katta oturan ev sahibimizi rahatsız etmemek için azami özeni gösteriyorduk. Ses geçirgenlilği azalsın diye üzerine hasır, hasırın üzerine de kilim sermiştik.

Misli’den getirdiğimiz kerevetler duvar diplerine yerleştirildikten sonra içi saman dulu duvar yastıkları da yerleştirildi.

İlk birkaç gün içinde, ev sahibimizin de yardımlarıyla, yerleştik evimiz.

Kiralanan bu ahşap evin önünde oldukça büyük bir bahçesi vardı Karaçay Deresi'ne doğru uzanan.

Ev, mahremiyeti sağlamak için, duvarlarla çevrilmiş olup, duvarlaru sarmaşıklar sarmıştı.

Eve yerleştikten bir gün sonra çevreyi, özellikle Karaçay Deresi’ni, keşfe çıktık kardeşim Mustafa ile.

Sonraki günlerde, öğretmenlerimden ve bazı sohbetlerimizde ev sahibimizden edindiğim bilgiler Osmaniye, Karaçay Mahallesi ve deresi hakında oldukça doyurucu bilgilere ulaşmamı sağladı.

Amanosların en güney ucunda bulunan İslahiye tepelerinden doğan Karaçay Deresi, 42 km’si Osmaniye il sınırları içinde olmak üzere, 70 km’lik bir akıştan sonra Ceyhan Nehri’ne katılıyordu.

Karaçay Deresi dik yamaçlardan aşağıya inerken 25 metre yüksekliğinde şelaleler oluşturmakta ve rotasına eşsiz güzellikler katmaktaydı.

1954’lü yıllarda doğal akışına bırakılmış olan Karaçay Deresinin dağlardan sürüklediği çalı çırpı ve odunlar vardı kenarlarında ve oluşturduğu adacıklarda.

Kış gelmeden derenin sürüklediği odunları toplayabilir miydik kışlık yakacaklarımızı oluşturmak için?

Babamın olurunu aldıktan sonra topladık ulaşabildiklerimizi…

Kışın, Çukurova’nın doyurucu yağmurlarıyla birlikte çok geniş bir akış alanı oluşan derenin oluşturduğu adacıklarında, yazın gelmesiyle birlikte çiçeklenen ve meyveye durmuş yabani ağaçlar vardı alabildiğine.

Çiçekleri pembe ve beyaz olan dikenli bir ağaç türüydü bunlar. Meyveleri kırmızı, turuncu ya da sarı renkliydi.

Renkleri beni zamanda geriye, Bulgaristan’daki köyümüz Karagözler’e götürdü.

Köyümüzü ortasından geçen dere kenarında da bulunurdu bu dikenli ağaçlardan. Baban Alıç ağacı olduğunu söylemişti.

Muşmula ile benzerlik gösteren alıç ağacının meyveleri kırmızı, turuncu ya da sarı renkliydi.

Mayhoş bir tadı bulunan alıç ekşi muşmula diye de bilinmekteydi.

Bunları toplayıp satabilir miyiz? Diye de düşündüm bir an.

Babam, bir taraftan günlük günlük işçi olarak çalışırken bir taraftan da Aile içi ekonomiyi de devreye sokmanın çarelerini arıyordu. Buldu da.

Bir süre sonra günlük tarım işçisi olarak çalışmaya başlayacaktık yer fıstığı hasadında. Üstelik bu kez günlük ücret aldığımız gibi, iki yıl öncekinin aksine, tarladaki yer fıstıklarını topraktan çıkaracak ve seçilmiş olan güneşli bir yere kurumaya bırakacaktık.


17 Temmuz 2022 Pazar

YUKARI ÇUKUROVA KASABASI OSMANİYE

 


6 Ağustos 1954 Cuma, Osmaniye…

Her gittiğim yerle bütünleşmek isteyen biri olarak, öncelikle Halk Kütüphanelerini bulmaya çalışırım ki bilgi edinebileyim.

