12 Mart 2022 Cumartesi

HÜZÜNLÜ BİR KÖY DÜĞÜNÜ

 


28 Mart 1951 Çarşamba, Karagözler…

Göç hazırlıklarının sürdüğü bu günlerde köyde hem hüzünlü hem de tatlı bir telaş olduğunu hissediyorum. Babam çok konuşkan biri olmadığından, olup bitenleri daha çok anamdan öğreniyorum.

Geleneklerimiz uyarınca büyüklerimize, özellikle babalarımıza her şey sorulamazdı. Daha çok analardan öğrenilirdi birçok şey. Komşu kadınlarla yaptıkları sohbetlerde, kulağınız delikse, istediğiniz her şeyi öğrenebilirdiniz.

Köydeki hüzünlü telaşın nedeni Karagözler ’den bazı ailelerin Türkiye’ye göç kararı almış olmalarıydı. Bu karardan ötürü bazı aileler parçalanacaktı.

Bir çözüm bulunmazsa parçalanacaklar arasında birbirine gönül vermiş iki genç de vardı. İki aile uzun süre düşünüp taşındıktan sonra bu iki gencin evlendirilmesine karar vermişti.

Sevinçli telaşın nedeni bu iki gencin evlendirilecek olmasıydı. Anamın komşularıyla konuşmalarından bu sonucu çıkarmıştım.

Düğünlerle ilgili adetler, gelenek ve görenekler daha çok Balkanlarda kök salmış ve sıkı sıkıya korunmuştu. Korunmuştu çünkü tersine dönen göç olaylarında ayakta kalmanın yoluydu gelenek ve göreneklerle inançlarına sıkı sıkıya sarılmak. Doğum kadar kutsal olan Düğün de bunlardan biriydi.

Düğün, düğün öncesi ve düğün sonrası uygulamalar ya da diğer bir deyişle “evlenme süreci”, evlenen çift ve yakın akrabaları için olduğu kadar, üyesi bulundukları toplum ya da topluluk için de son derece önem taşımaktaydı.

Evlilik olayı, toplumdaki bireylerin hayatında önemli bir dönüm noktasını oluşturmaktaydı. Gerek kızın ve gerekse erkeğin sosyalleşme sürecinin önemli bir aşaması oluşturuyordu.

Diğer taraftan aileler arasında kurulan dayanışmayı, toplumsal ve ekonomik ilişkiyi belirlemesi ve düzenlemesi bakımından birçok toplum ve kültürde, doğumdan sonraki en önemli ve en sevindirici olay olarak görülmekteydi düğünler.

Birbirine gönül vermiş iki gencin evlendirilmesi kararı Karagözler ’deki göç olayının oluşturduğu hüzünleri bir ölçüde perdeledi ve yaşama sevincinin artmasına neden oldu.

Düğün hazırlıkları için, özellikle kadınların ve genç kızların tatlı bir telaşa girmelerine neden oldu. Geleneksel başlık parası aileler arasında sorun olmadı. Her iki taraf da anlayışla düğün hazırlıklarına koyuldu. Gelenekler uyarınca damat adayının ailesi kız ailesine, hediyeleriyle birlikte, kız istemeye gittiler.

Hediyeler verilip, gelin adayı tarafından sunulan kahveler ve şerbetler içildikten sonra sohbetin ilk konusu Türkiye’ye göç olayı oldu. Her ne kadar Anavatan olarak bilinse de Türkiye coğrafi olarak yabancı gelecekti göçenlere. Gidenler belki de farklı yerlere dağıtılacaktı. Bulgaristan’dan kopanlar birbirinden de koparılacak mıydı acaba? Sorusu beyinlere burgu gibi giriyordu.

Ortam hüzünlenmeye başlamıştı ki damadın babası araya girerek ‘’Allah’ın emri, Peygamberin kavli ile kızınızı oğlumuza istiyoruz. Rızanız olursa usulüne uygun bir düğün de yapalım elden geldiğince’’ Dedi.

Kız babası bir süre önce kahveleri yapmış olan kızına dönerek ‘’ne diyorsun kızım’’ sorusunu yöneltti. Olumlu baş işaretini alınca da ‘’Hayırlı olsun, bir yastıkta kocasınlar.’’ Dedi. Böylece düğün hazırlıkları da başlamış oldu.