İş, aş ve yeni bir yaşam kurmak için ikinci kez geldiğimiz Osmaniye'de öyle oldu. Henüz İl olmamıştı, Adana’nın kazasıydı.

Milattan önce 3 000 yılından başlayarak onlarca beylik ve devletin egemenliğine girmiş olan Osmaniye, Yukarı Çukurova’nın Ceyhan Havzası içinde yer alır.

Osmaniye yöresi 19. yüzyılın sonlarında Adana İlinin Cebelibereket Sancağına bağlı bir kasaba olarak yönetildi.

Osmaniye 23 Aralık 1918’de Fransızlar tarafından işgal edildi.

Gösterdiği şanlı direniş ve Ankara hükümetinin bastırmasıyla, 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması’nın ardından, 29 Aralık 1921’de Osmaniye’yi terk ettiler.

7 Ocak 1921 de bütünüyle işgalcilerden kurtuldu. Osmaniye’nin resmî kurtuluş tarihi 7 Ocak olarak belirlendi.

Cumhuriyet’in kuruluşunun ilk yıllarında sancaklar vilâyet haline dönüştürülürken Cebelibereket sancağı da İl yapıldı. Osmaniye bu ilin merkezi olmuştu. Cebelibereket ili 1933’te lağvedilince, Osmaniye de bir kaza merkezi olarak Adana iline bağlandı.

Dünyanın en verimli ovalarından biri olan Çukurova deltası, bir tarafının deniz, diğer tarafının dağlarla kuşatılmış olmasının yanı sıra Torosların, kara ikliminden koruyucu etkileri içindedir.

Yukarı Çukurova’nın Ceyhan havzasında bulunan Osmaniye tarımsal açıdan büyük öneme sahiptir. Giderek ülkemizin yer fıstığı ambarı oldu.

Çocukluk anılarımın unutulmazları arasında yer alan Osmaniye, yeryüzü yüzey şekilleri açısından ender yerlerden biridir. Arazinin eğimi, güneyden itibaren, kuzeye ve doğuya doğru gittikçe yükselir.

Deniz yüzeyinden 118 metre yükseklikte konumlanmış olan Osmaniye yeryüzü şekilleri, iklim, toprak ve su kaynakları bakımından insanların yerleşmesi için oldukça elverişlidir.

Batı kesimlerinde Adana ovasının düzlükleri yer alıyorken kuzeyinde, Elbistan köylerinden gelirken zorlukla geçtiğimiz Amanos dağları (Gâvur dağları), kuzeybatı yönünde Toros dağları, doğusunda Dumanlı, Düldül ve Tırtıl dağları bulunur.

Yörenin böyle önemli bir stratejik konum kazanmasında Toros geçitlerinin de büyük rolü vardır.

Çukurova’ya batı tarafından girmek veya buradan çıkmak ancak bu dağlar arasında bulunan geçitleri kullanarak mümkün olmaktadır

Bu geçitlerden ilki Gülek Boğazı, ikincisi Sartavul geçidi, üçüncüsü ise; Çakıt Vadisi’ni takiben, birçok yerde ancak tünellerle demiryolu ulaşımına imkân sağlayan Horoz geçidi ’dir.

Çukurova’ya doğu tarafından girebilmek için Gâvurdağı iki yerde geçit vermektedir.

Bunlardan birisi güneybatıda Belen geçidi, diğeri de kuzeydoğuda Aslanlıbel geçididir.

Osmaniye’ye oldukça yakın olan Aslanlıbel geçidi bilhassa tarih boyunca bilim adamlarınca “Amanos’ un Kuzey Geçidi”, “Darius Geçidi”, “Pylae Amanides”, “Billali geçidi”, “Bahçe geçidi”, “Arslan boğazı”, “Amanos kapıları” gibi isimlerle anılmıştır.

Yörenin dağlık ve ovalık coğrafî yapısı, ilk zamanlardan itibaren halkın sosyal ve kültürel gelişmesini derinliğine etkilemiştir.

Dağlık kesimde yaşayanlar, kendilerini kolaylıkla savunabilmek ve saklanmak için, kaleler inşa etmişlerdir.

Bu kaleler, erişilmesi güç, sarp kayalıklarla çevrili sığınaklardır.

Derebeyleri dağlara yerleşmiş, memur ve tüccarların yaşadığı ovalık kesimde ise, büyük şehirler kurulmuş ve gelişmiştir.

Osmaniye’nin de içinde bulunduğu bölge Türklerin fethinden önce Kilikya olarak adlandırılıyordu.


MİSLİ'DEN OSMANİYE KAZASINA GÖÇ KARARI

 


31 Temmuz 1954 Cuma, Misli…

Okul tatile gireli bir buçuk aydan fazla olmuştu.

Hepimizi bir baba gibi kucaklayan öğretmenimizin önerilerinden ilkini, okul kütüphanesindeki çocuk kitaplarından en az 5 tanesini okuma önerisini yerine getirme telaşındaydım.

İlk kitabım ‘’Kaplumbağa ile Tavşan’’ olmuştu.

Kitabı bitirdiğimde ‘’kararlılık ve azmin’’ önemini kavramış, önümüze çıkabilecek bütün engelleri ‘’kararlılık ve azimle’’ yenebileceğimi anlamıştım.

Tavşandaki aşırı güvenin kendisine engel koyduğunun farkına varmıştım.

Aşırı güven zararlıydı. Kaplumbağa gibi karalılık ve azimle, yılmadan yolumuza devam etmeliydik.

Okudukça okuma hızım arttığı gibi hayal gücüm gelişiyor ve öğreniyordum.

Öğrendikçe, hayal gücüm geliştikçe de önüme çıkacak olan fırsatlara hazırlıklı hissediyordum kendimi.

Hazırlıklı olarak fırsatlarla karşılaşmak istiyordum.

Bir yerden duymuş ya da okumuş olmalıydım.

Şans denilen bir şey yoktu.

Hazırlıklı olarak fırsatla karşılaşmak şansı yaratıyordu. Bir başka deyişle, şansınızı kendiniz yaratıyordunuz.

Bu olguyu hiç unutmamış, kendi şansımı kendim yaratmış ve yaratmayı da sürdürecektim.

Öyleydi çünkü katılacağınız sınavlara dört dörtlük hazırlanır ve zamanında sınav salonunda bulunursanız sınavı kazanıyordunuz. Şansınızı kendiniz yaratmış oluyordunuz.

Bir taraftan okulda bulabildiğimiz çocuk kitaplarıyla okuma hızımı, öğrenme ve hayal gücümü, kararlılık ve azmimi arttırmaya çalışırken, diğer taraftan da köydeki mağaraların ve kilisenin gizemlerini çözmeye çalışıyordum diğer arkadaşlarımla.

Derken…

Temmuz ayının sonlarına doğru, bir yıldır Osmaniye’de çalışmakta olan babam gelip, ‘’Toplanın Osmaniye’ye gidiyoruz.’’ Dedi.

Yeni bir göç olayı daha mı? Demiştik kardeşimle…

Göç çilemiz ne zaman sona erecekti? Ne zaman yerleşik düzene geçecektik?

Sorularımızın büyük bölümü yanıtsız kalmıştı.

Babam ‘’Nerede geçinebilecek iş bulduysak oraya gideceğiz.’’ Demişti.

Çaresiz toparlanmaya başlamıştık. Başlamıştık çünkü Misli Köyünde evimizden başka hiç bir şeyimiz yoktu. Evimizi de yemek ve yiyecek yapamayacağımıza göre Osmaniye’ye gitmek zorundaydık.

Kısa sürede toparlanıp 8 km doğudaki Hüyük İstasyonu aracılığıyla, bir kez daha 350 km tren yolculuğu yaparak Osmaniye’ye geri dönecektik…

İlk kez Elbistan Hasanköy ’den, 1951 yılının Temmuz ayında Gâvur Dağlarını aşarak, mevsimlik işçi olarak Ceyhan pamuk tarlalarına, sonra da Osmaniye yerfıstığı tarlalarına gitmiştik.