Geleneksel yapıdaki birçok toplumda ‘’Çeyiz’’, damadın başlık parasını ödemek için yaptığı masraflara karşılık, gelin ailesinin bir jesti olarak görülürdü.

Bu değiş-tokuş, taşıdığı ekonomik nitelik dışında evliliğin onanması anlamına geliyor ve iki aile arasındaki dostluğun sağlamlaştırılmasında etkili oluyordu.

Ne var ki ortada bir göç olayı vardı. Gelin ailesi başlık parası üzerinde durmadığı için damat ailesi de gösterişli bir çeyiz hazırlamak yerine zorunlu birtakım giysileri hazırlama yolunu seçtiler.

Perşembe akşamı, komşu köylerden tutulan çalgıcılar davul ve zurnalarıyla bütün Karagözler Köyü sakinlerine düğün kararını duyurarak hazırlıklar başlatılmış oldu. Havaların dondurucu soğukları ve yarım metreye yakın kar bile yumuşamıştı bu karar karşısında.

Gelin evinde ‘’Kına Gecesi’’ telaşı vardı. Kına yakmak eski İslam geleneklerindendi. Kınanın eşleri birbirine sevgili yaptığı, bir ömür boyu aşklarının devamını sağladığı inancı vardı.

Ayrıca kınanın evlenecek çiftleri nazardan ve kötülüklerden koruyacağına inanılmaktaydı.  Kına gecesine gelin ve damadın yakın akrabaları ve arkadaşları katılırdı. Kına ile birlikte, düğünün başladığı anlamına gelen bayrak asılmıştı.

Geleneklere göre Kına Gecesi olarak belirlenen gece, Kız Tarafı için hüzünlü ve kahırlıydı çünkü genç kız artık yuvadan uçmaktaydı. Hele yuvadan uçmakta olan kız Karagözler ’den Türkiye’ye uçmak üzereyse kız tarafının hüznü katmerlenmekteydi.

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar,

Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler. “ 

Türküsü daha bir duygulu söyleniyordu kına gecesinde. Bereket gözyaşları sel olmasın diye Kına gecesine katılan kadınlardan bazıları “zilli maşa” ile gönül açıcı bir türkü tutturmuşlardı da ortalık biraz neşelenmişti. Bir süre sonra ailesinden ve Karagözler ‘den kopacak olan gelinin gözyaşlarına boğulması önlenmişti.

Kına gecelerinde söylenen türküler ağır tempolu ve hüzünlü sözlü olabildikleri gibi, arada neşeli ve oynak türkülerin de söylendiği, davetlilerin gelini neşelendirmeye çalıştıkları görülen uygulamalardandı.

Kız evindeki hüzne karşılık Erkek Evinde tam bir eğlence ve sevinç akşamı olmaktaydı genelde. Erkek evinde türküler söylenip oyunlar oynanmaktadır. Gelin alabilmenin sevinci ve heyecanı Erkek Evindeki tüm “hısım akraba”, dost-arkadaş davetlileri sarmış olduğundan geç vakte kadar eğlenceler sürerdi.

Ne var ki gelinin ailesinden ve köyünden koparılmış olmanın hüznü erkek evini de etkilemişti.

Çalgıcıların cuma günü öğle vakti davul ve zurnalarını çalarak Erkek Evine gelmesiyle düğün hazırlıkları hız kazanmıştı. Konukları damadın annesi karşılamış ve kendilerine havlu, peşkir, gömlek gibi “bahşişler’’ vermişti.

Yöresel oyun havaları çalarak Erkek evine gelen çalgıcıları damadın yakın arkadaşlarından biri gözetip, yönlendiriyordu.

Derken ezan sesi duyuldu ve davullarla zurnalar sustu. Aklı eren bütün erkekler Cuma namazını eda ettikten sonra, köy halkınca özel bir saygı ifadesi olarak kabul edilen “düğüne çalgıcıyla çağırma” geleneğini yerine getirmek için çalgıcılar cami önünde yerini almışlardı.

Karagözlüler davul ve zurna eşliğinde düğün evine gittiler. Akrabalar ve komşular tarafından Düğün evine getirilen börekler, çeşitli tatlılar ve baklavalar, müzik eşliğinde yenildi, içildi ve dualar edildi.