Bakalım bu kez nasıl bir ortamla karşılaşacaktık…

15 Temmuz 2022 Cuma

1953-54 EĞİTİM VE ÖĞRETİM YILI SONU

 


12 Haziran 1954 Cumartesi, Misli…

Bir tarafımdan diğer tarafıma döndükten sonra  yorganı biraz daha üzerime çektim. Karne heyecanıyla gece uyuyamamıştım. Biraz daha uyumak istiyordum…

Tam dalmak üzereydim ki anamın,

-Mehmeeet… Mustafaaa… Hadi, kalkın artık, okula geç kalacaksınız.

Sesiyle gözlerimi ovuşturarak kalktım…

Bugün 1953-54 Eğitim ve Öğretim yılının sonuydu. İlkokul birinci sınıfı bitirmiştik. Karnelerimizi alacaktık

Kardeşimle birbirimize ibrikten döktüğümüz sular ile elimizi yüzümüzü yıkayıp, kurulandıktan sonra, yer bezinin üzerine konulmuş sininin çevresinde yerlerimizi aldık.

Anam tarhana çorbası yapmış, yanına da karabuğday ekmeği koymuştu.

Ekmekten büyükçe bir parça kopardıktan sonra tarhana çorbasını kaşıklamaya başladım.

Yan gözle baktığım kardeşim Mustafa da hızla kahvaltısını bitirmeye çalışıyordu. Bir an önce okula gidip, karnelerimizi almak istiyorduk.

Kahvaltıdan sonra, anamın ellerini öpüp hayır dualarını alıp büyük bir hızla okulun yolunu tuttuk…

Birinci, ikinci ve üçüncü sınıfları aynı derslikte yetiştiren öğretmenimizin olağanüstü çabaları ve sevecen baba tavrı bizler için itici güç olmuştu.

Gerçekten çok çalışmış, okuma ve yazmayı zamanından önce başarmış, öğretmenimizden tam not almıştık.

Okulun önünde, bayrak direğinin dibinde, öğretmenimizle birlikte diğer sınıfları  okutan Başöğretmen öğrencilerini bekliyordu. İkisi de her zamanki gibi kravatlı takım elbiseliydiler…

Bütün öğrencileri gelip, sıraya dizildikten sonra Başöğretmen,

-Günaydın çocuklarım.  Önce andımız ardından da İstiklal Marşı okunarak bayrak merasimini tamamlanacak.

Dedi ve töreni başlattı.

Andımız her sabah okunmasına karşın Bayrak Merasimleri Cumartesi son dersten sonra, Pazartesi günleri de ilk dersten önce yapılan uygulamalardı.

Bayrak merasiminden sonra son kez sınıflarımıza girdik.

Birinci sınıflardan başlayarak,  karnelerin dağıtımı yapıldı. Hem kardeşim Mustafa’nın hem de benim bütün notlarımız on üzerinden on idi.

Köydeki diğer öğrenci arkadaşlarımızın da büyük bir bölümü bizim gibi sonuç almışlardı. Bir süre karne sevincimizi izleyen öğretmenimiz, ‘’Çocuklarım’’ diye başlayarak yaz tatili önerilerine geçti.

Öğretmenimizin yaz tatili önerilerinde, öncelikli olarak okul kütüphanesine kazandırdığı kitapları okumamız vardı.

1954-55 Eğitim ve Öğretim Yılının başlayacağı Eylül ayına kadar her öğrenci tarafından en az 5 kitap okunmasını ve özetlenmesini istemiş, ardından da ailelerinizin işlerinde yardımcı olun. Hayvanlarınız varsa bakımlarını öğrenin.

Bütün bu uyarılarından sonra bir kez daha ülkemizin gözbebeği dediği eğitim ve öğretim kurumları olan Köy Enstitüleri’ni uzun uzun anlattı. Hedefimizin Köy Enstitülerinin ardılları olan İlköğretmen Okulları olmasını sağlamak istiyordu adeta.

Öyle de olacaktı önümüzdeki yıllarda…

İLKOKUL BİRİNCİ SINIF YARIYIL TATİLİ


23 Ocak 1954 Cumartesi, Misli (Konaklı)…

Bugün öğleden önce karnelerimiz dağıtıldı. Kardeşimle ben bütün derslerimizden ”Pekiyi” almıştık. 

İlkokul birinci sınıfa başladığımız 21 Eylül 1953 Pazartesi gününden bu yana geçen 5 aylık eğitim ve öğretim yılında oldukça yol almıştık.

Birinci sınıftaki bütün arkadaşlarımız okuma yazmayı sökmüş, mektup yazar hale bile gelmiştik. Anam çok sevinmişti, babamdan gelen mektupları okuyacak birini bulma gereği ortadan kalktığı için.

Gelecek yaşamımda önemli bir yeri olacak Osman arkadaşımla önce bize uğradık. Anamın ellerini öpüp, hayır duasını aldıktan sonra Osman’ın anası Hatice Teyze’ye uğrayıp, ellerini öpüp, onun da hayır dualarını aldık.

Hatice teyzelerden eve dönerken zihnim beni zamanda geriye, ilkokula başladığımız günlere ve sonrasına götürdü.

Zoru başarmıştık, başarmak zorundaydık. Osmaniye’de günlük işçi olarak çalışmakta olan babamın dediği gibi, okumak kurtuluşumuz olacaktı.

Bir ay önce babamdan aldığımız mektuba göre, sürekli günlük iş bulabildiğini, önümüzdeki yaz tatilinde bizi Osmaniye’ye alacağını yazmıştı.

Bizim gibi Göçebe ailelerin yemek ve çalışma masaları olmazdı. Olamazdı çünkü göç esnasında taşınma sorunları yaratırlardı. Her taşınmada en az yer kaplayan küçük denklere ihtiyaç vardı.

Öyle ki bazen yaptığın denkleri sırtında taşımalıydın Çukurova’ya mevsimlik işçi olarak inen dağ köylülerinin yaptığı gibi. Masaları sarıp, sarmalayıp denk haline getiremezdiniz.

Ergenekon Destanıyla başlayan göç hareketimiz, Osmanlı Beyliğinin 1300’lü yıllarda Bizans’a yakın sınır bir bölgede ortaya çıkmasıyla sürmüş ve Rumeli’ye geçiş, Osmanlı Devleti’nin büyümesinde en etkili rolü oynamıştı. 

Osmanlının güçlü olduğu 1300’lü yıllarda balkanlara doğru başlayan göç, 1683’teki İkinci Viyana Kuşatmasından sonra tersine dönmüştü.

Ergenekon’dan çıkışla başlayan ve yaklaşık 1600 yıl süren göç hareketlerinde yemek ve çalışma masası gibi yüklere yer yoktu. Anadolu insanı bu yüzden yer sofrası kullanırdı. 

Ancak Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyetle birlikte yerleşik düzene geçtikten sonradır ki yemek ve çalışma masası kullanılmaya başlanmıştı.  Hala varsıl olmayan bizim gibi göçebe ailelerde ve  birçok yörede yemek yer sofrasında yenmekteydi.

Misli ’de Yemek yer sofrasında yendiği gibi ödevlerin yapılması da yerde, yüzükoyun yatılarak yapılırdı. Sonraki aylarda, her nasılsa elde ettiğimiz plastik bir leğeni ters çevirerek üzerinde yazmaya başlamıştık.

Yerleşik düzene geçinceye ve kardeşimle ben evleninceye kadar, babam Ahmet Akıncı’nın evinde yer sofrası kurulmuştu. Bizler evlendikten sonradır ki babam, satın almak yerine, sandalyeleriyle birlikte yemek masası da yapmıştı.

Kış aylarında gündüzler kısa, geceler uzundu. Karanlık basmadan ödevlerimizi bitirmeye çalışır, genellikle bitirirdik te.