Cuma akşamı, damat ve arkadaşları davulların eşliğinde köyün berberine gittiler ‘’Damat Tıraşı’’ için. Damat tıraş edilirken, adet olduğu üzere çalgıcılardan biri “tokmak kırıldı” diyerek birden davul sesini kesti.

Davulların çalınmasının sürmesi için damadın bir miktar para vermesi gerekmişti. Davullar tekrar çalmaya başladı.

Damadın en yakın arkadaşlarından seçilen Sağdıcın tıraşı, damat tıraşının hemen ardından yapılmıştı. Daha sonra da sırasıyla tüm yakın akrabalar tıraş edilmişlerdi.

Damat tıraşından sonra yine çalgıcılar eşliğinde Erkek evine gidilmişti. Gençler arasında geç saatlere kadar süren bir eğlence, yaşlıların toplandığı kahvehanede son buldu.

Cumartesi günü öğleden sonra civar köylerden özel olarak bayraklarıyla gelen davetliler, davul-zurna eşliğinde köy meydanından alınıp Erkek Evine götürülmüşlerdi. Geleneksel olarak hazırlanan bu “bayraklar, davetlilerin Erkek Evine karşı olan saygılarının birer göstergesi sayılmaktaydı.

Genellikle uzun bir sopanın ucuna, uzunluğu 3 metre ile 10 metre arasında değişen havlu ya da beyaz peşkir bağlanarak oluşturulan “bayrağın” tepesine çiçeklerden yapılmış süslü bir taç ya da gösterişli bir demet takılmaktaydı.

Düğün Evine gelen “bayraklar”, herkesin görebileceği şekilde avluya dizilmişti. Bu bayrakların dışında büyük ve süslü bir bayrak Erkek Evi tarafından hazırlanmakta ve evin samanlığının tepesine dikilmekteydi. Bu bayrağa, “Düğün Bayrağı” adı verilmekteydi.

Osmanlı döneminde bu bayrak genellikle Ay-yıldızlı Türk Bayrağı olarak karşımıza çıkmaktaydı. Bulgaristan’da yıllardır Türk Bayrağının taşınmasının yasak olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, söz konusu “bayrak taşıma” geleneğinin böyle bir değişime uğrayarak simgeleştirildiği düşünülebilir.

Cumartesi akşamı oldukça büyük bir sundurma altındaki sedirler üzerine imece usulüyle hazırlanan yemekler yendikten sonra dualar edildi ve evlenmekte olan gençlere ömür boyu mutluluklar dilendi.

Gelin evinde de takı takma töreni gerçekleşmişti. Takı töreninden sonra erkek tarafı davul ve zurnaların eşliğinde gelini baba evinden alıp koca evine götürdüler.

Gelecekte oturacağı evin eşiğinden içeri adımını atması için kaynanası tarafından ikna edilmeye çalışılan geline hediyeler sunuldu. Bunları kabul eden gelin kaynanasının elini öperek teşekkür ederek eve girdi.

Havanın kararması ile birlikte evde dini nikâh kıyıldı. Saat 22.00 sularında gençlerin, yalnız bırakılarak “Gerdek Gecesine” girmeleri uygun görülmekteydi.

Geleneksel olarak gelinle damadın bir araya geldikleri ilk gecenin başlangıcında yatak odasının kapısından içeri girmek üzere olan damadın sırtına, yakın arkadaşları, biraz da şaka ile karışık, hafifçe vurarak içeri itmişlerdi. Bu âdete “Damat Kapama” adı verilmekteydi.

Gelinin duvağını açmadan önce, damat tarafından “Yüz Görümlülüğü” adı verilen ve genellikle altın kolye ya da bilezikten, herhangi bir ziynet eşyasından oluşan hediyenin, verilmesi adettendi.

Bütün gelenek ve görenekler yerine getirilmiş ve birbirine gönül veren iki genç kavuşturulmuştu. Bu mutlu son hiç olmazsa birkaç gün hüzünlü göç olayını Karagözlülere unutturmuştu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

BİR YIL SONRA ÇAPA ÖĞRETMEN OKULU MİSAFİRİYİM

15 Haziran 1964 Pazartesi, İstanbul... Bugün sabah kahvaltısından sonra birden, zamanda 2 yıl geriye, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'a git...