Aralık ayında, okul çıkışı eve ulaştığımızda hava kararmış olurdu. Ödevlerimizi yapmak için gerekli olan ışık mumlar ya da fitilli gaz lambalarıyla sağlanırdı.

Öyleydi çünkü 1950-60’lı yıllarda İç Anadolu köylerinde elektrik yoktu. Yoksul ailelerde fitilli gaz lambaları, varsıl ailelerde kandiller kullanılırdı.

Yeni kuşakların pek bilemeyeceği fitilli gaz lambaları beş parçadan oluşurdu. En altta küçük bir gaz tankı, hemen üzerine eklenmiş bir gaz ayar çarkı, çarkı da içine alan gaz deposu, çarkın içinden geçerek şişenin içine giren yassı bir fitil ve en üstte, alevi koruyacak ince ve kırılgan gaz lambası şişesi. 

Türkiye’ de 1800’lü yılların sonlarına doğru ev, dükkân ve kahvehanelerde gaz lambaları ile aydınlatma yapıldığını öğrenmiştim sonraki yıllarda.

1900’lü yılların ortalarında Türkiye’de beş milyona yakın gaz lambası tankı ve şişesi üretildiği söylenmişti. Ancak bu tarihlerde üretimine devam edilen bir diğer gaz lambası çeşidi daha vardı.

Bunlar şişesi olmayan, ancak yine gaz yardımı ile ateşlenen lambalardı. Bu tip lambalar, içine gaz konulan bir tanktan, fitilin dışarı uzanmasına yarayan delik veya deliklerden oluşur ve daha çok ‘kandil’ adıyla anılırdı.

Kandil ve fitilli lambalarda kullandığımız gazyağını idareli kullanmak önemliydi. Önemliydi çünkü sadece bir bakkalın bulunduğu köyde gazyağı bulmak da pek kolay değildi. Bulsak bile bazen paramız olmazdı.

Bereket o dönemlerde bakkalların veresiye defterleri olurdu da sorun, zamanında ödediğin sürece, sorun olmaktan çıkardı.

Kara ikliminin hüküm sürdüğü kış ayları Misli Köyünde oldukça zorlu geçerdi. Bir giriş ve iki odamızın olduğu evimizde bulunan sobamızda yakıt olarak saman ya da tezek kullanmıştık.

Genelde büyükbaş hayvanların dışkısıyla kolay tutuşsun diye içine biraz ot ve saman karıştırılarak yapılan ilkel bir yakıt türüydü tezek.

Ekmek Teknemiz olarak adlandırdığımız bir çift öküzün dışkılarının yanı sıra, okul açılmadan önce köyün büyükbaş hayvanlarının peşinde koşturarak, yollara bıraktıkları dışkılarını toplamıştık.

Buğday hasadından bize kar kalan samanla karıştırarak bir hayli tezek yapmıştık. Çok mecbur kalmazsak günde bir defa soba yakardık idareli kullanalım diye.

Sobaya attığımız tezek 15-20 dakika sonra ömrünü tükettiği gibi ürettiği ısı enerjisi de 45-50 dakika etkisini sürdürürdü. Bu süre içerisinde ödevlerimizi bitirirdik. Bitiremezsek yatağın içinde tamamlardık.

Babamım Osmaniye’de olduğu bu dönemde beslenme konusuna gelince, buğday hasadının yarısını una çevirmişti babam, ekmek sorunumuz yoktu. Bol miktarda mercimeğimiz ve patatesimiz de vardı. Daha ne olsundu…

Pamuk tarlalarındaki koşullarımıza göre oldukça iyi durumdaydık. Rahmetli babam kış ortalarına doğru biraz para da göndermişti. Bayram etmiştik. Eksiklerimizi tamamlamış, rahatlamıştık.


AYÖO ÜNİVERSİTE HAZIRLIK KURSLARI

  17 Haziran 1964 Çarşamba, Ankara... İstanbul Zeytinburnu'nda, güneş ışınları yattığımız odanın perdeleri arasından sızarken uyandı...